20.09.2007

HAYALLERİM KONUŞTULAR BENİMLE

Hayallerim vardı, hala da varlar, belki eskisine göre biraz daha gerçeğe yakın, belki eskisine göre daha da uçuk, değişiyor hayallerimin profilleri, içinde bulunduğum, ya da daha doğrusu “kendimi içine soktuğum ruh durumuma” göre değişiyorlar, isimleri hep aynı kalıyor kalmasına da, kurguları değişiyor. Aceleci ve umutsuz bir ruh halindeysem daha gerçeğe yakın cümlelerden oluşturuyorum onları, olabilirlikleri bana umut versin diye. Yok eğer daha huzurlu ve sabırlı bir ruh halideysem, işte o zaman uçurabildiğim kaçar uçuruyorum, sınırlarını esnetebildiğim kadar esnetiyorum, nasıl olsa iyiyim ya, olabilirlik telaşı kalkmış oluyor ortadan.

Yaşam süresince kah yaşadıklarımız, kah yaşadığımızı sandıklarımız, kah yaşayacaklarımızı düşündüklerimiz, kah yaşayamayacağımızdan korktuklarımız, bunları farklı sıra ve farklı etki dereceleriyle yaşayıp duruyoruz, “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” demiş ya birisi, bence değişmeyen birşey daha var, yaşadığımız müddetçe sürekli, her durumda, ürettiğimiz hayallerimiz. Onlardan hiç vazgeçmiyoruz, herkesin kendince hayalleri hep var. Olsun da, frontal lobumuz aktif olduğu müddetçe bu değişmeyecek ve hep varolacak, aynen nefes almak gibi, acıkınca yemek yemek, susayınca su içmek gibi, yaşam sürdükçe hayaller de hep olacak.

Ben hayallerimi seviyorum, onları ben yaratıyorum çünki, elbette yaratmama sebep olacak şeyler yaşıyorum ve oradan kaynaklandıkları oluyor, ama neticede onları ben oluşturuyorum, ben kurguluyorum, bana aitler. Hem onları duruma göre ve isteğime bağlı olarak arzu ettiğim şekilde ve zamanda değiştirebiliyorum, modifiye edebiliyorum, baştan kurgulayabiliyorum ya da vazgeçebiliyorum. Bunları yapmak için de hiçbir altyapı hazırlamama, kimselere hesap vermeme, hiçbirşeyden vazgeçmek zorunda kalmama falan da gerek olmuyor. “Ben yaptım oldu” yu yaşamanın tarifsiz doyumunu bile gene hayallerim sağlıyor bana.

Vazgeçtiğim hayallerim ise ben istemezsem beni terketmiyorlar, kenarda bekliyorlar, “ihtiyaç anında camı kırınız” kutusunun içinde sabırla bekliyorlar. Onları seviyorum.

Hayalsiz kalmayı, hayal kuramama azabına düşmeyi, hayal kurmak istememe kafesine girmeyi düşünmek bile istemiyorum, doğamıza aykırı, olamaz böyle birşey.

Bu yazı bir şeye bağlanmayacak, bu yazı bir amaç için de yazılmadı, bu yazı sadece ve sadece hayatta olduğumun bana göre en somut/soyut ispatı olan hayal kurmanın aslında müteşekkir olmamız gereken bir hediye olduğunu kendime hatırlatmak ihtiyacından çıktı sanırım. Öylesine açtım sayfayı ve hayallerim diye başladım.

Son zamanlarda onları ihmal mi ettim, sanmam... Belki biraz fazla oynamış olabilirim üzerlerinde, fazlaca seri değişikliklere sokmuş olabilirim, gerçi benim hayallerim genelde sessizdirler, bana herhangi bir duygu yansıtmazlar kendiliklerinden, onlara giydirdiğim elbiselerin içinde öylece dururlar uslu bir kız çocuğu gibi, elbiselerine bakarlar, alışırlar hemen ve dururlar öylece. Acaba bu son zamanlarda çok mu sık değiştirdim elbiselerini, ya da giydirdiğim elbiseleri mi tozlandı ve ben hiç umursamadım, bilemiyorum ama var birşeyler. Aniden kendilerini hatırlatmak ihtiyacı hissettiler bana. Yoksa ben deli miyim, neden durup dururken senelerdir, doğduğumdan beri birlikte olduğum hayallerim hakkında bir manifesto yazmaya kalkmış olayım.

En iyisi ben biraz dinlemeye çalışayım, belki bunca zamandır aslında sessizce sesleniyorlar bana, ve fakat ben onların konuşmayacağını öylesine “hayal etmişim” ki, duyamıyorum seslerini, konuşacaklarına inanmadığım için algılamıyorum.

Hayallerimi dinlemeye karar veriyorum şu andan itibaren, bakalım bana neler diyecekler, eskiler mi konuşacak, camın arkasında bekleyenler mi, yoksa en taze gözde olan son yaratılanlar mı, yoksa, aslında bu bir “organize hareket” olarak toplu bir “deklarasyon” mu olacak......

Delirmedim canım, yok yok, sadece “yaratıcı” olmanın kibirine kapıldım kaygısı duydum içimde bir an, hayallerimin yaratıcısı olarak onlara yüklediğim anlam ve misyonların yanında mutlaka onlara da “söz hakkı” tanımam gerektiği gibi bir “hayal etiği” geliştirdim, bu da bir hayal belki, olsun, diyorum ya, hayallerimiz hiç bitmiyor, hiç......

Derya
27.06.2007

Borges Şiiri Anlatmış

Jorge Luis Borges


"The Art of Poetry"

To gaze at a river made of time and water
And remember Time is another river.
To know we stray like a river
and our faces vanish like water.

To feel that waking is another dream
that dreams of not dreaming and that the death
we fear in our bones is the death
that every night we call a dream.

To see in every day and year a symbol
of all the days of man and his years,
and convert the outrage of the years
into a music, a sound, and a symbol.

To see in death a dream, in the sunset
a golden sadness--such is poetry,
humble and immortal, poetry,
returning, like dawn and the sunset.

Sometimes at evening there's a face
that sees us from the deeps of a mirror.
Art must be that sort of mirror,
disclosing to each of us his face.

They say Ulysses, wearied of wonders,
wept with love on seeing Ithaca,
humble and green. Art is that Ithaca,
a green eternity, not wonders.

Art is endless like a river flowing,
passing, yet remaining, a mirror to the same
inconstant Heraclitus, who is the same
and yet another, like the river flowing.

İstediklerimiz...........

Bu da benim Manifestom


1. Çocukluğuma geri dönmek istiyorum
2. Yıldız Sarayı’nın içindeki mahallemize, Müvezzi Caddesi’ndeki Derya
apartmanının birinci katındaki sobalı evimizde olmak istiyorum
3. Altımızdaki Bakkal Osman Efendi’nin oğlu Muzaffer ve kızı Ayten ablayla, Osman amcanın gazete kağıtlarından kesekağıdı yapmalarına yardım etmek istiyorum
4. Annemin balkondan “kızım üstünü kirletiyorsun” demesine aldırmadan bakkalın karısı Sabiye teyzenin un ve suyla yaptığı bulamaçla kesekağıtlarını yapıştırmaya devam etmek istiyorum
5. Harp Akademileri’nin içindeki asfalt yollara dökülen at kestanelerini kırık şişelerin sivri uçlarıyla ortasından oyarak parmağıma yüzük yapmak istiyorum
6. Akrabamız Turhan Amca’nın kızının ayağına artık küçük gelen demir tekerlekli patenlerimi takıp o asfalt yollarda paten kaymak istiyorum
7. Şimdi Conrad Otel’in olduğu alandaki eski havuzlu ve havuzunda kırmızı balıklar olan kime ait olduğunu bilmediğimiz ve gizlice girip ağaçlarına tırmandığımız bahçede oynamak istiyorum
8. Barbaros Bulvarı’nın hemen sağındaki şimdiki park, o zamanlar bizim “dutluk” dediğimiz yerde piknik yapmak istiyorum
9. Dutluğun karşısında şimdi galiba Sabancı Lisesi olan eski “Sağır ve Dilsizler Okulu”nun parmaklıklarından bize genizden gelen boğuk seslerle seslenen sağır-dilsiz çocukların yanına gidip onlarla el işaretleriyle konuşmak istiyorum, topumu onların bahçesine bilerek kaçırmak ve geri vermeden evvel aynı sesleri çıkartarak coşkuyla topumla oynamalarını sonra da gülümseyerek bana geri atıp el sallamalarını görmek ve onlara el sallamak istiyorum.
10. Yıldız Sarayı’na çıkan yokuşun üzerindeki Saray Camii’sinin avlusunda oynamak istiyorum.
11. Arada ayakkabılarımı çıkartıp, imamdan izin alarak o caminin görkem ve sessizliğini ve temiz sabun kokusunu içime çekmek, orada “Allah baba”yla konuşmak istiyorum.
12. Camide “Allah baba”dan istediğim yatırınca gözlerini kapatan, kaldırınca açan bebeği babamın yatağımın yanına koymuş olduğunu uyanınca görmek istiyorum.
13. Evin önünde hava kararana kadar mahalle arkadaşlarımla seksek oynamak istiyorum.
14. Apartman kömürlüğünde doğum yapmış olan mahallenin kedisinin gözleri açılmamış yavrularını gidip çömelerek uzaktan izlemek istiyorum (annem dedi ki anne kediler kıskanç olurlar, yavrularını ellersen çok kızarlar, onun için elimi süremiyorum)
15. Salı akşamları radyoda “Alkatraz Kuşçusu” piyesini dinlemek istiyorum.
16. Piyesi dinlerken annemin hepimize sırayla portakal elma soyarak vermesini, kabuklarını da sobaya atmasını ve sobadan gelen o şahane kokuyu içime çekmenin tanıdıklığını tekrar hissetmek istiyorum.
17. Balkona oturup ayaklarımı parmaklıkların arasından aşağıya sallandırarak gelen geçeni seyretmek ve arkadaşlarımın sokağa çıktığını görür görmez annemden izin alıp sokağa çıkmak istiyorum.
18. Aşağı mahallede oturan Erol’un yaptığı tahta kaykaya binmek ve onun o metal tekerleğinin kaldırımda çıkarttığı sesten gurur duymak istiyorum tekrar.
19. Kar yağdığı zaman annemin beni sıkı sıkı giydirip sokağa kartopu oynamaya çıkartışını istiyorum.
20. Damlardan sarkan buzlardan korkmak istiyorum.
21. Kardanadam yapıp, pencereden sürekli onu seyretmek istiyorum.
22. Kar yağdığı günler annemin beni okula götürmeyip karşı komşularımıza bırakmasını istiyorum, onların evde kendileri için hazırladıkları içinde birsürü meyva olan “tükenmez” dedikleri karışımdan içmek istiyorum.
23. Annemden izin alıp aşağı mahalleye gidip oradaki çocuklarla çeşme başında oynamak istiyorum.
24. Gene aşağı mahallede, çayır çimende, arkadaşlarımla çadır kurup “evcilik” oynamak istiyorum.
25. Ben bunları çok istiyorum, çok özlemişim.......

Pablo Neruda sevenlere

I do not love you as if you were salt-rose or topaz,
or the arrow of carnations the fire shoots off.
I love you as certain things are to be loved,
in secret, between the shadow and the soul.

I love you as the plant that never blooms,
but carries in itself the light of hidden flowers.
Thanks to your love a certain fragrance,
risen darkly from the earth, lives darkly in my body.

I love you without knowing how, or when, or from where,
I love you straightforwardly, without complexities or pride,
so I love you because I know no other way than this:
where "I" does not exist, nor "you,"
So close that your hand on my chest is my hand,
So close that your eyes close and I fall asleep.

-Pablo Neruda

Giden mi olmak lazım, kalan mı.....

ZOR DURUMDAYIM

Git demek geliyor
Yeri geliyor
Dilimin ucuna geliyor
Demek lazım geliyor

Yürek diyemiyor
Beden istemiyor
Ruh direniyor
Ezcümle denemiyor

Git diyemeyince
Kal mı denmiş olunuyor
Böyle mi okunuyor
Okumayı bilen var mı?

Git ne demek
İstemiyorum mu demek
Yoksa gitmeyeceğim demeni
Duymak mı istemek

Gitmeleri sevmiyorum
Gidenleri özlüyorum
Özlemeyi sevmiyorum
Esas sorun bu

Bir de sormadan gidenler var
Haber bile vermeden
Gözü gözündeyken gidenler
Gerçekten gidenler

İşte onlara
Böyle gidenlere
Ne git/me diyebiliyorsun
Ne de kalabiliyorlar zaten

En iyisi giden-kalan olmasa
Giden gitmemiş olsa
Kalan olmamış olsa
Bizbize kalsak birarada ve ayrı

Hiç olmazsa bir kerecik
Bizbize ve ayrı................

Derya
28.3.2007

Rüya'nın Şiiri - Rüya mıydı yoksa yazdım mı gerçekten...

BU ŞİİRİN ADI İÇİNDE GİZLİ

Bedeni yatağa serip
Ruhu hayallere gönderip
Gözlerin kepenklerini indirip
Kalbin sesini dinlediğimiz zamanlardır

Zamanlardan uykudur
Mekanlardan hayaldir
Hayallerden özlemdir
Özlemlerden nedir....

Kalbin sesi konuşur
Ruh konuşulanları hayaller
Beden gevşer, yayılır, seyre dalar
Gözlerin kepenkleri hala kapalı

Derler ki bunun adı rüya’dır
Derler ki herkes görür
Kimi hatırlar, anlatır, sorar
Kimi hatırlamak istemez, anlatmak istemez, gene de merak eder

Ne tuhaftır
Yaratan gören sen
Anlatan sen
Manasını bilemeyen gene sen

Bir de kızlara koyarlar bunu isim diye
O kızlar görür mü kendisini
Gördüğünde ne der
Ah bu ben’miyim mi? der...mi...

Derya 21.03.2007

Yeşilyurt Köyü - Bam Teli Yol Konağı'na gittim Mart 2007 de







Efendim şimdi şöyle,

Buradan Atlasjet'e biniliyor ve tam tamına 35 dakika sonra (bir servislik süre yani, sandviçin son lokmasını yutarken kemerlerinizi bağlayın inişe geçiyoruz diyo pilot abi) şıkırttadanak Edremit Havaalanına iniliyor, uçaktan inilip 18 adımda havaalanı!!! na giriliyor, 5 dakika sonra bagaj alınıyor ve karşılamaya gelmiş olan elemanın arabasına binilerek yaklaşık 35-40 dakikalık bir araba seyahati neticesinde Yeşilyurt köyüne varılıyor.

Akşam saat 23:30 suları, köy meydanında araba duruyor, limonata gibi bir hava , ama da hafif serin, minnacık bir rampayla soldaki konağa giriliyor ki, sanırsınız arkadaşınızın evine geldiniz. Sağda mutfak, karşısında bir yemek salonu, şömine çıtır çıtır yanmakta, loş ışık, teypte George Dalaras sonrasında da Cafe del Mar müzikleri çalıyor,

Çok şeker bir hanım ve birkaç köy kelebeği etrafınızda pervane, çanta odaya çıkartılıyor, baş köşeye buyur edildikten sonra "ben bir kahve alabilir miyim" soruma, "biz size mercanköşk çayı hazırlamıştık, ama arzu ederseniz kahve verelim" diyorlar, ben "ayıya bal sormuşlar, hüngür hüngür ağlamaya başlamış , verdiniz de yemedimmi" demiş misali ama ağlamadan!!!!! "şahane valla, onu içerim" diyip, gecenin geri kalanını Otel sahibesi Filiz Hanım, onun arkadaşı Aytaç Bey ve mahallenin kahvesini işleten bir delikanlının sohbeti eşliğinde 5-6 fincan mercanköşk çayı içerekten ruhumu temizleme işlemine nefis bir giriş yapmış oluyorum.

Sonra, odama çıkıyorum, ahşap ve gıcırdayan merdivenlerden, odam şahane, içinde şömine, yatak kocaman, kendimi yatağa atıyor ve nefis bir uykuya dalıyorum.

Sabah kuş sesleri içinde o caanım yatakta uyanma, gerinerek yataktan kalkıp bir duş, giyinme ve kitaplarımla bahçeye kahvaltıya inme,

Güneş sımsıcak, karşımda bir köy meydanı, kendisini en son Hayat Bilgisi kitabında görmüştüm sanırım İlkokul 3. sınıf falandı, ta kendisi karşımda, sağda cami, onun yanında meydana nazır bir Cafe, karşısında bakkal, zeytinci, köy kahvesi,kadınlar kapının önüne birer tahta taburemsi atmışlar, kimi pirinç ayıklıyor, kimi tığ işi yapıyor, kimi kızının saçını örüyor, ben ayakta dikilince "hoşgeldiniiizzz" diyorlar,

Gündüz çalışan kıdemli kelebek Teslime bana mükellef bir kahvaltı getiriyor, köy meydanına nazır bendeniz kekikli mis gibi zeytinyağlı zeytin, nefis beyazpeynir, nane ve zeytinyağına yatırılmış mis kokulu domates, iki çeşit reçel (portakal ve incir - ev yapımı haaa), bal, birkaç çeşit peynir, taze kızarmış köy ekmeği, ince belli bardakta tavşan kanı çay, ve bir de "ısırgan otlu omlet" le kendimden geçiyorum. Teslime herhalde beni gizlice gözetliyor ki, çayımın sonu yudumunu içtiğimde bardağı masaya bırakırken o boş bardağı alıyor ve dolusunu bırakıyor.

Güneş pırıl pırıl ama güneş gözlüğümü takmak istemiyorum çünki renkler o kadar güzel ki, etraf ağaçlık karşısı dağ, güneş gözlerimi sadece okşuyor şefkatle, takmıyorum gözlüğümü.

Köy meydanında yatan köpeklerden biri kalkıp biraz kaşınıyor sonra da karşı köşeye gidip bu kez de oraya yatıyor, onun yaklaştığını gören beyaz patili karakedi yerini değiştirip sağdaki duvara tırmanıyor,

Kitap okuyorum biraz, kahvaltıyı topluyor Teslime ve bana taze elden taze pişmiş taze kahve getiriyor, tazeleniyorum ve yürüyüşe çıkmaya karar veriyorum

Bir ormana giriyorum ve bakın ekte kimlerle karşılaşıyorum.........

Ruhum, hani şu şehirdeki koşuşturma sırasında hep geride kalan ruhum, ormanda yürürken nasıl keyifli, nasıl mutlu, önde koşturuyor ama arada bir de arkaya dönüp bana bakıyor geliyor muyum diye.....

Bir çeşmenin yanından geçiyor ve çeşmeden su içiyorum, su şekerli mi ne....

Miniminnacık bir derenin üstünde atlıyorum, atlarken de dilek tutuyorum (neden mi, bilmem, içimden ööle geldi.....), zeytin ağaçlarının, çılgınca açmış dağ anemonlarının, lavantaların, kekiklerin arasından hepsine selam vererek ve adını bilemediğim , seslerini orada hatırladığım birsürü kuşun sesini dinleyerek, ve en önemlisi YAVAŞ YAVAŞ, ayağımın altındaki toprağın çıtırtısını bile duyarak yürüyorum da yürüyorum..


Yürüyüşümün rahvan temposuna taban tabana zıt süratte kelebekler uçuşuyor etrafımda, birkaç metre biri eşlik ediyor bana, derken, bayrak yarışı sanki, kenara konuyor bana eşlik eden ve oradan yeni bir kelebek düşüyor önüme, hangisine bakacağımı şaşırıyorum, birden hayatımda gördüğüm en küçük kelebeği görüyor ve çığlık atıyorum küçüğünden bir tane....



Sonra bir dereye daha geliyorum, ama bu gerçekten bir dere, üstünde köprü var, artık keyiften aklımı kaçıracak hale gelmişim, "Allahım delirsem de bu köyde deli bir kadın olarak ihtiyarlasam" diyesim geliyor, demiyorum, köprüden geçip hoop soldan derenin yanına iniyorum, orada ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum, su bana bakıyor, ben suya bakıyorum, bunun da suyunu çıkartmamaya karar verip, benim iki çocuklu bir anne olduğumu hatırlayıp oradan kalkıp aynı güzergahı aynı keyifle geri yürüyorum.

Bu yürüyüşüm toplam 2,5 saat sürmüş, konağa vardığımda beni mantı-köfte-bonfile-salata- ne istersiniz ifadesiyle karşılıyorlar, ağzımda yayık bir sırıtmayla "sadece salata" diyebiliyorum ve köy meydanının gözlerinin içine bakmak üzere bahçeye gidiyorum. Bir salata geliyor ki, aman da aman, bütün o yürüyüşte kokusunu duyduğum, rengini gördüğüm, üstlerine basmamak için akrobasi yaptığım yeşillikler salatanın içinden bana bakıyorlar.

Özür dileyerek hepsini mideme indiriyorum,

Hava biraz serinledi mi ne, içeri geçeyim diyorum ve içerde şöminenin karşısında konuşlanıyorum. Bir kadeh "otlu şarap" ikram ediyorlar bana, haydaaaaa, demin salatadaki koku ve lezzetler şimdi de şu "koyu yakut-bordo ve kıvamlı" şarabın içinden sesleniyorlar bana. Aklımı kaçırmaya karar veriyorum ve elimde otlu şarap, karşımda şömine, elimde bir maşa, bir taraftan şarabımı yudumluyor, bir taraftan ateşi eşeliyor, kendimce yarattığım şahane ve büyülü dünyanın içinde keyifle eşeleniyorum anlayacağınız

Bam Teli Konağı’nın kelebekleri Derya (ben değil, bu sahiden ikinci bir Derya..), Gülcan, beni havaalanından arabayla alan Emrah ve esas kelebek Teslime teker teker yanıma uğrayıp sessizce soruyorlar “iyi misiniz, bir isteğiniz var mı” diye, tuhaf bir yer burası, kelimelerle konuşmuyor insanlar, gözlerle de değil, sessizce girip çıkıyor ve o arada bu konuşmalar geçiyor, kelimesiz, sessiz, sahiden tuhaf bir yer burası...

Biraz sonra, Derya mezeleri (bütün o otların farklı farklı versiyonları, anlatılmaz, damağa yerleştirip hissetmek lazım, henüz o lezzetleri tarif edecek kelimeler söylenmemiş, düşündüm ama ı-ıh yok vallahi..), Gülcan şöminedeki yanmamakta direnen koca kütüğü tutuşturacak çıraları, Emrah kızarmış ev yapımı köy ekmeğimi, ardından gene Derya “tavuklu ve ısırganotlu ve yeşilzeytin garnitürlü sigara böreklermi getiriyor. Yedikçe keyifleniyor, keyiflendikçe yayılıyor, yayıldıkça suratımdaki anlamsız sırıtmadan gurur duyuyor, ezcümle ruhum ve kalbim bedenimle “elim sende” oynuyorlar. Tek başımayım henüz ama sıkılmak ne kelime, belki hissettiklerim gürültü bile yapıyor yemek odasının sukunetinde.

Kapı çalıyor, bir gece evvel tanıştığım, aslen Tekirdağ’lı, Eczacıbaşı ve akabinde Hürriyet Muhasebe Müdürlüğünden emekli, Siyasal Bilgiler mezunu, babası çingene Bodur Hasan’ın oğlu Aytaç Bey geliyor. Kendisi otel sahiplerinin çocukluk arkadaşı, oradaki can yoldaşları, saçları neredeyse beline kadar uzun, kocaman da bir Borsalino şapka takıyor, tip bir adam. Sahiden de tip. Tatlı sohbetimiz esnasında anlatıyor, Erol Simavi’nin yadigarı berbere kestirirmiş saçlarını, ama da kestirmek değil, kazıtırmış kafasını, derken berber ölmüş, “işte ondan sonra bir daha berbere gitmedim, böyle oldular, amaaan bana ne, saç da neymiş,” deyiveriyor.

Filiz Hanım da katılıyor bize ve “akşam ekibi toplandı” ismi altında akşam sefasına tatlı bir geçiş yapıyorum. Hiç soru sormuyorlar, ortaya konuşuyorlar, ben de atıyorum ortaya laflarımı, bir güzel dans oluyor ki ortada, serbest laf dansı, yok yok kesin bir efsun var bu memlekette, yahu herşey bir tuhaf, mühür vuruyor insanın hatıralarına.

Ben otlu şarabıma devam ediyorum, onlar rakıya, “güneş rakı burcuna girdi çoktan” diyorlar, vakt-i kerahatin Kaz Dağları versiyonu bu olsa gerek. Nitekim ben de ertesi gün akşamüzeri “güneş otlu şarap burcuna girdi kanımca” diyerek bu jargonu ne kadar benimsediğimi belirtiyorum gururla ve beni aralarına “kabul” törenini derhal koca bir kadeh otlu şarapla oracıkta yapıveriyorlar.

Hayatlar, mutluluklar, hayalkırıklıkları, aslında neyi ne kadar istemediğimiz ama da neyi ne kadar çok isteyip söyleyebildiğimiz/söyleyemediğimiz, iyi ki de sustuğumuz ya da keşke konuşsaydıklarımız, hepsi ortada gecenin sonunda...... Hiçbir ortak tarafı olmayan ama bir şekilde birbirine dokunmuş farklı hayatların içinden kendilerini ortaya atmış kelimelerin serbest dansı sanırım herkes ayrıldıktan, ben gıcırdayan merdivenlerden odama çıkıp kendimi o güvenli ve ama yumuşak yatağıma atıp uykunun bedenime girişine müsaade ettikten sonra bile devam ediyor. Sabah uyanıp gene kendimi bahçedeki köşeme, köy meydanıyle biran evvel gözgöze geleceğim noktaya atmak üzere merdivenlerden indiğimde beni “günaydın Deryaanım, hemen kahvaltınızı getiriyorum” derken hınzırca gülümseyen Teslime’nin gözlerinden anlıyorum ki sabah o geldiğinde dans devam etmiş.....

Bu kez köy meydanındaki kadınlar bana şakalar yapıyorlar, Muhtarın karısı keçi peyniri yapıvermiş de, acep tadarmıymışım, bizim uralarda bulamazmışım böylesini, Teslime’ye de sitem ediyor Muhtarın karısı, “dün muhtarı (kocasından Muhtar diye bahsediyor, şeytan diyor ki git kadını kucakla, yahu biz bu adet ve örnekleri en son Sadri Alışık-Fatma Girik filmlerinde bırakmamış mıydık..?) yolda görmüşsün, selam vermemişsin, sana gönül koymuş” diyor. Teslime gülüyor kıkır kıkır, “e ozman o deyvereymiş gönül koyasıya!!” diye cevap veriyor. Hep beraber gülüyoruz, beni de alıverdiler köy meydanı kadın sohbetlerinin içine birden. Yaaa ben burada yaşlanıp ölmek istiyorum.

“Bugün farklı bir yere yürü Deryaanım” diyor Teslime. Tarifi alıyorum, sahiden de farklı bir yere yürüyorum, bu da çoook güzel, bu da çamların arasında bir yürüyüş, ama hayır, beni dünkü çeşme ve devamındaki anemonlu, kelebekli, kuş cıvıltılı, dalına dilek tutup ot bağladığım zeytin ağacının olduğu yol ve sonundaki dere çağırıyor. Arada köy meydanında bir mola veriyor, Kader, Mevre (kendi adını söyleyemiyor bir de “r”leri , keşke resmini çekeydim!!) ve Ece sırayla gelip önümde ip atlıyorlar, bir tanesinin saçının örgüsü açılmış, “gel düzelteyim” lafımı daha tamamlamadan gelip yaslanıveriyor göğsüme, yaa ben hakikaten burada yaşlanıp kalmak istiyorum.

Bir gün evvelki güzergahıma tekrar koyuluyorum moladan sonra, bu kez tanışıyoruz artık, hem tabiatla, hem de köy ahalisiyle, “genemi aynı yola gidiyon” diyor çakır gözlü yaşını tahmin edemeyeceğim ama da Muhtarın karısı olmadığından emin olduğum bir kadın. “Evet” diyorum ve devam ediyoruz, yüzümdeki salak gülümseme ve ben. Kuşlar, kelebekler, üstünden atladığım dere, çeşme, çeşmenin tatlı suyu, patikanın kenarındaki anemonlar, a-aa bu dün açmamıştı diye farkettiğim yeni açanlar, çok yeni ama hep tanırmışım kadar tanıdık yeni yarenlerimin arasından yürüyorum gene. Gene yavaş yavaş yürüyorum, gene köprüden hoop sola geçip suyun yanına iniyor, gene aynı anlamsız ama ruhuma bin anlam kattığından emin olduğum suyla bakışma ritüelimi yapıyorum.

Geri dönüyorum, ama hiçbiriyle vedalaşmıyorum, bir daha geleceğim biliyorum...

Cafe de Filiz Hanım beni bekliyor, “güneş otlu şarap burcuna girdi mi?” diye soruyorum, koşarak gidip şarabımı getiriyor, Aytaç Bey karides ve fener balığı almış, içerde mutfakta bize özel hazırlamakta onları. Arada gelip , “tamam, karidesleri lüpletirken fener güveç pişecek, zamanlama süper” diyor ve gene kayboluyor. Ayrılmama saatler kaldı ama ruhum kendini çivilemiş oraya, yüzüme bile bakmıyor “kız kalk hazırlanalım” dediğimde....

Ece geliyor, muhtarın kızı. Kolumun altına giriyor, bana rüyalarını anlatıyor, yemek için içeri çağrıldığımda ise bana küsüyor, gözlerim dolu dolu giriyorum içeriye...... Karidesler nefis, ballı hardallı sosa batırıp batırıp yiyoruz bata çıka.... Derken fener balığı güveçte geliyor, bu kısımda hafif bir şuur kaybı yaşadım herhalde zira bir sonraki duyduğum laf “Deryaanım yola çıkalım mı, geç kalacaksınız”, Filiz Hanım ise diyor ki” noolur gitmeyin, bir güncük daha kalın”..... Çantamı topluyorum , Derya ve Gülcan ellerinde su kapları, önce bir sarılıyoruz birbirimize, “sizi çok sevdik” diyorlar, “gene geleceğim” diyorum onlara, sesim biraz çatladı mı ne, Aytaç Bey’le sarılıyor ve öpüşüyoruz “illa ki geleceksin kız” diyor bana, Filiz Hanım bebek baykuşların seslerini dinletiyor arabaya binmeden Hayat Bilgisi kitabında kaldığını zannettiğim köy meydanının bol yıldızlı lacivert gecesinde, ruhum ise köşedeki ağacın dalına tünemiş bana dil çıkartıp el sallıyor, arabaya biniyorum, arkamdan su döküyorlar, sonra kendime geldiğimde Edremit Havaalanında Atlasjet görevlisinden azar işitmekte olduğumu farkediyorum “Hanımefendi insaf, uçağın kalkmasına 4,5 dakika kaldı, lütfen yani, aaaaaaa...”, “çok özür dilerim, bir daha yapmam” diyorum yüzümdeki yılışık sırıtmayla, uçağa biniyorum ve ama bakıyorum ki bu bir rüya değilmiş, hatta şu anda da kendimi çimdikledim, sahiden de rüya değil, gerçek.............................

Derya