"Babam" diyordu kadın filmde, "bana geçmişle gelecek arasındaki farkı öğretti, bana hayatı öğretti"...
Hayatın böyle bir tarifi olması mümkün mü, diye düşünüyorum, elbette mümkün, hatta çok da doğru. Bugünü zaten yaşıyor olduğumuza göre, geçmişi hatırlamakta eksik, geleceği öngörmekte yetersiz kalındığında, hayat "bilinemiyor" oluyor, evet doğru.
Bana da böyle öğretilmiş olsa gerek, bambaşka bir istikamete giden bir repliğin sadece bu kuplesi yakaladı beni. Kızlarla babaları arasında bir türlü huzura kavuşmayan şefkatli tutku ve ütopya derecesindeki marazi aşk, çocukken konfor ve biraz şımarıklık, ergenken kendini saklamayla beğendirme arasındaki dans, yetişkinlikte ise tüm bunların birleşimini en özgürce ifade edebileceği bir duygu selinin güvenli ve kontrollu gölüne dönüşüyor.
28 Kasım 1982, İstanbul'un soğuğu minik kırbaçlar halinde kol gezmeye başlamıştı. İşten eve geldim ve hazırlanmış akşam sofrasına oturdum, annem babam ve ben. Babam akşam yemeklerini karın doyurma eyleminden sımsıcak ve farklı bir birbirimizle gözgöze gelme ritüeline dönüştürmüştü. Yemekler yenirken, babam
- Anlat bakalım ne dedikodular var?
Bu, babamın "bugün neler oldu" sorgusunun en cilveli oyuncusuydu. Karşısındakinin özel kutusuna sızabilecek formatta soru sorulduğunda gerçek cevap asla ne gecikir, ne de şekil değiştirir. Bu oyunu seviyordum. O günkü "dedikoduları" harıl harıl anlatırken babam öylesine dikkatle ve önemseyerek dinlerdi ki, satıraralarını görüyor olmasından asla rahatsızlık duymaz, oyunun bu kendine has gizemli gidişine teslim olurdum, gene oldum.
Yemekten sonra annemin ısrarla yemeğe aslında neyi eksik ya da fazla koyduğu özeleştirisinin arkasında saklanan "lütfen yemeklerimi çok sevdiğinizi söyleyin, duymak çok hoşuma gidiyor" arzusunu babamla ben sırayla:
- Güzin, gene döktürmüşsün, ömrüne bereket, ellerine sağlık, sen annemi geçtin karıcım,
- Anne, bu yemekler yüzünden kilo alacağım, yapma noolur ya,
cümlelerimizle sobeledik.
Her akşam yemekten sonra sofra toplanır ve ardından babam kahvesini benim elimden şöyle isterdi:
- Derya, biliyor musun Yemen'de darbe olmuş!!!!!!!!!!
- Güzin Brezilya'da bu yıl kahve rekoltesi düşükmüş, tüh...!!!
- Taze elden taze pişmiş ne tazelerdi, hay allah şu tekerlemeyi bir türlü hatırlayamadım...!!!
Anlar ve mutfağa koşardım. Ne kadar ağır ateşte yaparsam yapayım, ne kadar hızla ve koşarak getirsem dahi, lezzetine ve kıvamına değil ama "sıcak olmamasına" bir türlü çare bulamamışken, anneannemin sihirli sırrı ile bunu da çözmüştüm sonunda. Kahve kaynarken fincanın içine kaynar su koyarak fincanın kendisini de ısıtıyordum.
Babam kahvesinin artık sıcak olmasından memnun, ben ise bu büyülü sırrı öğrendiğim için gururlu ama ketumdum. Ser verip sır vermiyordum.
Annem her akşam katılmazdı kahve içmeye, o akşam da katılmadı, ben eşlik ettim babama. Ne de olsa artık büyümüştüm, kahve içince "arap olma" riski yoktu artık...
Kahvelerimize annem de o günkü kendi "dedikoduları" ile katıldı.
- Şekerim, bu sabah sen Migros'dayken Samime Hanım telefon etti. Temizlik varmış, kahveye çağırdı beni, aa gelemem Adnan gelecek şimdi dedim, aman Adnan, gene bir afra tafra yaptı, yok Adnan çocuk muymuş, yok bir kahve de sonra seninle içermişim, bak Adnan, bunu kaçtır yapıyor...
- Güzin, Samime Hanım telefonu açtığında nasıl "Güzin" dedi, bir daha yapsana,
Annem inanılmaz taklit yapabilen ve olayları tek kişilik bir tiyatro tadında kostüm ve tam dekorlu bir sahnede sergileyebilen bir yetenekti. Bu özelliğiyle hem bir ayrıcalığın tadını çıkartır, hem de yeteneğinden emin bir şımarıklılıkla nazlanmayı da ihmal etmezdi.
- Adnan, e aşkolsun, lafımı bölüyorsun ama..
- Olur mu karıcığım, bölmek ne kelime, doyamıyorum geri sarıp bazı bölümleri tekrar tekrar dinlemek istiyorum..
Şımarık nazlanması babama olan aşk ve hayranlığına yenik düşen annem her zamanki gibi direnmedi ve kahkahalarımız eşliğinde istenileni yaptı.
Babam güldüğünde gözleri çizgi gibi olurdu, çok güzel gülerdi babam, hakkını vererek gülerdi. Onu güldürmek çok kolay değildi belki ama, başarılabilindiğinde alınan haz da eşsizdi.
Babam aniden "yarın benim doğumgünüm" dedi. Havada asılı kaldı bu laf. Daha sonra iki kere daha indirdi o havadaki lafını babam, sonra televizyondaki Türk Sanat Müziği Korosu'nun sesi yankılanmaya başladı:
şu güzeller güzeli
yar gibi geldi bana
gözlerinde bir mana
var gibi geldi bana
bir münasip zamanda
mesela saat onda
buluşalım kordon'da
der gibi geldi bana
gel benim gonca gülüm
kalmadı tahammülüm
sensiz hayat izmirlim
zor gibi geldi bana
- Güzin hatırlıyor musun, annem bu şarkıyı çok severdi...
dedi babam. Çok dikkatimi çekecek bir laf olmamasına rağmen dönüp babama baktım. Ben doğmadan hayattan ayrılan babaanneme dair tüm bilgileri dağarcığıma doldurup babaannemle bütün çocukluklarını geçirmiş abim ve ablamla aynı skora gelme hevesiydi, biliyordum..
Başımı çevirdiğimde babamın dudakları titriyordu. İlk kez oluyordu bu, ilk kez babam tamamen kendine ait, çocukluğuna ait bir dokunuşa tepki veriyordu. Hiç düşünmeden kanepenin diğer ucunda oturan babama yaklaştım ve sarılmanın yollarını ararken hiç beklemediğim birşey oldu.
Babam bir yandan ağlarken, bir yandan dizime koyuverdi başını. Dizinde büyüdüğüm, şımartıldığım, dünyanın en güzel kızı olduğumu kulağıma değil, gözümün içine bakarak söyleyen, akşam yemeklerinde benim iştahsızlığıma ve huysuzluğuma şefkatli otoritesiyle galip gelen, toleranssız ama statik ve çok sahici bir sevgiyle beni hala besleyen babam, kahramanım, dizimde ağlıyordu...
- Ben annemi çok özledim...
"Baba benimkini ödünç al", ya da "sen benden şanslısın, ben babaannemi hiç görmedim aa", veyahut "ay seni kim üzdü bakiim, hemen paralayıvereyim"..
gibi abuk sabuk lafları ettim mi, yoksa sadece aklımdan mı geçirdim emin değilim sadece babamın gözyaşlarının bacağımda, pantolonumda oluşturduğu ıslak lekelere bakakalmıştım, elim babamın başında...
O lekelerin kuruyacağını bildiğim kadar, bu sahnenin asla hafızamdan kazınmayacağını da biliyordum! Bunu da babam öğretmişti bana. 12 Eylül 1980 sabahı, Tarih öğretmeni olan babam, "Derya, şu anda tarihe tanıklık ediyorsun, sadece bunun farkında ol, işte tarih böyle oluşuyor" demişti.
İşte babamın gözyaşları bacağımda yuvarlakların birleşmesinden büyücenek bir ıslaklığa dönüşürken bunun da bir "tanıklık" olduğunun farkındaydım, babam öğretmişti..
Annem durumu ele aldı, ben babamın dikkatini başka bir şeye çevirme hevesiyle, mutfakta bulduğum bir sütlü tatlıyı alışılmamış bir şaklabanlıkla babama getirdim... Babam artık ağlamıyordu, annem hiçbirşey olmamışçasına o hafta gelen buzdolabı tamircisine arızayı sesiyle nasıl canlandırdığını anlatarak, aslında o anda ne kadar çok şey olduğunun altını çizdiğinin farkında bile değildi.... bacağım sırılsıklamdı....
Gecenin geri kalanı sessiz bir "anlaşmayla" hiçbirşey olmadı" tiyatrosuyla sürdü.... bacağım sırılsıklamdı...
Ertesi sabah annem ve babam uyurken hazırlandım ve işe gittim, pantolonum kurumuştu.... bacağım sırılsıklamdı...
Taksim'deki ofise vardığımda, masamdan seyrettiğim Taksim, mahmurluğunu, isteksiz bir enerjiyle farklı yönlere giden insan güruhunun hareketiyle atmaya çalışıyordu her sabahki gibi, bacağım sırılsıklamdı...,
Telefon çaldı, karşı komşumuz Sevil Hanım "Derya eve gelmen lazım, baban...."
Eve gittiğimde, odamdaki pantolonum kurumuştu, bacağım ise hala sırılsıklamdı....
Babamın doğumgünüydü, ve bacağım sırılsıklamdı...
Baba, bacağım hiç kurumadı, bacağım sırılsıklam, sol bacağım... Hiç kurumuyor...
1.10.2008
Derya
Hayatın böyle bir tarifi olması mümkün mü, diye düşünüyorum, elbette mümkün, hatta çok da doğru. Bugünü zaten yaşıyor olduğumuza göre, geçmişi hatırlamakta eksik, geleceği öngörmekte yetersiz kalındığında, hayat "bilinemiyor" oluyor, evet doğru.
Bana da böyle öğretilmiş olsa gerek, bambaşka bir istikamete giden bir repliğin sadece bu kuplesi yakaladı beni. Kızlarla babaları arasında bir türlü huzura kavuşmayan şefkatli tutku ve ütopya derecesindeki marazi aşk, çocukken konfor ve biraz şımarıklık, ergenken kendini saklamayla beğendirme arasındaki dans, yetişkinlikte ise tüm bunların birleşimini en özgürce ifade edebileceği bir duygu selinin güvenli ve kontrollu gölüne dönüşüyor.
28 Kasım 1982, İstanbul'un soğuğu minik kırbaçlar halinde kol gezmeye başlamıştı. İşten eve geldim ve hazırlanmış akşam sofrasına oturdum, annem babam ve ben. Babam akşam yemeklerini karın doyurma eyleminden sımsıcak ve farklı bir birbirimizle gözgöze gelme ritüeline dönüştürmüştü. Yemekler yenirken, babam
- Anlat bakalım ne dedikodular var?
Bu, babamın "bugün neler oldu" sorgusunun en cilveli oyuncusuydu. Karşısındakinin özel kutusuna sızabilecek formatta soru sorulduğunda gerçek cevap asla ne gecikir, ne de şekil değiştirir. Bu oyunu seviyordum. O günkü "dedikoduları" harıl harıl anlatırken babam öylesine dikkatle ve önemseyerek dinlerdi ki, satıraralarını görüyor olmasından asla rahatsızlık duymaz, oyunun bu kendine has gizemli gidişine teslim olurdum, gene oldum.
Yemekten sonra annemin ısrarla yemeğe aslında neyi eksik ya da fazla koyduğu özeleştirisinin arkasında saklanan "lütfen yemeklerimi çok sevdiğinizi söyleyin, duymak çok hoşuma gidiyor" arzusunu babamla ben sırayla:
- Güzin, gene döktürmüşsün, ömrüne bereket, ellerine sağlık, sen annemi geçtin karıcım,
- Anne, bu yemekler yüzünden kilo alacağım, yapma noolur ya,
cümlelerimizle sobeledik.
Her akşam yemekten sonra sofra toplanır ve ardından babam kahvesini benim elimden şöyle isterdi:
- Derya, biliyor musun Yemen'de darbe olmuş!!!!!!!!!!
- Güzin Brezilya'da bu yıl kahve rekoltesi düşükmüş, tüh...!!!
- Taze elden taze pişmiş ne tazelerdi, hay allah şu tekerlemeyi bir türlü hatırlayamadım...!!!
Anlar ve mutfağa koşardım. Ne kadar ağır ateşte yaparsam yapayım, ne kadar hızla ve koşarak getirsem dahi, lezzetine ve kıvamına değil ama "sıcak olmamasına" bir türlü çare bulamamışken, anneannemin sihirli sırrı ile bunu da çözmüştüm sonunda. Kahve kaynarken fincanın içine kaynar su koyarak fincanın kendisini de ısıtıyordum.
Babam kahvesinin artık sıcak olmasından memnun, ben ise bu büyülü sırrı öğrendiğim için gururlu ama ketumdum. Ser verip sır vermiyordum.
Annem her akşam katılmazdı kahve içmeye, o akşam da katılmadı, ben eşlik ettim babama. Ne de olsa artık büyümüştüm, kahve içince "arap olma" riski yoktu artık...
Kahvelerimize annem de o günkü kendi "dedikoduları" ile katıldı.
- Şekerim, bu sabah sen Migros'dayken Samime Hanım telefon etti. Temizlik varmış, kahveye çağırdı beni, aa gelemem Adnan gelecek şimdi dedim, aman Adnan, gene bir afra tafra yaptı, yok Adnan çocuk muymuş, yok bir kahve de sonra seninle içermişim, bak Adnan, bunu kaçtır yapıyor...
- Güzin, Samime Hanım telefonu açtığında nasıl "Güzin" dedi, bir daha yapsana,
Annem inanılmaz taklit yapabilen ve olayları tek kişilik bir tiyatro tadında kostüm ve tam dekorlu bir sahnede sergileyebilen bir yetenekti. Bu özelliğiyle hem bir ayrıcalığın tadını çıkartır, hem de yeteneğinden emin bir şımarıklılıkla nazlanmayı da ihmal etmezdi.
- Adnan, e aşkolsun, lafımı bölüyorsun ama..
- Olur mu karıcığım, bölmek ne kelime, doyamıyorum geri sarıp bazı bölümleri tekrar tekrar dinlemek istiyorum..
Şımarık nazlanması babama olan aşk ve hayranlığına yenik düşen annem her zamanki gibi direnmedi ve kahkahalarımız eşliğinde istenileni yaptı.
Babam güldüğünde gözleri çizgi gibi olurdu, çok güzel gülerdi babam, hakkını vererek gülerdi. Onu güldürmek çok kolay değildi belki ama, başarılabilindiğinde alınan haz da eşsizdi.
Babam aniden "yarın benim doğumgünüm" dedi. Havada asılı kaldı bu laf. Daha sonra iki kere daha indirdi o havadaki lafını babam, sonra televizyondaki Türk Sanat Müziği Korosu'nun sesi yankılanmaya başladı:
şu güzeller güzeli
yar gibi geldi bana
gözlerinde bir mana
var gibi geldi bana
bir münasip zamanda
mesela saat onda
buluşalım kordon'da
der gibi geldi bana
gel benim gonca gülüm
kalmadı tahammülüm
sensiz hayat izmirlim
zor gibi geldi bana
- Güzin hatırlıyor musun, annem bu şarkıyı çok severdi...
dedi babam. Çok dikkatimi çekecek bir laf olmamasına rağmen dönüp babama baktım. Ben doğmadan hayattan ayrılan babaanneme dair tüm bilgileri dağarcığıma doldurup babaannemle bütün çocukluklarını geçirmiş abim ve ablamla aynı skora gelme hevesiydi, biliyordum..
Başımı çevirdiğimde babamın dudakları titriyordu. İlk kez oluyordu bu, ilk kez babam tamamen kendine ait, çocukluğuna ait bir dokunuşa tepki veriyordu. Hiç düşünmeden kanepenin diğer ucunda oturan babama yaklaştım ve sarılmanın yollarını ararken hiç beklemediğim birşey oldu.
Babam bir yandan ağlarken, bir yandan dizime koyuverdi başını. Dizinde büyüdüğüm, şımartıldığım, dünyanın en güzel kızı olduğumu kulağıma değil, gözümün içine bakarak söyleyen, akşam yemeklerinde benim iştahsızlığıma ve huysuzluğuma şefkatli otoritesiyle galip gelen, toleranssız ama statik ve çok sahici bir sevgiyle beni hala besleyen babam, kahramanım, dizimde ağlıyordu...
- Ben annemi çok özledim...
"Baba benimkini ödünç al", ya da "sen benden şanslısın, ben babaannemi hiç görmedim aa", veyahut "ay seni kim üzdü bakiim, hemen paralayıvereyim"..
gibi abuk sabuk lafları ettim mi, yoksa sadece aklımdan mı geçirdim emin değilim sadece babamın gözyaşlarının bacağımda, pantolonumda oluşturduğu ıslak lekelere bakakalmıştım, elim babamın başında...
O lekelerin kuruyacağını bildiğim kadar, bu sahnenin asla hafızamdan kazınmayacağını da biliyordum! Bunu da babam öğretmişti bana. 12 Eylül 1980 sabahı, Tarih öğretmeni olan babam, "Derya, şu anda tarihe tanıklık ediyorsun, sadece bunun farkında ol, işte tarih böyle oluşuyor" demişti.
İşte babamın gözyaşları bacağımda yuvarlakların birleşmesinden büyücenek bir ıslaklığa dönüşürken bunun da bir "tanıklık" olduğunun farkındaydım, babam öğretmişti..
Annem durumu ele aldı, ben babamın dikkatini başka bir şeye çevirme hevesiyle, mutfakta bulduğum bir sütlü tatlıyı alışılmamış bir şaklabanlıkla babama getirdim... Babam artık ağlamıyordu, annem hiçbirşey olmamışçasına o hafta gelen buzdolabı tamircisine arızayı sesiyle nasıl canlandırdığını anlatarak, aslında o anda ne kadar çok şey olduğunun altını çizdiğinin farkında bile değildi.... bacağım sırılsıklamdı....
Gecenin geri kalanı sessiz bir "anlaşmayla" hiçbirşey olmadı" tiyatrosuyla sürdü.... bacağım sırılsıklamdı...
Ertesi sabah annem ve babam uyurken hazırlandım ve işe gittim, pantolonum kurumuştu.... bacağım sırılsıklamdı...
Taksim'deki ofise vardığımda, masamdan seyrettiğim Taksim, mahmurluğunu, isteksiz bir enerjiyle farklı yönlere giden insan güruhunun hareketiyle atmaya çalışıyordu her sabahki gibi, bacağım sırılsıklamdı...,
Telefon çaldı, karşı komşumuz Sevil Hanım "Derya eve gelmen lazım, baban...."
Eve gittiğimde, odamdaki pantolonum kurumuştu, bacağım ise hala sırılsıklamdı....
Babamın doğumgünüydü, ve bacağım sırılsıklamdı...
Baba, bacağım hiç kurumadı, bacağım sırılsıklam, sol bacağım... Hiç kurumuyor...
1.10.2008
Derya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder