8.10.2007

KÖPRÜ DERKEN NERELERE GİTTİM...

Köprü dendiğinde ikinin ayrılığı mı gelir önce akıla, yoksa ayrı ikinin birleşmesi mi.. Algılamalar nasıl da gece ve gündüz kadar farklı olabiliyor tek bir kelimenin tarifinde.

Köprü dendiğinde benim aklıma ilk gelen buluşma... Bir köprünün ortasında buluşma.. Hep bir uçtan diğerine gidiyoruz, ve her gidiş bir köprüden geçiyor mutlaka, düşüncede köprü, niyette köprü, uygulamada köprü. Sürekli bir köprüden geçmekteyiz hayat denen bu, uzun olup olmadığı bir kelebek ömrünün sırrında gizli, seyahatte.

Köprülerden geçerken köprüler de kuruyoruz bazen, bazen de yıkıyoruz. Ama illa ki her köprü bir diğerine götürüyor, bir yenisini kuruyor da olsak, mevcudu yıkıyor da olsak, hep bir sonraki durak gene bir köprü.

Yaşam yolculuğu sonsuz bir köprü iken, ve biz o köprü/ler/den geçerken birileriyle ya da birşeylerle karşılaşıp yepyeni köprüler oluştururken belki, bu ağ nereye kadar genişliyor, geçtiğimiz köprülerden bir daha geçebiliyor muyuz, ya da bizim kurduğumuz köprülerden kimler geçiyor.

Yaşam bize bahşedilen hazır bir sunum mu, yoksa bizim sürekli geçtiğimiz ve aynen bizim gibi geçenlerin zamanında kurup bıraktıkları köprüler mi... Kendi yarattığımız bir kurguyu mu "yaşıyoruz" hayatta olmak derken bunun adına.

Bazen olur ya, deja vu deriz, o anı herşeyiyle hatırlarız yaşamaya salise kala, biliriz ne olduğunu, acaba diyorum, deja vu yaşarken, kendi yaptığımız bir köprüden geçiyor olabilir miyiz..

Sorulardan oluşan bir yazı olmasını planlamamıştım, aslında hiçbirşey planlamamıştım, sadece "köprü" belirdi zihnimde, kimbilir belki de memnun değil şu anda buraya döktüklerimden, belki de diyor ki "ben bambaşka şeyler uyandırdığımı düşünüyordum, bunlar değildi aslında, olmadı.."

Bana göre oldu, ipten yapılmış bir köprünün üstünde atılan her adımla birlikte sallanan köprünün tedirgin güvenliği kadar oldu en azından.

İp köprü deyince, bu kez de anılarım alıverdiler beni aralarına, bana 11 yıl evvelini hatırlattılar.

Malezya'ya gitmiştik, hani bugünlerde "öyle olur muyuz Allah korusun" dediğimiz Malezya'ya, Quantan şehrine hem de, hani şu "Indecent Proposal" filminde bahsi geçen şehre. Ne kadar da önemli bir mekana gitmişiz, hem sinematografik hem de güncel siyasal geçmişi var!

Ancak benim hatırladığım, köprü lafıyla zihnimde uyanan hatıranın resmi enfes bir ormanın ortasında keyiften afallatan bir sukunet ve ama bir o kadar da o dinginliğin içinde sessiz çığlıklarla dökülen bir şelale ve onun küçük göletini gösteriyor bana tekrar.

Eren, ben ve kuzinimiz Ayşim gitmiştik oraya Maley bir taksiciyle. Şişman, iri yarı, esmer bir Müslümandı sanırım şöför, ama saygılı ve bir o kadar da cana yakın bir adamdı. Kiralanmış olmasına rağmen bizi gezdirdiği her yeri en az bizim kadar zevk alarak, bizimle birlikte gezmiş, yorumlar yapmış, şaşırmış, beğenmişti, çok ilginç ve tanıdık bir adamdı, şöför değildi sanki, adını hatırlamadığım için üzüldüm şimdi.

Gelelim biraz evvelki resme. İnanılmaz "ormanlıkta" bir orman, sadece gölete dökülen suyun coşkulu sessizliğinin hışırtısı sarmış etrafı ses adına, sarmış da demeyeyim, kucaklamış ormanı o frekans, evet bu daha doğru, kucaklamış ve arabadan iner inmez bulutun içinden geçen uçak misali biz de kendimizi bir sonraki adımda o engin sessizlik gürültüsünün içinde buluvermişiz... evet aynen böyle bir his idi.

Görüntünün muhteşem doğallığı ve görkemli sadeliğine fon bu sessiz gürültü tabloyu içinde olduğuma inanamayacağım kadar ilahi yapıvermişti. Böylesine beni resmine hapseden, gönüllüce esir düştüğüm durumlarda etrafımdakileri unuturum ben, gene öyle olmuştu, gene Eren ve Ayşim'i unutarak itaatkar bir hipnoz havasında önce şelalenin döküldüğü gölete yürümüşüm, kendimi paçalarımı sıvamış, ayaklarımı suya sokmuş, bir kayanın üstünde oturup dökülen suların, kendi oluşturdukları havuzla, köpükler doğurarak öpüşmesini seyrederken buldum. Öpüşme noktasındaki karnaval göletin sadece o noktasında sınırlı ve suyun geri kalan kısmı üstünden uçan minnacık kanatlıların tetiklediği belli belirsiz esintiden etkilenerek halkacıklardan oluşan minik ürpermeler gösterecek kadar hassas bir huzurda.. Böylesine sakin bir çelişki ancak ve ancak tabiatta mümkün diye düşündüğümü hayal meyal hatırlar gibiyim.

Bu kez de, suyun ihtişamlı sessizliğine bu kadar yakınken, hatta içinde ucundan kenarından da olsa yer almışken, fondan ormanın sesi gelmekteydi. Yaprakların nazlı salınmaları mı, ağaçların topraktaki köklerinin gerinmesi mi, yapraktan toprağa atlayan çiy tanesinin sesi mi, bilemeyeceğim ama Vasconselos'un romanlarında konuşturduğu tabiatı duyuyordum sanki. Ayaklarım suda, bakışlarım akan ve toplanan suların birleşme noktasında, duygularım heryerde..

Birden gözüme köprü takıldı, hani şu filmlerde gördüğümüz sallanan ip/urgan,herneyse işte, ondan yapılmış köprü, çıkmalıydım o köprüye, tam da üstümüzden geçiyordu, zaten sanırım beni o bulunduğum noktadan o köprüden başka hiçbirşey ayıramazdı. Gene beynim mi ayaklarımı, yoksa ayaklarım mı beynimi idare ediyor bilinmezliğinin içinde, kalktım ve kendimi köprünün üstünde buldum. Ben yürüdükçe ayağımın altında birbirine urganlarla bağlanmış yatay tahtalar tahtırevalli gibi sallanıyorlardı,aynı zamanda köprü de sallanmaktaydı kendine özgü ritmince.

Ürküyordum ama annesi tarafından ilk defa tahtırevalliye bindirilmiş bir çocuğun coşkulu korkusu idi bu. "Korkmuyorum korkmuyorum, aslında çok korkuyorum evet ama çok da eğleniyorum" bakışları vardı duygularımın, deli gibi atan kalbimin insanı sarhoş eden oksijen ziyafetinin ortasında sırf heyecan ve keyiften ekstra hızlandığını anlamam uzun sürmedi zaten, bıraktım kalbimi, o da hızlansın varsın, o da tadını çıkartsın bu belki bir daha tekrarlanmayacak şölenin diye düşünmüş olmalıyım... Ve o köprüde karşımda ağaçlar, solumda ağaçlar, sağımda şelale ve onun göleti, altımda akan su, bu doyumsuz resmin ortasında ise ben.... Korkan ama korkarken de çok eğlenen ben.."Tanrı'm, bu ben miyim, bu kadar büyülü bir masal resminin ortasında duran ben miyim, iyi ki benim, iyi ki..." bile diyemeyecek kadar nutkum tutulmuş ben....

11 yıl evvelinin sabırsızlığıyla ormanı ve suyu ve köprüyü sadece duydum, dinleyemedim bile, duydum yalnızca, onlarla konuşmayı da akıl edemedim, belki de cesaret edemedim, bunu ancak şimdi anlayabiliyorum, Kazdağları'nın Yeşilyurt köyünde benimle konuşan doğaya cevap vermiş ve onunla konuşabilmiş olduktan sonra idrak edebiliyorum böyle bir şansım olmuş olduğunu...

Olsun, ya bunu hiç anlayamasaydım, ya hala daha değil dinlemeyi, tabiatı "duyamayan" lardan olsaydım....

Eşsizdi, yazımın, anlatacaklarımın bitmesine üzülüyorum, yazarken gene oradaydım çünki, 11 yıl sonra tekrar oradaydım ve hatırladığım kadar güzeldi gene....

Yeşil ve akan su, işte beni "ben" yapanlar, bunu tesbit etmiş ruhum ta o zaman ama tescili bu zamanlara kalmış demek ki...

Tesbiti tescil edebilmiş bir şanslıyım artık....:)

Derya
8.10.2007
02:28