19.12.2008

TANIDIKLA AŞK

Sabah saat 07:00, Gayrettepe'de evden çıktım, kış bahara dönmüştü yüzünü ama sabahları hala soğuktu, hem de kavuran soğuk, sıcak yataktan alelacele çıkmanın üşümesini bile döven bir soğuk. Paltomun yakalarını kaldırdım, Yıldızposta Caddesi'ndeki otobüs durağına her sabahki olağan yürüyüşüme başladım... gözlerim ayakla ufuk ortasında bir noktada, adımlarım sert ve seri, hava çokkk soğuk.

Gayrettepe'nin o zamanlar henüz kulakları mühürlenmemiş üç sokak köpeği de takıldılar peşime, üçü yarım çembere alıp eşlik ederlerdi bana her sabah, sessiz bir ittifaktı bu. Onları bir kere bile ellememiş olmama rağmen, onlardan korkmamam, "hoşt"lamamam ve uyum içinde benimle yürümelerini, bana eskort etmelerini onaylamamın ödülüydü sanki bu sadık vazife...

Durağa kadar yürüdük birlikte, troleybüs geldi, bindim, Ortaköy'e kadar sürecek yaklaşık 20 dakikalık bir seferdi bu, karşımda o tanımadığım adamın sakin bir umutla sabahları başını öne eğip arada bir kaçamak bakışlarla tekrarladığı "günaydın" ını her sabah yeniden uzattığı, binenlerin aynı, inenlerin hep aynı durakta indiği, sürprizlerin pek olmadığı sıcacık bir seyahatti. Yataktan çıkmanın üşümesini soğuğun dövmesinden sonra sıcak ofise giden yolda daha az sıcak ama gönlü ısıtan bir troleybüs yolculuğu, seviyorum bunu.

O gün, iş çıkışı, yakında evlenecek olan abimin düğün kokteyli için kıyafet seçmeye gideceğim. Annem her zaman olduğu gibi bu seçimde de yer almış, giymeyi düşündüğüm "güderi kıyafet" için bir tanıdık bulmuş. Oysa, en azından parayla alınacak şeylerin bir tanıdık elinden geçmesine itirazım annemce de malumdu ama, "anne işte, kırılmasın, ne yapalım tanıdıktan kaynaklanacak engelleri de aşmak zorundayız ana hatırına.." demiştim kendime.

İş çıkışı, anneyle Taksim'de buluşma, Galatasaray'daki bir pasaja yürüme, oradaki dükkanı bulma gibi detaylardan sonra nihayet dükkana giriş, annemin kendini takdimi ve tanıdık erkeğe beni takdimi, [inanmıyorum hala benden "çocuk" diye bahsediyor, e pes, 20 yaşımdayım.....], bu sinirle ya da mahcubiyetle, ayırdedemiyorum hangisiydi baskın çıkan, tanıdığa fazlaca dikkat etmedim. Kıyafeti seçtim, güderiyi seçtim ve prova için gün alarak tanıdığa da teşekkür ederek oradan çıktık.

20 yaşımın coşkusu, kendimi azami gösterme cüretini yaratacak bir özgüven de getirmiş yanında. Geride bıraktığım okul yıllarımdaki "kendimi gizleme, dişiliğimi reddetme" debelenmelerim, kendimle, bedenimle, cinsiyetimle barışmayı uyandırarak onu gizlemek ezberini unutmuş. Yepyeni bir şiir bellemişim, adı "güzelim, bundan da utanmıyorum"... Yürüken saçlarımın savrulmasından da gururluyum, topuklarımın tıkırtısından da, hatta tırnaklarımın uzun ve ojeli oluşunu dudaklarımdaki ruj kadar hak görüyorum kendimde, süslenmenin ve gençliğimin en neşeli senaryosunda başrolü üstlenmişim.

Bir sonraki hafta prova için aynı dükkandayım, bu sefer yanımda ne annem var ne de geçen haftaki tanıdık diye düşünürken bu seçeneklerden sadece bir tanesinin geçerli olduğunu görüverdim. Dükkana, açıldığında bir zil tıngırdayan kapısından girdiğimde, karşımda ilk gördüğüm tanıdık dı, orada oturuyordu. Nezaketle selamlaştım ve elini sıkarak hatır sorduktan sonra dükkan sahibiyle provaya başladık. Tanıdık, provanın hemen her safhasına "gözleriyle" müdahale ediyor, anne başıma ne işler açtın, ben bu adamdan sıkıldım...diyemeyeceğim, hayır sıkılmadım ama yolunda olmayan bir şey var, gözleriyle herşeye karışıyor, düşündüklerime bile...

Prova bitti, akşam saat 7 civarları, İstiklal Caddesi bugünkü kadar değilse bile gene de okul zamanlarımdan kalma bir tanış, birlikte çıkıyoruz dükkandan. Yağmur yağıyor, ahmak ıslatan değil, herkesi ıslatan bir yağmur o yüzden şemsiyemi açıyorum ama bu tanıdık benim şemsiyemin altına girmek için şemsiyemi elimden alıyor, şaşkınlıkla bakıyorum ve gönüllüce veriveriyorum elimdeki şemsiyeyi, buna ayrıca şaşırmaktayım, bununla da kalmıyor benim elimi de kendi koluna takıyor..... Birisinin koluna girdiğinizde eliniz titrer mi, normalde titrememesi lazım ama benim elim titriyor, kolunu biraz sıkıyor tanıdık, elimin titremesini bastırırcasına ve bastırıyor da, bu sefer dizlerimde bir boşalma var, cebren şemsiyemin altında tanıdıkla yanak yanağayız ha gayret....

İtirazım var ama bu itiraz "tanıdığa değil, içimde konuşan ben, işte ona itirazım.İçimdeki ben öyle sessiz haykırmakta ki, boğazım kuruyor, zaten yürürken de dizlerim boşalıyor ama bir yandan da sanki ayağım yere basmıyor, çoğul manalı bir anlamsızlıklar zincirinde sürükleniyorum.

Galatasaray Lisesi'nin önüne henüz varmışız, yağmurun altında yürüdükçe taşların arasından sıçrayan çamurlar bile umurumda değil, bacaklarımın arkası şimdiden çamur zebrası ama gerçekten umurumda değil, gerginim ve sebebi farklı....Birden İstiklal Caddesi'nin o homojen insan selinin arasından kulağıma gelen birsürü ses arasında bir tanesi kulağımda çınlıyor ve kahkahalarla sarsılıyorum, 9-10 yaşlarında bir erkek çocuğu, sigara satıyor ve seri bir şekilde bağırıyor:
- Hadiiii Mamsun Saltepe, Mamsun Saltepe, Mamsun Salt.e..pe..

Bu gülmek iyi geldi, en azından gülerken titreyen elim, boşalan dizlerim ve tıkanan nefesime geçerli bir kılıf buldum, olsun..... Tanıdık da gülüyor biraz, ama daha çok ben gülerken durduğumdan, o, durduğumuz sürenin daha büyük bir bölümünü, daha az gülerek ve ama daha çok beni seyrederek geçiriyor. Bu sebeple gülmemi alışılmış süresinden kısa tutuyorum, utanıyorum, çok seyrediyor, böyle içimi bile sanki, aa....

Yürüyoruz, ama düz yürümek yerine Balıkpazarı'na sapıyoruz, etraftaki, tarlada olduklarından daha canlı renklerde danseden, sebze-meyve ve balık alaimsemasının arasından geçerken kendimi "Oscar törenine giren aktristler" gibi hissettiğimi hatırlıyorum, sürekli birşeyler anlatıyor tanıdık, söyledikleri değil, ucundan iliştiğim kolu, başımın yanıbaşındaki, şemsiyenin altındaki başı, yürüdükçe omzuma sürtünen omzu, ve hepsinden öte bütün bunları sarmalayan sesi.... yürüyor muyum, süzülüyor muyum, belirsiz... bedenim bir şekilde ilerliyor ama kalbim koccaman bir konuşma balonunun içinde ürkek bir mutlu, zaman ise menzilde bile değil, durum karışık ama güzel.

Bütün bu bulutun içindeyken ve en esasında maksat Taksim'e yürüyüp oradan ayrılmak iken, biz Taksim'e geliyoruz ama hala elim kolunda, o yanımda, ya da ben onun yanında, ama toplamda ikimiz şemsiyenin altında. Yağmur hala yağıyor mu ondan bile emin değilim, içine girdiğim konuşma balonunun sahibi ses sebebiyle süresini ve şiddetini asla tahmin etmediğim bir depremin sırtında gidişlerdeyim derken şu cümleyle kendime geliyorum, hem düşünsel hem de aktüel anlamda, "şurda bir çay içelim, üşüdük".... Divan Oteli'nin önüne gelmişiz, ve evet üşümüşüm, ve evet o da üşümüş, ve hepsinde daha evet benim yerime karar vermiş aynen prova sırasında tüm iğnelerin yerini gözleriyle idare ettiği gibi, ve, ve, ve...... Divan Pastahanesinde karşı karşıya oturuyoruz.

Anne ne yaptın bana......!!!!!!!!!...............

Divan Pastahanesi'nde bir masada şaşkınım, zaman içinde zamanüstü bir boyut yaşıyorum, şemsiyenin altındayken beni benden alıp bambaşka bilmediğim istikametlerde savuran ses ve sahibi karşımda, ses artık bir fon müziği haline gelmiş, masada sesin karşısında oturan ben önümdeki çay fincanını arada bir ağzıma götürüp getirme dışında dış dünyayla olan tüm ilişkimi kesmişim. Hayatta meslek olarak en çok istediğim tiyatro oyunculuğu (inanmayacak kimse ama hala daha öyle, neden olamadığımı karıştırmayacağım uzun ve mantıksız, ama tiyatro oyunculuğu hala boğazımda bir düğüm, o kadar keskin bir tutku yani), evet bu tutkuyu kalbimde, en gizlimde, en kadife keselerde saklarken ben, provalarda başlayan ve şemsiye altında yürümeyi takiben şu masada devam eden efsunun karşı tarafı bir de üstüne üstlük tiyatrocu çıkmaz mı...

Tanrım, bütün işaretler tek yönü gösteriyor, istikamet çoktan ayna gibi karşımda, üstelik de ben o istikamete uçarak gitmelerdeyim, ve fakat sanki bir ayrı ben var beni dışarıdan seyrediyor, oldukça tuhaf, gerçeküstü sayılabilecek bir ruh hali (şimdi düşününce salaklık derecesinde bir aşk çarpması elbette, ama o günkü duygularımı dillendirmeye çalışıyorum, affola...)..

Tiyatro denince o tutulmuş dilim bile çözülüyor, yağmur gibi ardarda sorular sormak istiyorum ve:
- Tiyatro eğitimine kaç yaşında başladın..ız....
- Siz yok

Siz eşiğini de atladık, beni oradan oraya sürükleyen ses ve şemsiyenin altındaki tanıdık artık gözlerime direk bakarak sesinin cüretini gözlerime ok ok saplıyor, ben ise gözümü kırpmadan gelen bütün okları kabul ediyorum. Divan Pastahanesi ne kadar güzel bir yermiş, bu akşam kapatmasalar, ya da üstümüze kapatsalar, biz burada "hapis" kalsak, salak salak hayallerime gene salak salak gülümsüyorum, karşımdan gülümsemelerime cevaplar geliyor, karnım buruluyor, göğüs kafesimin altına doğru tatlı kramplar girmeye başladı, hani şu arabada giderken üstünden geçilen rampanın inişinde insanın içine kelebekler savuran darbeler, şimdi rampasız, statik durumdayken, içimde kreşendo temposundalar.

- Nerede oturuyorsun Derya?
- .........
- Derya?
- Hı, kim...ben mi?
- (sadece gülümseme, elimi hafifçe okşama ve baş sallama)
- (Ay konuşamıyorum....bütün duyu sistemim elimin üstündeki elde takılı kaldı)
- Derya..?
- Efendim (toparlandım, hiçbirşey olmamış gibi davranıyorum ama evet... beceremedim)
- Kalkalım, sen eve geç kalma,
- (Allahım lütfen kalkarken birşeyleri devirmeyeyim, lütfennn... kendimi hiç bu kadar beceriksiz ve savruk hissetmemiştim, KENDİNE GEL DERYA...)

Taksideyiz, "Gayrettepe'ye gi....." demeye başlamışken şöföre, alışmışım ya tek başıma varolmaya, birden kolumu bir el sıkıyor, susuyorum, korktum, ama kolumdaki elden de memnunum, yaşasın, belki çekmez elini, "Gayrettepe'ye gidiyoruz şöför Bey", Allahım sesi ne kadar güzel...Eli kolumda, sesi kulağımda, taksinin arka koltuğunda cümbürcemaat oturuyoruz, trafik Allahtan!!!!! sıkışık, ağır ilerliyor, ve ama, maalesef ama, el nihayet Gayrettepe'ye geliyoruz, "nereden sapalım" diye soruyor şöför, ürkekçe tanıdığa bakıyorum, o otoriteye çoktan teslim olmuşum, başını sallıyor "sen söyle" der gibi, izin çıktı, "şurdan ışıklardan sola, sonra karşıya düz lütfen" diyorum, sesim çatladı, lanet olsun, hep böyle olur üfff.... Önüme bakıyorum, derken kolumdaki el elimi kavrıyor ve o noktadan sonra, ama gerçekten, hiçbirşey hatırlamıyorum.... İlk kez değil elimin bir erkek tarafından tutuluşu, ama ilk kez. İlk kez değil bir erkekten etkilenmem, ama ilk kez. Evet nedense daha evvel yaşadığım herşey bu tanıdıkta temize çekilircesine "ilk kez" defterine tescilli kayıt oluyor.

Ben elimi tutan elden gelen sıcaklık ve içimdeki serin meltemin uğultusunu dinlerken, birden şöförün sesini duyuyorum "sağa mı sola mı?", cevap vermek istemiyorum, yol ayrımındayız, ya sağ demem lazım ya sol, ama ben konuşmamak istiyorum, şöför yokmuş gibi davranmak istiyorum, acaba sussam doğru yönü tahmin eder mi, ay cevap vermek istemiyorum, ve ama çaresiz ve elbette veriyorum "sola lütfen".... bu cevabımdan 46 saniye sonra evimin kapısındayız.... "geldik..." diyorum, el elimi bırakmadan kapıyı açıyor, sonra bana dönüp yanağıma bir öpücük kondurduktan sonra kulağıma "yarın 13:00 de burdan mı alayım seni" diyor,.... Başım dönüyor ama kendimden ummadığım bir performansla "buradan" deyiveriyorum şıp diye, diğer yanağımdan da öpüyor ve beni dışarı çekiyor. Uydu vaziyetinde olduğumun farkındayım ve ama bundan da çok memnunum.

Bir sonraki sahnede odamda aynanın önünde yüzüme bakıyorum ve ellerimle yüzümü kapatıyorum. Biran evvel akşam yemeğini yemeli ve yatmalıyım, çocukluğumdaki "bayram arefesi" sendromu uyandı, bu kez daha farklı ama, sabah kalktığımda başucumda rugan ayakkabılar değil, birkaç saat sonrasında atlas kelebekler vadisi bekliyor beni.Yemekten sonra yatağımda düşünüyorum,

- Derya, bu adam senden 20 yaş büyük
- Olsun, kime ne
- Derya, bu adam tanıdık
- Olsun, kader bu, ben istemedim ki tanışmak, kader işte besbelli
- Derya, olmaz, üzüleceksin
- Üzülene kadarki zamanım bugünün yarısı kadar bile zevk verecekse razıyım
- Derya yapma
- YAPACAĞIM

Saat 13:00, son iki saatimi gardrobumdaki kıyafetler ve kombinasyonları arasında sonsuz debelenerek geçirdim, kan ter içinde kaldım, üç kere duşa girdim, sonunda kahverengi fitilli kadife pantolonum, bej dik yakalı kazağım, kahverengi atkım ve triko paltomla "genç kız" görünümünde ama "küçük kadın" psikolojisinde "saçmasapan" bir durumda kapıya iniyorum ve orada bekleyen arabaya biniyorum. Güzelim evet çok güzelim.... Değilsem de güzelim... Büyüdüm ben.... Güzel bir yetişkinim ve ama çok da ufağım... şahane bir çelişki...Müthiş bir aşk, artık ortada aşk, bu adam herşeyi biliyor, ben daha düşünmeden ne "düşünmem gerektiğini" bile biliyor, güzel bakıyor, güzel dokunuyor, "Derya" deyişi bile bir başka, çok aşık oldum çok.....

Anne bana ne yaptın!!!!!!!!!!!! İyiki yaptın anne......

Tanıdık bana hem çok yabancı, tehlikeli, heyecanlı ve yepyeni bir pencere açmış, hem de aslında çok aşina olduğum , evin en küçüğü, sınıfımın en küçüğü, ezcümle içinde başrolde "ufak" olduğum genetik senaryomu tekrar seyrettirmeye başlamıştı. Beni olabildiğince arkadaşlarıyla tanıştırıyor, onların yanında , "o"nun korumasında ve ama aynı zamanda onun "tahtırevanında" oturmanın gururunu yaşıyordum.

Birgün bir bahçede bir ağacın altında otururken, resmimi çekmişti. Fotoğraf basılıp geldikten sonra "sevgi bakışı" nı görmüştüm kendi gözlerimde. Bana birsürü, varlığından dahi haberdar olmadığım şey öğretiyordu, hem de en doğal yolla, yaşayarak....yaşatarak...anlatarak değil.

Malum o zamanlar cep telefonu yok, 1978 den bahsediyorum, haftada bir-iki kez telefonla konuşuyoruz, haftada bir de görüşüyoruz gibi sanki, beni hem kucaklamış ve ama aynı zamanda da ucumdan tutuyor gibi, ben de ona hem teslim olmuş, hem de sadece kaçamak bakışlarla onu gözetler gibi..Saatlerden bir iş çıkışı, gündüz telefonlaşmış ve buluşmaya karar vermişiz. Tuvalette alel acele ve ama büyük de bir itinayla makyajımı tazeliyorum. İyiki bu sabah berbere gitmişim, tedbirli olmayı da öğreniyorum, büyüdüm artık. Mermer zeminde neşeli tıkırtılar çıkartarak masama dönüyor, iş arkadaşlarımın yüzümde birden parlayan renkleri farkettiklerini anlıyor ve baştansavma bir "iyi akşamlar"la olası soruları savuşturuyorum. Ortaköy-Beşiktaş-Nişantaşı hattından Şişli'ye varmak üzereyken, Osmanbey civarlarında onu görüyorum. Kaldırımda yürüyor elleri cebinde, dışardan, yukardan, bir yabancıymış gibi bakmaya çalışıyorum, beceremiyorum..olmadı.. Bir sonraki hissim yanımda oturanı dürtüp "bakın şu sağda yürüyen deri ceketli kumral adam var ya, işte ben onunla buluşmaya gidiyorum, ne kadar yakışıklı değil mi" demek, elbette bunu da yapmıyorum ve zaten buluşacağımız yere geldik, iniyorum.

Divan Pastahanesinde yakaladığım, daha doğrusu "başıma gelen" büyü, devam ediyor, etraftaki herşeyden soyutlanıyorum onunla beraberken, tek fark var, durumu içime sindirdiğim için, arada dış dünyaya gururlu bakışlar atabiliyorum "ben bir aşk yaşıyorum, evet bu adamla bir aşk yaşıyorum" bakışları bunlar, bu hamleyle egomu parlattıktan sonra tekrar dış dünya kepenklerini kapatıp sıcacık heyecanıma dalıveriyorum.Tiyatrocu olduğundan mıdır bilinmez, o kadar güzel cümleler kuruyor ki, hayır devrik ya da epik değil, sahici, basit ve bir o kadar da "unutulmaz" cümleler, beynim sürekli not alıyor, elimde değil. O gün de karşılıklı otururken, birden susuyor, bana bakmaya başlıyor, ağzımı kapatmalıyım diye düşünüyorum onun ağzına bakarken , dişleri ayrık, ayrık dişliler şanslı olurlar derdi anneannem acaba onun şansı benmiyim diye düşündüğümü hatırlıyorum, tam saçlarına içimden methiyeler düzmeye sıra gelmişken şöyle diyor:

- Yaşım yaşına durumum evlenmeye uygun olsaydı..bile..."seninle evlenmeye kıyamazdım"..

Öyle afallatıcı bir cümle ki, oturduğum yerde sendeliyorum. Aklım başımda ama başım bir karış havada.... O akşam eve giderken ayaklarım yere değmiyor, evde sofrada yemek midemde valsediyor, annem babamla otururken söylenenler kulağımı yalayıp geçiyor, uyumak için yattığımda ise hayallerim gülümsememe tutsak düşüyorlar.

20 yaşımdayım, artık çalışıyorum ve fakat babacığımın güven barajını aşamamışım, babam bir anlamda beni dizinden hayata yolcu etmiş ama kalbinde ve babalığının otoritesinde de zincire vurmuş, zincirin adı: hava kararınca evde olacaksın. Bundandır ki sadece gündüz görüşebiliyoruz, kaçak göçek. Bize okulda, ailede, yalan söylememek öğretildi, onun için yalan söylemiyorum, ama gerçeği de hiç söyleyemem. Kafamı ve mantığımı derhal farklı bir düzeye çekip, kendime "yalan söylemeyeceğim tamam, ama bu bütün doğruları da söyleyeceğim manasına gelmez" diyerek bu segah bahanemi şiar ediniyorum, bir miktar suçluluk elbette duyuyorum ama olsun, yalan söylemiyorum sonuçta. Gittiğim yer doğru, sadece orada kim(ler)le olduğum "eksik". Kendi hayatım adlı sahneye ürkek bir giriş sanki...

Haftasonları arkadaşlarımla buluşuyorum, doğru, ama onlardan erken ayrılıp imkansız sayılabilecek aktarmalarla sevgi durağına kısa da olsa uğrayıp eve döndüğümde kendimi yalan söylemiş hissetmediğim gibi, aynı anda hem kendimi memnun edip, hem de ailemi tedirgin etmemiş olmaktan gurur bile duyuyorum. Kötü birşey yapmıyorum ki, seviyorum sadece..

Gayrettepe de oturuyoruz, Suadiye'de oturan arkadaşımdan erken çıkıp Gayrettepe deki evimize "karanlık basmadan" dönüş yolunda Florya'ya!! uğrayabiliyorum. Orada beni 4-5 kişilik bir "yetişkinler" grubu alkışlıyor üstelik, daha da üstelik onu görmüş, dokunmuş, hala beni beğeniyor ve seviyor olduğunu bir kez daha yaşayarak hatırlamış oluyorum.

- Demedimmi gelir diye, "biblom" gelmiş...

Sırf bu alkış ve sahiplenmeyi duymak bile o kadar yolu bir tur daha yapmama çok haklı bir gerekçe. Biblo mu dedi gene.....neyse...

IMÇ nin tepesinde bir kebapçıdayız, bir Cumartesi öğlen. En yakın arkadaşı var bize eşlik eden, (aslında ben o iki arkadaşın masasına eşlik ediyorum belki de ama bunun farkında olmak istemiyorum daha...) Adana Kebapçısı, e bu adamlar da Adana'lı. Mezelere, kebaplara, hatta salatadaki soğana bile naatlar düzüyorlar,

- Adana değil Ayıntep mutfağı muazzamdır (bu ben..)
- Ne dedin sen ne dedin?
- Ayıntep mutfağı dedim, onlar Adana'dan çok daha iyi bilirler bu işi.
- Bak sennn, bir anlat bakayım şu "iyi bilme durumunu".. Ayıntep de diyor yahu..haha
- Antep, yemeğin kebabın hatta salatanın içine konan malzemeleri baharatla terbiye eder bu bir, Antep soğanı çok dikkatli kullanır tercihen de soğan yerine gene işleme tabi tutulmuş sarımsağı tercih eder bu iki, Antep yemeklerini yedikten sonra hiçbir rahatsızlık duymazsı..n...
- Bir dakka bir dakka, sen ufacık biblo boyunla şimdi koca iki Adanalı yanında Antep mutfağını mı övüyorsun?
- Evet, ve haklıyım (kızıyor mu, şaka mı yapıyor, anlayamadım....)
- Sen bunları nereden biliyorsun söyle bakalım, duyuyor musun abi..
- Babamdan (eyvah, hayatımın iki kahramanı karşı karşıya, baba özür dilerim..)
- Baban Antep'li mi?
- Hayır ama orada çok uzun seneler kalmışlar daha ben doğmadan (tüh keşke bu doğma lafını etmeseydim, ..)
- Bak biblom, bak birtanem, kebap Adana'dan çıkmıştır, geri kalan heryer Adana taklididir bunu unutma, konu kapanmıştır
- Hayır kapanmadı, ben Antep kebabı icad etti demedim ki, Antep mutfağı daha lezzetli ve güzel dedim, arada fark var (Allahım ne yapıyorum...)
- Abi şu Tofaş işini konuşacaktık, şimdi ben diyorum ki......
- Ne oldu, konu değiştiriyorsun, (kendime inanamıyorum, sussana Derya , "susmayacağım, ben biblo değilim, hayatta susmam"...)
- Biblom, bir dakika, şu meseleyi bir bitirelim.. diyorum ki akreditiflere...
- Biblo değil Derya, ve ben sıkıldım, kebapları da sevmedim zaten, hem siz iş konuşuyorsunuz, ben kalkıyorum, sakın rahatsız olmayın, ben kendim kalkabilir ve gidebilirim (blöf değil gerçekten kalktım..)
- Derya!
- Afiyet olsun size, trafik de düğüm olmadan ben gideyim (eğilip yanağından öpüyorum, biraz yumuşattım ama sahiden gidiyorum, sıkıldığımı kendime bile söylememiştim ama evet, sıkıldım)

Yolda giderken önce "hava kararmadan" randevusuna telaş etmeden yetişeceğim rahatlığı, ardından beni sessizce kırbaçladığını uzun zamandır hissettiğim "biblo" itirazımın sahiciliği, son olarak da kendime ait bir duruşu cesurca ve dozunda gösterebilmenin gururuyla keyifli iken, eve yaklaştıkça "ya beni bir daha aramazsa, ya zaten aslında esas o sıkılmışsa ve ....üffff...kötü mü yaptım" ların şüphesinde tedirginleşiyorum, akabinde uykusuz bir gece..

Bu arada iş değiştirdim, çalıştığım yerden istifa ederek başka bir işe geçtim, bundan iyi sebep mi olur aramak için, telefona sarılıyorum ve

- İş telefonlarım değişti, onu haber vermek istedim
- Birtanem, nasılsın, ben de seni arayacaktım (Nasıl yani....kızmadı mı, yoksa unuttu mu, e ben kaç gecedir neden uykusuzum, etkisiz miyim, yoksa hala biblo muyum,)
- İyiyim
- Kızgın biblolar sinirlenince daha da mı güzel parlarlar acaba
- Biblo çatladı, rafa kaldırıldı, artık ben yani Derya var
- Derya'yı bugün iş çıkışı görebilir miyim o halde?
- Tamam.......

Yugoslavya'ya gidiyorum iki haftalığına, o gün buluştuğumuzda vedalaşıyorum, o vedalaşmıyor, yani hiçbir fevkaladeden davranışı yok, ayrılırken biraz uzun sarılmak istiyorum ama sokak ortasında böyle şeyler yapamam, o ise pek oralı değil, yadırgıyorum, hafif inciniyorum ve ama bolca kendimi aptal gibi hissediyorum.

Belgrad'dayım, üçüncü haftaya girdik, dönüşüm geciktikçe özlemim artıyor, hergün mektup yazılır mı, yazılırmış, ne kadar çok anlatacağım şey varmış meğer, hem mektup yazarken yanlış yapma kaygısı da yok, kağıdı buruştur at, daha güzelini yaz, avunuyorum işte.Döneli 4 gün oldu, hala telefondan ileri gidemedik. İçim huzursuz, içim sıkışık, biblo sahiden de çatladı, efsunu da çatlaktan sızıp buharlaşıyor mu ne.....

Telefon...yaşasın o..
- Alo- Derya
- Efendim (bana hiç Derya diye lafa başlamazdı)
- Seni 6 da bekliyorum

Köşede duruyor, arabada, gitmesem mi, söyleyeceklerini duymasam mı, çok geç, galiba çoktan söylemiş, aksisedası kulağıma dokunmuş, yoksa neden ayaklarım geri geri gitsin...Kapıyı açtım, arabaya bindim, soluma, ona döndüm öpüştük, motor neden çalışmıyor, neden biryere gitmiyoruz, neden duruyoruz, neden susuyor...

- Deryacığım, biliyor musun sana bir "kız evlat" çok yakışır, aynı senin gibi kara gözlü, meraklı canlı bakışlı, yürürken saçlarını savuran ama şımarık bıcır bıcır bir şermuta..
- ............... (parantez içine bile alabileceğim bir şey yok, dondum)
- Dilerim çok mutlu olursun, ve sakın unutma, ben hep varım, biryerlerde, ihtiyacın olmayacak inşallah ama olursa, varım ben.
- ........(......................)



EYLÜL 2005

Telefon çalıyor, açıyorum:
- Merhaba şekerim
- Deryacım naber
- İyidir tatlım senden naber
- Akşama ne yapıyorsun, Leyla'ya gidelim dedik Cihangir'e, sonra da belki yukarı çıkarız Bar'a, hazır havalar daha soğumadan,
- Valla olur şekerim, orada mı buluşalım, kaçta?
- Akşam 8 iyi mi, sen istersen geçerken beni al birlikte gidelim
- Tamam 8 de alıyorum seni

Leyla İstanbul Cihangir'de bir Bar, çoğunlukla sanatçıların ve film dünyasının gittiği bir yer olarak nam salmış. Kim bilir neden oraya gidiyoruz durmadan, hele içki içmeyen ben, ama bu akşam içmek istiyor canım, uzun zamandır içimden gelen şeylerin nedenini sorgulamaz oldum ve bundan memnunum.

Bardayız, tabure üzerindeki beceriksiz oturuşumu sabitlemeye çalışıyorum, çantamı asacak kanca allahtan var ama hem yüksek hem de dönen bar sandalyesinde daha içki içmeden oturamaz olmamı haklı bir sebebe bir türlü bağlayamıyorum. Bacak bacak üstüne attım ve oldu galiba, şu, bacağımı diğerinin üstüne atarken geri sallanma travmasından titreyen ellerim de bir sakinleşse tam süper olacağım. Hayır bir şey değil, buraya sarhoş geldiğimi zannedecekler, oysa değilim. Aman tamam ne sanarlarsa sansınlar, düşmedim ya, kendimi sabitledim ya, oh.

Ebru'yla sohbetteyiz, erkek arkadaşı ise gene birilerini bulmuş onlarla hasbıhalde, yaşasın biz aramızda istediğimiz gibi kaynatabiliriz. Bu üstünde olduğum bar sandalyesinden hala korkuyorum ve bacağımı değiştirirken gene sallanıyorum. Bara tutunuyorum, aynı zamanda da ürküyorum ve bunu bir beceriksizlik kabul ettiğim için ürkme anını etrafa umarsız bakışlar atarak örtmeye çalışıyorum. İkinci içkiyi istedim, sahiden de içiyorum, Allahım acaba neden içiyorum, ama yok sormayacağım da, merak da etmeyeceğim, iç Derya!

Bacak değiştirme kabusu geldi gene, ve..ve..kabusu örtme tiyatromu sahnelerken kapıdan içeri girene takılı kaldım, bacağım havada, sandalyeden de korkmuyorum, düşmekten de, aklım başımdan gitmiş, titreme mevcut ama gördüğüm kişiden, dengesiz sandalye ve düşmek korkusundan değil.Aklımdan sırasıyla ve ama şimşek hızında şunlar geçiyor:

- Bu o!
- Saçları beyazlamış ama bu o!
- Allahım hiç ihtiyarlamamış ve bu o! (Ben 47 yaşımda olduğuma göre o da 67, yuh!)
- Hale bak, iki senedir arıyorum, nette ararken Bar da buldum, bu o!

- Derya noldu, nereye bakıyorsun?
- Ebru inanamayacaksın ama demin kimi konuşuyorduk? Şu an ona bakıyorum!
- Hadi canım sen de..
- E...evet, bak karşımda (U şeklindeki barda tam karşıma gelmiş, gözlerimi dikmiş ona gülümsüyorum)
- Şu beyaz tea-shirt'lü mü?
- (Ben hala gülümsemekteyim ve dudak hareketlerimle sessizce "merhaba beni tanıdın mı" diye soruyorum.)
- (O da gülümsedi ve "buraya gel" dedi)

Korktuğum bar sandalyesinden şu anda hatırlayamadığım bir çeviklikle indim, kendimden emin, sürprizden mutlu şaşkın, kalabalık hatta itiş tepiş bar kalabalığını benden beklenmeyecek bir yumuşaklık ve beceriyle yararak yanına vardım.

Ben ona bakıyorum, o bana, ben gülümsüyorum, o da gülümsüyor,

- Sen beni tanımadın (tanımadı biliyorum, gözlerinden belli, gözlerinde mekandan içeri girer girmez birini "düşürmüş" olma heyecanı var, bunu nasıl tanıyıp ayırdettiğimi bilmiyorum ama öyle.)
- Dur dur tanıyacağım (şaşkın, bunu beklemiyordu bu kesin)
- Durmam, ben Derya'yım (daha ilk anda gözümde kalibre kaybı istemiyorum)
- Ne! Derya mı!! Tabii yaaaa.....
- (gülümsüyorum, bana sarılıyor ve benim hiçbir yerim titremiyor, Aladağ'dan serinim ve bundan da memnunum)
- Biblom, kaç binn sene oldu, otur, çantanı da al, içkini getirsinler, yanındakiler kim, yalnız mısın, anlat..
- Ehh, son konuşmamızdan bu yana birkaçbin sene geçti.. İçkim bitmişti zaten, yenisini söyleyelim.
- (Barmene) Bize bir rakı, bir de...ne içiyordun sen biblom? Nasılsın Deryacım, anlat, ne güzel büyümüşsün, ne kadar güzel bir kadın olmuşsun sen, anlat çabuk hadi...
- İyiyim, sağlığa.. (kadehimi kaldırıyorum ama havada kalıyor kadeh, o çoktan ilk yudumunu aldı bile... ağzına bir zeytin atarak devam ediyor)
- Mmffh.. şu karşımda oturan esmer adam kocan mı, sevgilin mi?
- O adamı tanımıyorum, kocam ise artık hayatta değil..
- Çook üzüldümm, anlat hadi, bütün hayatını anlat bana, hadi..
- Biliyor musun bir kızım olmadı, iki oğlum var ve son iki senedir deli gibi seni arıyorum, hiçbir yerde bulamadım, bir dergide yazıyormuşsun, onlara adımı ve telefonumu bıraktım ama senden ses çıkmadı.
- Ah yavrum, o dergiden beni çok arayan oluyor, o sebeple rica ettim telefonumu vermiyorlar.
- Hm anladım..("ukala!!" )
- Esas ben seni çok aradım, özellikle de 5-6 sene evvel, çok ihtiyacım vardı sana, her şeyin berbat olduğu bir zamandı ve hep seni düşündüm.
- Hayrola roller ne zaman değişti, ben en son "sana ihtiyacım olduğunda seni arayabilirim" repliğinde kalmıştım?
- Kız sen daha da akıllı ve keskin dilli olmuşsun, hı?
- Yok canım, sadece söylemem gerekenleri ertelemiyorum artık (hala bir etkisi var üzerimde, ama ben eski ben değilim, etki içime dokunamadan üstümden akıp gidiyor)

Bana uzun uzun iş hayatını, aile hayatını anlatıyor. Dinliyorum ama benim beklentim bu değildi ki, ben sarıp sarmalanmak istiyor/dum (muşum meğer), ay ne kadar uzun anlatıyor, bir de karmaşık, oradan oraya atlıyor konuşurken. Barmen mesela farketti sıkıldığımı, e tabii normal, çalan müzikle omuzlarımı dans ettirerek dinlemem beni ele veriyor. Arada Ebru'ya bakıyorum, göz göze geliyoruz, bana gözlerini kaldırıyor Ebru, o bile anladı beklediğimi bulamadığımı, ama karşımdaki hiçç anlamadı, ama zaten bu durumla ilgilenmiyor ki hiç. Bu adam 27 sene evvel de böyle miydi? Evet böyleydi, hatırladım. O hep böyleydi demek.

- Söyle bana Derya, sen beni neden iki yıl boyunca aradın?
- İnan bilmiyorum, daha doğrusu nedenini hiç düşünmemiştim.
- Hala mı bilmiyorsun?
- Yok biliyorum. Sanırım şu, sen bana demiştin ya "ihtiyacın olursa bir gün ben buradayım" diye, ben de hayatımın yarısını kaybettikten sonr..
- Sizi tiyatroda görmüştüm, hatırlıyorsun değil mi?
- Evet, seni görmek hiç de iyi gelmemişti bana, o yüzden de selam vermemiştim.
- Farkındayım biblom, ama ertesi gün seni aradığımda...
- Bir dakika, lafımı bitirmek istiyorum,
- Tamam, bağışla, bu arada içkini içmiyorsun..
- Lütfen kesmez misin, kesmeden sorunun cevabını dinler misin!
- Tamam bebeğim, devam et gözüm kulağım sende, ama çok da güzelsin be yahu.
- Ben kalkıyorum..sana iyi..
- Tamam tamam lütfen otur, sustum, bak fermuarladım ağzımı
- (Gülmüyorum, eskiden buna dakikalarca gülerdim...)
- ......- Nerde kalmıştım, ha işte, demiştin ya "...ben buradayım" diye, beni en eski tanıyan bir eski sevdiğimle, kaybettiğim hayatımın yarısına tanık olmayan bir eski sevdiğimle yakın olmak istedim zahir.
- Ben buradayım Derya, ve artık hep burada olacağım, şartlarım değişmedi ama artık senin yanında olacağım.
- Bir dakika, daha lafımı bitirmedim dur, ben sadece bir omuz ve ama senin omuzunu istedim, bu omuzda herhangi bir taahhüt ya da eskiye dair bir özlem yok, sadece sağlamlığından emin olduğum bir omuz olma özelliği beni çeken. (Allahım beni anlamıyor bu adam)
- Tamam biblom, ben de onu diyorum, her türlü yanındayım artık, hem de kovsan da gitmem, ah ben seni ne özlemişim, bak ne diyorum, arkadaşlarını da çağırsana yanımıza (elini kaldırıp Ebru'ya işaret ediyor)
- Ya gerek yok, ben zaten birazdan kalkacağım, içkim bitsin
- Dünyada olmaz, bu akşam benimlesin, daha başka yerlere de gideriz, kaç senenin hasreti var.

Ebru ve erkek arkadaşı yanımıza geldiler, onlarla tanıştırdım, Ebru'nun erkek arkadaşı çakırkeyif kıvamının keyifötesi faslına geçmiş, benim Tanıdık ise yıllar sonra tanınmanın, yetmedi, aranmış olmanın şımarıklığında, böyle bir saçma sapan, yakışıksız bir coşku içinde, itici ama.. Sıkılmaya başladım bile.

- Çocuklar, bu Derya var ya bu Derya (bana sarılıyor, istemiyorum, noldu bana..)
- Ya Derya'yı biz de çok severiz
- (Allahım ne suni ve manasız laflar, sırf donuk ve yapay sohbete kenarsüsü olsun diye beyhude çabalar, sırıtıyor çok)
- Çocuklar, biz Derya'yla buradan devam ediyoruz, siz de gelmek ister misiniz?
- (Biz olduk gene, ama nerdeeee, nerde Divan Pastahanesi'nin kapısında başlayan "biz", nerde bu. Ya da, o biz bu bizle aynı biz, ama ben aynı ben değil, hayırlısı bakalım..)
- Ah çok teşekkürler ama biz burada arkadaşlarımızla buluşacağız, siz gidin, bir başka sefere keh kih..
- Tamam, zaten artık Derya'nın yanında beni görmeye alışın, çünkü bundan sonra Derya'yı bir daha tek göremeyeceksiniz, (bana dönerek) biblom, hayatında bir erkek var mı?
- (Allahım bu ne patavatsızlık, ne alakası var..cevap vermiyorum, umarım anlar)
- Çocuklar size iyi akşamlar iyi eğlenceler, biz kalkıyoruz, sakın hesap ödemeyin tamammı, hahhhha hadi görüşürüz, gel biblom...

Cihangir'den çıktık, arabaya gidene kadar benim kah önden yürümemi istedi, kah önüme geçti yüzü bana dönük geri geri yürüdü, ay hiç yakışıyor mu, endamımı görecekmiş, ve gördü, ve beğendi, ve ben buna da çok sinirlendim.

İstiklalde bir çatı katındayız, bir başka Barda:

- Derya, seni bulduğuma, daha doğrusu beni bulduğuna inanamıyorum, bu gece benim miladım.
- Abartma nolur,
- Abartmıyorum, ben seni hiç unutmadım ki.
- Unutamazsın bence de, Yugoslavya'dan sana yazdığım mektuplarla ilgili ettiğin telefon bile yeter unutmaman için.
- Deryacığım, sana onu telefonda izah etmiştim.
- Edememiştin, hayır edememiştin.

"Migros'un önündeki sendelememin üzerinden 4 yıl geçmişti, işteydim, telefon çaldı:
- Derya
- (bu o......omuriliğim dondu) ..e (öhhö). fend...im
- nasılsın
- iyi...yim, sen
- ben de iyiyim, sesin hala çok güzel biliyor musun, haha ne zevzeğim dimi, sesin neden güzel olmasın ki, hala kelimesini kaldırıp tekrarlıyorum "sesin çok güzel",
- (telefonun diğer ucunda salakça gülümsüyorum ve başımı iki yana sallıyorum," zevzek değilsin" diye,)
- Deryacım seni neden aradım biliyor musun, ofisi boşaltıyorum da, kasadan senin mektupların çıktı, e şimdi senin önünde bir hayat var, ölüm var kalım var.....bla bla bla... diyorum ki bu mektupları ben imha etsem sence bir mahsuru var mı?
- ................. (bir anda büyüdüm, bir anda aklıma en sivri, en nalına mıhına cümleler geldi, yutkunuyorum).....
- Derya?
- Buradayım,
- Ne diyorsun?
- Şunu diyorum, o mektupları "izansız ve saygısız" birine sehven gönderildikleri için dürüp dürüp...... hoşça kal."

- Deryacım daldın?
- Dalmadım, mektupları dürüp dürmediğini düşündüm ama merak etmediğime karar verdim.
- Of çok güzelsin, sanki hiç 27 sene geçmemiş, ya da 27 sene seni hatırladığımdan daha da güzel yapmış.
- Saçmalama, 27 sene dile kolay, 20 yaş neree 47 yaş nere,
- Yok yok, sen böyle kuğu gibi olmuşsun, 27 sene evvel kucağıma geldiğinde kucağımı doldururdun, şimdi gel bakayım dolduracak mısın..
- Kalkalım mı, geç oldu
- Bu gece benden ayrılma Derya
- Yarın sabah işe gideceğim, çok da geç oldu.

Ertesi gün ve devam eden günlerde, toplamda 3 haftalık bir finalde, Tanıdık, bendeki mevcut, uyuyan, çoktan uyandırılmış, uyuyormuş gibi yapıp da aslında avaz avaz haykıran tüm hatıraları canlandırıp sonra da süratle tüketti. Sonunda önce onunla hayalimde bir diyalog yaptım:

- Ben seni 20 yaşımın coşkusu ve enerjisiyle çok sevmiştim
- Biblom ben d..
- Lafımı kesmezsen sevinirim
- Dinliyorum
- Benden ayrılmanı, o zamanlar büyük bir yıkım gibi gözükmüş olsa da, ilerleyen yıllarda senin tarafından bana verilmiş büyük bir şans olarak gördüm. Bütün bu geçen yıllar içinde zaman zaman, "ben bunu nereden biliyorum" diye afalladığımda cevap olarak karşıma hep sen geldin, bu yüzden sana harcadığım duyguları boşa harcanmış saymadım, sadece karşılıklarının duygu değil de "bilgi" olarak tescilini kutlamayı öğrendim.
- ... (bu hayali diyalogda bütün replikleri ben ayarlıyorum ve onu konuşturmuyorum işte)
- Buraya kadar bir mağduriyet yok, ve ama benim etik "mahsup etme" çabalarım sayesinde yok, yoksa, tamamen duygusal sorumluluk açısından bakarsam (bugünkü aklımla elbette) seni mahkum etmek inan kaçınılmaz son, ama dediğim gibi ne sen borçlu kal hayata, ne ben alacaklı, iyi böyle....diyemiyorum, değil işte, iyi değil, artık iyi değil.
- ..........(Burada ona gene replik vermiyorum ama pişman ve çaresiz bir yüz ifadesi veriyorum)
- Artık mahsup edemiyorum, zira aynı sorumsuzluk, aynı umarsızlık, aynı egoistlik sende hala mevcut.
- Deryacığım, ne yaptım ben sana?
- Anlatayım, ve anlatırken de senin bunları sahiden yaptığını kazıyayım kendi hafızama, kazıyayım ki bir daha unutmayayım ya da mahsup etmeyeyim.

Bir: Beni ilk bakışta tanıyamayan sen, nasıl olur da bir saniye sonra "yıllardır seni özlüyordum" ezberine kapılmamı beklersin? İki: nasıl olur da hayatımın yarısına benimle birlikte şimdi ağıtlar düzen adam iki dakika sonra "sen hep benim ben hep senindim" diyebilir ve bunun da ucuna hiç yeri ve zamanı değilken, yakışıksızca ve arsızca "biliyor musun karımla 15 senedir kardeş olduk" pespayeliğini iliştirir, tüh ve yuh! Üç: nasıl olur da kendi hayatını hep kendine saklayan sen emrivakiyle benim evime gelip evimin sahibiymiş gibi davranabilir? Benim özel alanıma bu kadar saygısızlık nasıl yapabilir?

- Bütün bunları ben mi yaptım?
- Ve işte dört ve son: nasıl olur da bir erkek, 27 yıl sonra, duygusal ve sosyal zeka olarak +20 yaş avantajına rağmen benden geri kalmış olabilir? İşte cevap burada. Sen hiç gelişmemişsin, aksine daha da bencilleşmişsin. Ben ise çok gelişmişim, ve ama hem senin aksine hem de bir yandan sana benzer, saçma salak gençlik hezeyanlarımdan arınabilmiş ve kendimi senin gibilerden koruyabilecek kadar bir "ego" geliştirebilmişim. Kendimi sana, hayatımı ve ailemi senin egona hırpalatmam artık.

Bu sessiz diyalogu yaptıktan sonra gerçek hayatta bir mail ile temize çekerek noktayı acı tespitlerimin sonuna bir teşekkürle koyduktan sonra düşündüm.:Beni duygularla arşa çıkartıp sonra gene duygularla yere çakan, yere çakılmamı takiben kendimle uzun bir hesaplaşma dönemimin bilmeden tetikçisi olan, sonrasında gerek mektuplu telefon konuşması gerekse de şu anda düşünmek istemediğim cızırtılarla hayatıma kısa ama etkili darbelerle ani giriş çıkışlar yapan bu insan son kez neden hayatıma girmişti?

Cevap hemen geldi : Bana kendimi bir kez daha göstermek ve sonrasında da tamamen çıkmak için.. ve çıktı. Ona sunduğum tüm duygusal ve fiziksel ilklerimin hala daha farkında değildi. Ben ise bana bilmeden öğrettiklerinin hem farkında hem de başarıyla uygulayabilmenin kazancındaydım.

Kan ter içinde uyandım, saate baktım, geç mi kalmıştım, yerimden fırlarken bir yandan "bugün günlerden ne diye düşündüm. Lanet olsun geç yatmaktan vazgeçmeliyim diye kendi kendime söylenirken aklımda belirdi ve "ohh Cumartesi uyuyabilirim" dedim kendime, sevindim. Tam başımı tersini çevirdiğim serin yastığa bırakmıştım ki, yukarıda anlattıklarımı anımsadım, gene fırladım. Rüya mı gördüm diye bir ter daha boşandı, ama hemen akabinde hatırladım ki hayır! E maili gece yatmadan evvel göndermiştim, bu rüya değildi. Bir daha sevindim, bir de kendimi sevdim, afferimdi bana. Başımı serin yastığa koyduktan hemen sonra gözlerimi keyifle kapatırken içimden şunlar geçti:

"O halde, ona uğurlar olsun. Ben iyiyim."

- Bitti -
Derya Ongun

13.11.2008

Ta ki.....




Ölmeyeceğim... ta ki:

Annemin kokusu silinene
Babamın sesi cılızlaşana
Kocamın gözü gözümden gidene
Oğullarım adam olana
Hayatın içinde tek başlarına yer alana
İstanbul gecekondulardan kurtulana
Mahallelerde insanlar birbirine selam vermeye başlayana
Postacılar gene kapıları çalana
Fırından çıkan ekmekler mis gibi kokana
Ormanlar eskisi gibi etrafımızı sarana
Boğazdan lüfer avlanana
Geceler gece, gündüzler gündüz gibi yaşanana
Yazlar sıcak, kışlar soğuk, baharlar ise kadife gibi olana
Nefretler cesur, sevgiler sıcak,
Husumet gözüpek, merhamet güçlü olana
Dostlar dost gibi, düşmanlar düşman gibi görünene
Kadar
Ölmeyeceğim...

Sonra....


Oturup tekrar düşünüp
O zaman karar vereceğim..

Ama bunları görmeden
Ölmeyeceğim....

Derya 13.11.2008

10.11.2008

POETICALLY YOURS

I've been touched by a poem
A poem coming from overseas
A poem from far snowy hills
Yet so close, as if whispered to my ear

I've been touched by a poem
A poem hiding noble affection
A poem dressed in deep passion
Yet so warm n tender, as if a velvet touch

I've been touched by a poem
A poem touching my soul
A poem reaching me whole
Yet cuddling me ...............

I've been touched by a poet
I've been touched with his desire
And now I'd like to say
Wait for the d-day
Cause my eyes'll answer
Live and on their unique way

Derya Ongun
29.1.2008 - 12:26 pm.

6.11.2008

SERBEST PASTORAL


Bulutlu bir günde
Aşınmış otların arasında
Çıplak duran boşluğa
Yağmur düştü su oldu

Uçmaktan yorulmuş
Yağmurdan korkmuş bir serçe
Yere kondu , susamıştı
Suyu içti, içerken yıkandı

Yağmur yağarken bir yandan
Güneş parladı yanında gökkuşağı
Yağmur durdu, gökkuşağı söndü
Su onu aramaya çıktıı

Gökkuşağını bulamadı ama
Diğerleriyle buluştu
Bulut oldu, böbürlendi
Gökyüzünde süzüldü nazlı mağrur

Süzülürken hızlandı
Rüzgara yakalandı
Sürüklendi şaşkın
Birden üşüdü yağmur oldu

Gökten yere inen yağmurun
“O” üç damlasından
Biri boşluğa, biri serçeye,
Biri de elmaya düştü

Bunu ne boşluk bildi,
Ne serçe anladı,
Ne elma ıslandı, ama..
Gökten üç damla düştü
...........................

Derya
6.11.2008

7.10.2008

GÖ(BE)BEĞİM - GÖZBEBEĞİM

Yıl 1986, ben benim ama bir benden olma daha var içimde, benden içeru değil, benim içimde, hamileyim. Yıl sonu, doğumum Ocak ayında bir zamanlarda bekleniyor, bedenim bir yandan enerjisini içimdekiyle paylaşırken bir yandan da ondan şarjoluyor olsa gerek, görüntümle taban tabana zıt bir şekilde çevik hareket edebiliyorum....zannediyormuşum meğer...

Sabah kalktım, her zaman yaptığım gibi ayaklarımı görmeye çalıştım ama karın bölgemde mahsur kaldı gözlerim. Bir sevinmişim “yaşasın bebeğim hala karnımda”, sanki benden habersiz yok olabilirmiş gibi. Yıllarca neredeyse her cümlenin içinde kendine yer bulan “bir gün anne olduğunda....” nın taa çocuk yaşlarda oyuncak olarak bebekle başlayan provasının “gala”sını yaşayacak olmanın huzursuz ama bir o kadar da heyecanlı ve şımarık başrolünü üstlenmiştim, normaldi bana göre bunlar.

Dışarı çıkacaktım, kahvaltımı yaptıktan ve fındık kabuğu özentisindeki minnacık evimi toplama işlerimden sonra şekilsizliklerinden gurur duyduğum elbise adının arkasında sırıtan çuval bozması kılığıma bürünüp, gö(be)beğimi içine alamayan palto yüzünden pelerine terfimi üstüme atıp, çantam, şemsiyem ve ne kadar engellemeye çalışırsam çalışayım son anda bir mesnet bulup kendini elime tutuşturan torbayla birlikte evden çıktım.

Oturduğum semt İstanbul’un en rüzgarlı semtlerinden biri, hava hem rüzgarlı hem yağmurlu, ben koca karnım, uçuşan pelerinim, bir elim havada şemsiyede, diğer elimde torba, omzumda çanta, tek başıma şehrin ortasında bir gerilla harekatı tadında gidişlerdeyim. Taksi bakınıyorum, ve evet, bir tanesi geliyor, torbalı elimi kaldırıp çaresiz elime kendini tutuşturmuş torbayı sallıyorum, taksici anlıyor ve duruyor.

Kapıyı açıyorum, pelerinim uçuşuyor, saçlarım da öyle, omzumdaki çanta kayıyor düşmesin diye o omzum hafif yukarıda, torba inatla elimde, bu sefer torbanın arasından onu tutan elimin münhal parmaklarının yardımını kullanarak diğer elimdeki şemsiyeyi kapatıyorum, sol elimdeki şemsiyeyi önden taksiye sokup ardından geri kalan koca gö(be)beğim, pelerinim, ıslanan saçlarım, ve sağ elimdeki torba hep birlikte taksinin arka koltuğuna yerleşiyoruz. Tüm bu tarifime bir de “arkadan gelen trafiği engellememek empatisinin zorladığı telaş” ı da ekleyin lütfen, ben yazamayacağım yoksa çok uzayacak.

Taksiye bindik, oturduk, gideceğim yeri söylemek için dikiz aynasından taksiciyle göz göze gelmek istediğimde aynadaki suratın sessiz bir acıyla kasılmış olduğunu görüp duraksıyorum, ve fakat, ardından sol elimdeki şemsiyenin, hani o taksiye ilk giren parçamın, iki ön koltuğun arasındaki boşluktan taksicinin sağ böğrüne saplanmış olduğunu önce aklım ardından da oraya çevirdiğim bakışlarımla algılıyorum. Ardından gelen büyük bir mahcubiyet ve içimde boğmaya çalıştığım kahkahalarım....

• Çok çok özür dilerim şoför Bey, telaştan işte, yağmur da üstüne, kem küm.... Nişantaşı’na gidebilir miyiz lütfen....

“Hayır” dese hemen inmeye hazırım, ama demiyor, ve Nişantaşı’na gidene kadar karısının, üç çocuklarına hamile kalışıyla başlayan ve doğumevinde biten hikayeleri büyük bir dikkat ve gereken yerlerde verilmesini uygun gördüğüm “aaa”, “ah canıımm”, “ayol bilmez miyim”, lerle de süsleyerek şemsiyemin cürümünün bedelini ödüyor ve nihayetinde taksiden iniyorum.

Hamile olmanın diğer bir avantajı olan, yaya kaldırımı olmayan caddelerde karnımı iyice dışarı çıkartarak kendimi caddenin ortasın atmamı müteakip tüm arabaların durması avantajımı (şimdi düşünüyorum da kanım donuyor, hormonal bir salaklıkmış Allah korumuş) doya doya kullandıktan sonra gelişim kadar trajikomik olmayan sade bir sürüşle eve dönüyorum.

Aradan bir ay kadar zaman geçiyor, 17 Ocak 1987 Cuma sabaha karşı gö(be)beğim ve ben ailenin tüm fertleriyle birlikte, belli belirsiz sancıları takip ederek hastahaneye gidiyoruz, 1,5 saat sonra kendime geldiğimde ise göbeğim yatakta benimle, bebeğim annemin kollarında bana uzatılmış.

İşte oldum, işte ben de anne oldum, ne göreceksem, ne anlayacaksam, senelerdir kah tehdit, kah nispet, kah ödül olarak önüme sunulan bu tadı artık ben de yarattım. 4 kiloluk kocaman bir erkek diyorlar, adı hazır, Ömer. Bir tatilde, nedenini anlayamadığım bir sevgi ve bağlılıkla
anne-babasından çok benimle olan ve bir haftalık tatil bittiğinde ayrılırken arabalarının arka camında bana el sallayan görüntüsü sonsuza dek hafızamda “donmuş” olan sarı saçlı Ömer’in işi bu, o gün karar vermiştim, ve bugün benim de bir Ömer’im var. Bütün provaları temize çekip sahneye koyuyorum, çok mutluyum.

5 günlük, emzirmeden emzirmeye yanıma getirilen ve arda kalan zamanlarda göbeğimdeki boşluğa bakıp özlediğim Ömer’imle, sonunda hastahaneden terhis oluyoruz ve evimize geliyoruz.

Fındık kabuğu taklidi evimde Ömer’in odası hazır, küçücük evimin küçücük odasını ben bebeğim göbeğimdeyken doldurduğumu sanmışım, meğer o oda, hatta o fındık kabuğu ev ne boşmuş da ben bilmezmişim. Evden içeri girmemizle birlikte ev öyle bir doldu ki, sokak kapısını ha gayret ittirerek kapattık. Ömer yatağına yattığında ben ve babası ve tüm evi sarmış olan adını koyamadığım mutluluk/gurur/heyecan/sevgi kokteyli, dışarıda yağan kar’a inat evi serin bir sıcaklıkla sarmıştı, uzanıp bebeğin üstünü biraz açtığımı hatırlıyorum......

Ömer 1987 yılında doğdu, o yıl bir sürü çocuk doğdu, o yıl doğan bir sürü çocuğun anneleri belki benim gibi gö(be)bekleri ile taksicinin böğrüne şemsiye saplamadılar, ya da yoğun trafikte slalom yapmadılar ama şundan eminim ki hepsi, kendi meşrep ve duygularınca bebeklerini göbekten eve naklettiklerinde yukarıda tarif etmeye çalıştığım kokteyli kokladılar ve belki bazıları benim yaptığım gibi bebeğin üstünü açtı biraz,.....

O bebeklerin hepsi büyüdü, adam olma yoluna girdiler, hatta belki oldular bile denilebilir, aslan gibi erkekler onlar, ama..... ama bazıları doğuda bir karakolda sonsuz oldular, ölümsüz oldular, bıraktıkları iz ise içeriği bilinemeyen bir kokteyl rayihası.....

Her neredeyseniz ey 1987 yılında doğmuş olan erkek bebekler, annenizin göbeğindeki kadar rahat edin, tek dileğim bu.....

6 Ekim 2008 Pazartesi.....

5.01.2008

Sevilmek güzeldir, güzeldir de.... işte...

SEVİLDİM AMA.....

Dar zamanlarda
Kocaman sevildim ben

Son dakikalarda
Ucundan yakalandım ben

Annem-babam yarattılar bu kızı
Ama son anda ve adım tekne kazıntısı

Kocam uzağımdaki yakın iken
Yakınımda belirip alıverdi

Babamın dizi sevgi yastığıyla
Bana ayrılmıştı tamamen

Kocamın hayatı aşk perdesiyle
Örtüverdi tüm ruhumu

Ve ama
Ne babam görebildi aşkımı
Ne kocam yetişebildi babama

Aşk perdesinde oynattığım hayaller
Perde kapanacak biteceklermiş meğer

Dar zamanlarda
Kocaman sevildim ben

Şimdi zamanım dar değil
Onun için sevecek olanlar
/Varsa eğer biryerlerde/
.......... Şaşkın

Derya
4.1.2008