Yıl 1986, ben benim ama bir benden olma daha var içimde, benden içeru değil, benim içimde, hamileyim. Yıl sonu, doğumum Ocak ayında bir zamanlarda bekleniyor, bedenim bir yandan enerjisini içimdekiyle paylaşırken bir yandan da ondan şarjoluyor olsa gerek, görüntümle taban tabana zıt bir şekilde çevik hareket edebiliyorum....zannediyormuşum meğer...
Sabah kalktım, her zaman yaptığım gibi ayaklarımı görmeye çalıştım ama karın bölgemde mahsur kaldı gözlerim. Bir sevinmişim “yaşasın bebeğim hala karnımda”, sanki benden habersiz yok olabilirmiş gibi. Yıllarca neredeyse her cümlenin içinde kendine yer bulan “bir gün anne olduğunda....” nın taa çocuk yaşlarda oyuncak olarak bebekle başlayan provasının “gala”sını yaşayacak olmanın huzursuz ama bir o kadar da heyecanlı ve şımarık başrolünü üstlenmiştim, normaldi bana göre bunlar.
Dışarı çıkacaktım, kahvaltımı yaptıktan ve fındık kabuğu özentisindeki minnacık evimi toplama işlerimden sonra şekilsizliklerinden gurur duyduğum elbise adının arkasında sırıtan çuval bozması kılığıma bürünüp, gö(be)beğimi içine alamayan palto yüzünden pelerine terfimi üstüme atıp, çantam, şemsiyem ve ne kadar engellemeye çalışırsam çalışayım son anda bir mesnet bulup kendini elime tutuşturan torbayla birlikte evden çıktım.
Oturduğum semt İstanbul’un en rüzgarlı semtlerinden biri, hava hem rüzgarlı hem yağmurlu, ben koca karnım, uçuşan pelerinim, bir elim havada şemsiyede, diğer elimde torba, omzumda çanta, tek başıma şehrin ortasında bir gerilla harekatı tadında gidişlerdeyim. Taksi bakınıyorum, ve evet, bir tanesi geliyor, torbalı elimi kaldırıp çaresiz elime kendini tutuşturmuş torbayı sallıyorum, taksici anlıyor ve duruyor.
Kapıyı açıyorum, pelerinim uçuşuyor, saçlarım da öyle, omzumdaki çanta kayıyor düşmesin diye o omzum hafif yukarıda, torba inatla elimde, bu sefer torbanın arasından onu tutan elimin münhal parmaklarının yardımını kullanarak diğer elimdeki şemsiyeyi kapatıyorum, sol elimdeki şemsiyeyi önden taksiye sokup ardından geri kalan koca gö(be)beğim, pelerinim, ıslanan saçlarım, ve sağ elimdeki torba hep birlikte taksinin arka koltuğuna yerleşiyoruz. Tüm bu tarifime bir de “arkadan gelen trafiği engellememek empatisinin zorladığı telaş” ı da ekleyin lütfen, ben yazamayacağım yoksa çok uzayacak.
Taksiye bindik, oturduk, gideceğim yeri söylemek için dikiz aynasından taksiciyle göz göze gelmek istediğimde aynadaki suratın sessiz bir acıyla kasılmış olduğunu görüp duraksıyorum, ve fakat, ardından sol elimdeki şemsiyenin, hani o taksiye ilk giren parçamın, iki ön koltuğun arasındaki boşluktan taksicinin sağ böğrüne saplanmış olduğunu önce aklım ardından da oraya çevirdiğim bakışlarımla algılıyorum. Ardından gelen büyük bir mahcubiyet ve içimde boğmaya çalıştığım kahkahalarım....
• Çok çok özür dilerim şoför Bey, telaştan işte, yağmur da üstüne, kem küm.... Nişantaşı’na gidebilir miyiz lütfen....
“Hayır” dese hemen inmeye hazırım, ama demiyor, ve Nişantaşı’na gidene kadar karısının, üç çocuklarına hamile kalışıyla başlayan ve doğumevinde biten hikayeleri büyük bir dikkat ve gereken yerlerde verilmesini uygun gördüğüm “aaa”, “ah canıımm”, “ayol bilmez miyim”, lerle de süsleyerek şemsiyemin cürümünün bedelini ödüyor ve nihayetinde taksiden iniyorum.
Hamile olmanın diğer bir avantajı olan, yaya kaldırımı olmayan caddelerde karnımı iyice dışarı çıkartarak kendimi caddenin ortasın atmamı müteakip tüm arabaların durması avantajımı (şimdi düşünüyorum da kanım donuyor, hormonal bir salaklıkmış Allah korumuş) doya doya kullandıktan sonra gelişim kadar trajikomik olmayan sade bir sürüşle eve dönüyorum.
Aradan bir ay kadar zaman geçiyor, 17 Ocak 1987 Cuma sabaha karşı gö(be)beğim ve ben ailenin tüm fertleriyle birlikte, belli belirsiz sancıları takip ederek hastahaneye gidiyoruz, 1,5 saat sonra kendime geldiğimde ise göbeğim yatakta benimle, bebeğim annemin kollarında bana uzatılmış.
İşte oldum, işte ben de anne oldum, ne göreceksem, ne anlayacaksam, senelerdir kah tehdit, kah nispet, kah ödül olarak önüme sunulan bu tadı artık ben de yarattım. 4 kiloluk kocaman bir erkek diyorlar, adı hazır, Ömer. Bir tatilde, nedenini anlayamadığım bir sevgi ve bağlılıkla
anne-babasından çok benimle olan ve bir haftalık tatil bittiğinde ayrılırken arabalarının arka camında bana el sallayan görüntüsü sonsuza dek hafızamda “donmuş” olan sarı saçlı Ömer’in işi bu, o gün karar vermiştim, ve bugün benim de bir Ömer’im var. Bütün provaları temize çekip sahneye koyuyorum, çok mutluyum.
5 günlük, emzirmeden emzirmeye yanıma getirilen ve arda kalan zamanlarda göbeğimdeki boşluğa bakıp özlediğim Ömer’imle, sonunda hastahaneden terhis oluyoruz ve evimize geliyoruz.
Fındık kabuğu taklidi evimde Ömer’in odası hazır, küçücük evimin küçücük odasını ben bebeğim göbeğimdeyken doldurduğumu sanmışım, meğer o oda, hatta o fındık kabuğu ev ne boşmuş da ben bilmezmişim. Evden içeri girmemizle birlikte ev öyle bir doldu ki, sokak kapısını ha gayret ittirerek kapattık. Ömer yatağına yattığında ben ve babası ve tüm evi sarmış olan adını koyamadığım mutluluk/gurur/heyecan/sevgi kokteyli, dışarıda yağan kar’a inat evi serin bir sıcaklıkla sarmıştı, uzanıp bebeğin üstünü biraz açtığımı hatırlıyorum......
Ömer 1987 yılında doğdu, o yıl bir sürü çocuk doğdu, o yıl doğan bir sürü çocuğun anneleri belki benim gibi gö(be)bekleri ile taksicinin böğrüne şemsiye saplamadılar, ya da yoğun trafikte slalom yapmadılar ama şundan eminim ki hepsi, kendi meşrep ve duygularınca bebeklerini göbekten eve naklettiklerinde yukarıda tarif etmeye çalıştığım kokteyli kokladılar ve belki bazıları benim yaptığım gibi bebeğin üstünü açtı biraz,.....
O bebeklerin hepsi büyüdü, adam olma yoluna girdiler, hatta belki oldular bile denilebilir, aslan gibi erkekler onlar, ama..... ama bazıları doğuda bir karakolda sonsuz oldular, ölümsüz oldular, bıraktıkları iz ise içeriği bilinemeyen bir kokteyl rayihası.....
Her neredeyseniz ey 1987 yılında doğmuş olan erkek bebekler, annenizin göbeğindeki kadar rahat edin, tek dileğim bu.....
6 Ekim 2008 Pazartesi.....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder