24.12.2010

YANLIŞ GECENİN YILDIZI

Televizyonun karşısında ayaklarını uzatmış, yanında kahvesi, elinde kumandası, her ihtimale karşı gene yanıbaşından ayırmadığı kitabı, hep birlikte yayılmışlardı kanepeye. Bir saat evvel telefonuna gelen mesajı yirmidört kere okumuş olması bile, mesaja cevap yazmamış olmaktan dolayı kendini kutlamasını engellemiyordu. Hatta mesajı bir kez daha açıp okudu “Yıldızlara anlatıyorum ama seni bulamıyorlar, lütfen anlatmama izin ver.” “Yirmibeş” diye geçirdi içinden. Bütün kanallarda aşk filmleri vardı ve o bir süredir, ama özellikle de bu akşam aşka dair hiçbirşey duymak, izlemek, hatırlamak istemiyordu. Evet tamam dışarda yağmur ve fırtına vardı, evet tamam yalnızdı, hatta güzel ve alımlı olmasına rağmen yalnızdı, ama istemiyordu ne aşk, ne meşk, "AYYHHH" deyiverdi.

“Ayyhhh”ın ardından belleğinin içinde hapis kaldı, kendi hafızasının kumandası elinde değildi ki, aklı uçuvermişti o geceye işte. Lanet olsun.

Tek başına geçireceği tatilin huzursuzluğundan, sımsıcak bir ev havasında olmasına özen gösterilmiş ve bunda da gayet de başarılı olunmuş pansiyonda uyuduğu ilk gecenin sabahında terasta hazırlanmış “anneanne sofrası” görünümündeki kahvaltısını denize nazır yaparken kurtulmuştu. Cırcır böceklerinin eşliğinde geçirdiği gece deliksiz bir uykuyla taçlanmış, başarıyla ve vukuatsız bir şekilde sabah olmuş, tek başına olması henüz hiçbir rahatsızlık yaratmamıştı. İpi göğüslemiş gibi hissediyordu kendini, hele ki kahvaltının üstüne yudumladığı nefis kahvenin fonuna yayılmış şahane deniz manzarasının karşısındayken.

Deniz-güneş ve kitap üçlüsünün esiri olmaya gelmişti ama bunu mümkün olabilecek en sakin ve bakir şekilde yapmak istiyordu. Yalnızlığını saklamak içgüdüsünü kontrollü bir şekilde bastırma stratejisinin zayıf halkasıydı bu durum. “Pardon, şu malum ‘beach’ler ya da ‘tekne turları’ dışında şöyle gönlümce ve sakin deniz-güneş yapabileceğim bir yer var mı bildiğiniz” diye sormuştu Kubilay Bey’e. Dün gece pansiyona vardığında eşiyle birlikte her konuda yardımcı olabileceklerini söyleyerek hısım sınıfına geçen, göbekli, neşeli pansiyoncu şıppadanak anlamıştı ne istediğini. “Hanım kızım, kapıdan çıkıyorsun, 50 metre ileride mendirek var bak, hem sakindir, hem denizi temizdir, hem buraya yakındır, memnun kalmazsan başka yerleri düşünürüz ama bir dene”.

Mendirekte güneşlenirken taşın üstüne yaydığı havlusunun altına öğleden sonra bir şilte ya da birkaç yastık getirmeye karar vermişti çünkü kıçına batıyordu taş. Bunun dışında her şey tam istediği gibiydi, üç bir yanı deniz, taşlar gayet muntazam, su derin atlamaya elverişli, enfes bir meltem, o ve kitabı, pek keyifliydi. Yüzüstü döndü, bikinisinin arkasını çözdü iz kalmasın diye, kitabına gömüldü. “İyi banyolar” sesiyle irkildi, usturuplu bir şekilde doğrularak sese doğru döndüğünde Beyaz Diziler’in değişmez erkek kahramanıyla karşılaştı. Bronz tenli, ıslak kaslı falan hani. “Teşekkür ederim” diyebildi, ama tedirgin olmuştu. Doğrularak düzgün bir şekilde oturdu, bakmamaya çalışıyordu ama allahtan hem güneş gözlüğü hem de astiğmatı, bakmadığı ve başını çevirmediği yönleri de görmesine yardımcı oluyorlardı. Kitabı sadece arada çevirdiği gözleri okuyordu artık.

Duruma biraz daha alıştıktan sonra bir sigara yaktı, Beyaz Dizi’den fırlamış adam bir şeylerin üstünde tepiniyordu, ayaklarının altı bembeyaz köpük olmuştu. İlgisini çekti, gizlemeden izlemeye başladı. “Sünger bunlar, öldürüyorum aslında şu anda, yani bir katliama tanık oluyorsunuz, hahha” dedi umursamazca. “Ateşinizi alabilir miyim, yok yok sigaranızdan yakayım malum rüzgar.., ellerim de ıslak zaten, ben Ali bu arada” diyerek ağzındaki sigarayı diğeriyle öpüştürürken elini uzattı. “Ben de Emine, memnun oldum”.

Süngerler iyice köpürüp artık tek damla köpük salgılamaz olduktan sonra bir torbaya yerleştirildiler, torba kenarda beklerken Ali suya daldı. Öğleden sonra daha büyük bir katliam başlamıştı Emine’nin huzur denizinin mendireğinde. Bir ahtapot çıkartmıştı Ali, bu kez daha vahşi bir sahne vardı. Ahtapotun önce derisi soyulmuş, ardından da yerden yere çarpılma evresi başlamıştı. Korkudan yüzünü kapattığı ellerinin arasından korku filmi izleyen yaramazlar gibi hissediyordu Emine kendini. Ali de bu durumun şerefine olayı biraz abartıyor muydu ne.

Akşam kıyıda bir balıkçıda karşı karşıya oturmuşlardı, “Emine demek, peki bu Emine kimdir, ne yapar, ne zaman geldi, nerede kalıyor ve ne kadar kalacak?” diye sıraladı Ali sorularını. “Ali demek, bütün gün sırayla denizden çıkarttığı canlıları yerden yere vurarak hunharca öldüren birisine, sen benim yerimde olsan, bu bilgileri verir miydin” diye kıvırdı Emine. Sorularla ve laf ebeliğiyle başlayan akşam devamında içkinin de tesiriyle iyice hınzırlaştı ve lacivert gökyüzünü süsleyen yıldızların sessizliğine, öpüşmelerinin sessizliği karıştı. Birbirine karışan bedenlerden daha bronz olanı o gece “sen bir yıldızsın, aniden çıkıveren ama ilham veren” demişti bir ara. Emine sabah uyandığında yanında yatan adamın bronz bedeni çarşafta vahşice, yakıştırdığı benzetme zihninde tutkuyla parlıyorlardı. “Daha ilk günde yoldan çıktın ya, hadi bakalım” dedi kendi kendine.

Devamında gelen beş eşsiz gün, edepsiz zevk geceleri, soru sorulmayan, ya da cevabı beklenmeyen sorularla kurnazca kurulan cümleler, birbirleri hakkında bedenlerinden başka hiçbir ipucu olmayan bir “anonim hatıra”nın kahramanları yapmıştı onları. Kah Emine’nin pansiyonunda, kah Ali’nin barakasında kalmışlar, birbirleri hakkında isimlerinden ve bedenlerinden başka hiçbirşey bilmeden “gelişine vole” bir keyif paylaşmışlardı.

Emine’nin son gecesinde, deniz fenerine yüzmüş, bileklerine geçirdikleri naylon torbaların içine koydukları biralarını, tenlerinde ışıldayan yakamozları birleştirirken içmiş, ertesi günün gerçeğinden sıyrılmaya çalışmışlardı. Telefonlar kaydedilmiş, iki hafta sonrasında tekrar buluşulmaya kavilleşilmişti.

Emine, televizyondan yükselen jenerik müziğinin şiddetiyle irkildi, sesi biraz kısarak kahvesinden bir yudum aldı ve ağzındaki kahve aromasını yaktığı sigaranın dumanıyla harmanladı. Yirmialtıncı kez mesaja bakmak istedi, tam telefonu eline almıştı ki, telefon ekranında “Ali” yazısıyla titreşmeye başladı. “Yuh”, dedi içinden, bir müddet ekrana bakakaldı, ardından açtığı telefonda “Hayırdır rüyana mı girdim” diyen sesi karşıdan gelen sesle karıştı. Telsiz sesleri, cadde gürültüsü, tanımadığı bir erkek “Emine Yıldız” dedi, “Merkez karakola gelebilir misiniz, ben Komiser Cevdet”.

Karakola giderken kafası karmakarışıktı, yağmur sileceklerden daha hızlı, rüzgar kalbinin ritmine rakip, adrenalin tüm vücudunda dolaşım halinde, aklı ise anı-duygu-öfke-merak ve korku çemberinde esirdi.


İki hafta sonra gittiğinde, pansiyona yerleşir yerleşmez Ali’yi telefonla aramış, cevap vermeyen telefondan hiçbir endişe duymamış ve mendireğe gitmişti. Denizden her çıkışında telefonunu kontrol etmiş, gittiği yalnızlıkta pansiyona geri dönmüştü. Akşam kıyıdaki balıkçıya giderken iyice bronzlaşan tenini daha da parlatacak beyaz bir elbise giymiş, kendince yıldız kılığına girmişti. Girer girmez gördü. Ali, bir masada genç bir kadın ve minik bir bebekle oturuyordu. “Yok artık daha neler Emine” diye kendini yüreklendirerek masaya gitti, önünde durdu ve “süngerler ve ahtapotlar bugün bayram ettiler Bay Canavar” diye laf attı Ali’ye. Kucağındaki bebekle oynayan Ali “Aa Emine Hanım, hoşgeldiniz, sizi eşim Aysun’la tanıştırayım, bu da Kerem’imiz”. Ardından tamamen nezaket klişesi içinde karşılıklı sarfedilen üç beş kelime ve “Afiyet olsun, iyi akşamlar”. Emine seri bir şekilde, arkasını dönerek oturduğu masada ağzına mı burnuna mı yediğini bilemediği salata, balık ve arada yuvarladığı 4 duble rakıdan sonra kalktığında Ali ve “ailesinin” masası boştu.

Karakola girdiğinde, dingin ama ruhen fırtınalı hatıralarından gene telsizlerin cızırtılı sesleri, taş zeminde yankılanan duygusuz ayak sesleriyle kendine geldi.

Boğaz köprüsünde bırakılmış boş bir araba, sürücüsü kayıp, bir tek telefonu elimizde, onda da son arananlarda sizin isminiz olduğundan sizi buraya kadar yorduk Emine Hanım” diyordu Cevdet Komiser.

Emine, hüsranla neticelenen tatilini ertesi gün bitirerek evine dönmüş, kendini salak bir “tatil çerezi” hissettiğinden en yakın arkadaşı Sevil’in kollarına sığınmıştı. Ağlayarak ve kopuk cümlelerle anlatırken Sevil lafını keserek birden “dur dur bir dakika, Bodrum, Kaktüs Çiçeği Pansiyon, mendirek, sünger, ahtapot, Ali, karısı Aysun, bebek Kerem, Emine, emin misin?” demişti. Ondan sonrası tam bir kabustu. Kesik cümlelerle de olsa olayın çerçevesini çizmişti çoktan Emine, hatta çerçeveyi Sevil’in boynuna asmıştı üstelik. Aysun Sevil’in kuzeni, Ali onun kocası, Kerem bebek de Sevil’in aylardır bahsettiği tombalaktı. Berbat bir şekilde sobelenmişti, bilmeden ama bir yandan da bile bile. O akşam bu konuyu bir daha konuşmamaya karar vermişlerdi. Omerta!* Yılların kadim dostluğu böylesi bir kepaze tesadüfü mühürlemeye hak tanıyordu ikisine.

Komiserin karşısında soyunmak istemiyordu Emine. Bir kere Sevil’in karşısında soyunmuştu zaten. Aradan geçen 3 ay süresince Ali aralıklı ama muntazam mesajlar ve açmadığı aramalarıyla o utanç verici çıplaklığını yeteri kadar gözüne sokmuştu Emine’nin. Bir kez daha soyunamazdı. Ayrıca Emine Düzgören olan gerçek kimliği “Emine Yıldız” kayıtlı ismiyle yepyeni bir çıplaklığa davetiye çıkartıyordu.

Komiser Bey, ben size eşinin kuzeninin adını ve telefonunu vereyim, çok dolaylı olarak tanırım kendisini, çok da endişe verici bir durum, ama size daha fazla yardımcı olamayacağım, zira telefonumda cevapsız aramalarda duruyor kendisi, yani bugün konuşmadık hiç” derken mesajlardaki metni görmeyeceklerini, ya da Ali’nin onu yazdıktan sonra silmiş olacağını umuyordu.

Komiser Cevdet Sevil’le telefonda konuşurken Emine ayağa kalktı, komiserden başıyla “gidebilirsiniz” onayını aldıktan sonra karakoldan çıkarak arabasına yürüdü. Direksiyona geçtiğinde bir sigara yaktı, mecali kalmamıştı. Yağmur durmuş, rüzgar bir yandan hafiflerken, bir yandan da gökyüzünü kaplayan bulutları aralamıştı. Yıldız gördü Emine bir tane. Sigarasını söndürdü, kontak anahtarını çevirirken “Yanlış gecenin yıldızısın sen Emine” dedi kendine. “Gittikçe daha da yanlış hem de.”

Derya
23.12.2010

10.12.2010

SESSİZLİK CESARET İSTER

GÖ(BE)BEĞİM

Sabah kalktı, her zaman yaptığı gibi ayaklarını görmeye çalıştı ama karın bölgesinde mahsur kaldı gözleri. Bir sevindi “yaşasın bebeğim hala karnımda”, sanki ondan habersiz yok olabilirmiş gibi. Yıllarca neredeyse her cümlenin içinde kendine yer bulan “bir gün anne olduğunda....” nın ta çocuk yaşlarda oyuncak bebekle başlayan provasının “gala”sını yaşayacak olmanın bir tutam huzursuz bir avuç da heyecanlı ve şımarık başrolünü üstlenmişti, normaldi ona göre bunlar.

Dışarı çıkacaktı, kahvaltısını yaptıktan ve fındık kabuğu özentisindeki minnacık evini toplama işlerinden sonra şekilsizliklerinden gurur duyduğu, elbise adının arkasında sırıtan çuval bozması kılığına bürünüp, gö(be)beğini içine alamayan palto sayesinde terfi ettirdiği pelerini üstüne atarak, çantası, şemsiyesi ve ne kadar engellemeye çalışırsa çalışsın son anda bir mesnet bulup kendini eline tutuşturan torbayla birlikte evden çıktı.

Oturduğu semt İstanbul’un en rüzgarlı semtlerinden biri, hava ise o gün hem rüzgarlı hem yağmurluydu. Güzide koca karnı, uçuşan pelerini, havadaki elinde şemsiyesi, diğer elindeki torbası ve omzunda çantasıyla sokakta tekil bir gerilla harekatı gibi ilerliyordu. Taksi bakındı, ve evet, bir tanesi geliyordu. Torbalı elini kaldırıp o kendini cebren tutuşturmuş torbayı salladı, taksici durdu.

Kapıyı açtı, pelerinini uçuşuyordu, saçları da öyle, omzundaki çanta kaydığından düşmesin diye o omzu hafif yukarıda, torba inatla elinde, bu sefer torbanın arasından onu tutan elinin münhal parmaklarının yardımını kullanarak diğer elindeki şemsiyeyi kapattı, sol elindeki şemsiyeyi önden taksiye sokup ardından geri kalan koca gö(be)beği, pelerini, ıslanan saçları, ve sağ elindeki torba hep birlikte taksinin arka koltuğuna yerleştiler. Tüm bu tarifin içinde bir de “arkadan gelen trafiği engellememek empatisinin zorladığı telaş” ı başroldeydi elbette.

Taksiye bindikten sonra gideceği yeri söylemek için taksiciye baktığında profilin sessiz bir acıyla kasılmış olduğunu görüp duraksadı, ve fakat, ardından sol elindeki şemsiyenin, hani o taksiye ilk giren parçanın, iki ön koltuğun arasındaki boşluktan taksicinin sağ böğrüne saplanmış olduğunu farketti. Ardından gelen büyük bir mahcubiyet ve içinde boğmaya çalıştığı kahkahaları....

· Çok çok özür dilerim şöför bey, telaştan işte, yağmur da üstüne, kem küm.... Nişantaşı’na gidebilir miyiz lütfen....

“Hayır” dese hemen inmeye hazırdı, ama demedi taksici, ve Nişantaşı’na gidene kadar karısının, üç çocuklarına hamile kalışıyla başlayan ve doğumevinde biten hikayelerini büyük bir dikkat ve gereken yerlerde verilmesini uygun gördüğü “aaa”, “ah canıımm”, “ayol bilmez miyim”, lerle de süsleyerek şemsiyesinin cürümünün bedelini ödedi ve nihayetinde taksiden indi.

Hamile olmasının diğer bir avantajı olan, yaya kaldırımı olmayan caddelerde karnını iyice dışarı çıkartarak kendini caddenin ortasın atmasını müteakip tüm arabaların durması avantajını doya doya kullandıktan ve işlerini bitirdikten sonra gelişi kadar trajikomik olmayan sade bir sürüşle eve döndü.

Akşam kocası eve geldiğinde, Güzide adını koyamadığı bir huzursuzluğun içindeydi, aldırmamaya çalışarak sofra kurma hazırlığına giriştiğinde kasığındaki keskin kasılmayla irkildi. Sofra kurulamadı zira kasılmalar sıraya dizilmişlerdi ve birkaç telefon trafiğinden sonra gö(be)beği, o ve ailenin tüm büyükleriyle birlikte, hastahaneye gittiler. 1,5 saat sonra kendine geldiğinde ise göbeği yatakta bomboş, bebeği ise anneannesinin kollarında ona uzatılmıştı. Başı döndü keyiften. Bu baş dönmesini tanıyordu. Doktor kontrolünde karnına buz gibi bir öpücük konduran o aletin bağlı olduğu makinadan bebeğinin kalp atışlarının sesini ilk duyduğunda da böyle dönmüştü başı. Mutluluk sarhoşluğunun narasıydı bu baş dönmesi onun için.

İşte olmuştu, işte o da anne olmuştu, ne görecekse, ne anlayacaksa, senelerdir kah tehdit, kah nispet, kah ödül olarak önüne sunulan bu tadı artık o da yaratmıştı.. 4 kiloluk kocaman bir erkek diyorlardı, adı hazır, Ender. Bir tatilde, nedenini anlayamadığı bir sevgi ve düşkünlükle
anne-babasından çok Güzide’yle olan ve tatil bittiğinde ayrılırken arabalarının arka camındaki el sallayan görüntüsü sonsuza dek hafızasında “donmuş” olan sarı saçlı Ender’in işiydi bu. Ender ismine o gün karar vermişti, ve işte bugün onun da bir Ender’i vardı. Bütün provaları temize çekip sahneye koyuyordu, çok mutluydu.

5 günlük, emzirmeden emzirmeye yanına getirilen ve arda kalan zamanlarda göbeğindeki boşluğa bakıp özlediği Ender’iyle, sonunda hastahaneden terhis oldular ve eve vardılar.

Fındık kabuğu taklidi evinde Ender’in odası hazırdı, küçücük evinin küçücük odasını, bebeği göbeğindeyken doldurduğunu sanmıştı, meğer o oda, hatta o fındık kabuğu ev ne boşmuş da o bilmezmiş. Evden içeri girmeleriyle birlikte ev öyle bir doldu ki, sokak kapısını ha gayret ittirerek kapattılar. Ender’i karyolasına yatırdıklarında o ve kocası ve tüm evi sarmış olan adını koyamadığı mutluluk/gurur/heyecan/sevgi kokteyli, dışarıda sessizce yağan kara inat evi serin bir sıcaklıkla sarmıştı, uzanıp bebeğin üstünü biraz açtı.

Bebekle birlikte küçülen evde aynı oranda sesler büyümüştü. Her zaman çok asude bulduğu evi, apartmanı, sokağı, onları çevreleyen her şey, eskiye oranla şimdi daha kısık sesle konuşmalarına, televizyonun sesini iyice kısmalarına ve parmaklarının ucunda kelebek adımlarıyla yürümelerine rağmen inadına gürültülü olmuştu. Asansörün sesi, komşunun kapısının kapanması, üst kattakilerin ayak sesleri, alt kattakilerin televizyonu, kapının zili, kalorifer borularından gelen tıkırtılar, sokaktan geçen arabaların sesleri, seyyar satıcılar, hatta pencerenin önünde nazlı nazlı salınan hatminin aniden ortaya çıkan hışırtısı, ne kadar çok ses vardı. Gürültü yumağının içinde yaşar gibiydiler.

Anne olmanın koruyuculuğunu henüz daha kavrayamadığından, bu içgüdüsünü kullandığı tehlikeler silsilesi sanki sadece seslerle sınırlıydı. Gürültüyle boğuşma günleri birer birer dizilip 33’lük bir tespih olduğunda bir nebze rahatlamıştı. Daha organize olabilmiş, gürültülere karşı bebeğini bir tespih boyunda koruyabilmişti. Hijyen kaygısı fazla yoktu, bembeyaz döşediği evinin rengiydi belki bunu sağlayan.

Bütün renkler aynı süratle kirleniyordu
Birinciliği beyaza verdiler

Özdemir Asaf’ın bu dizelerinin etkisi olmuştu evini bembeyaz döşerken. Annesi “Kızım hastahane gibi oldu” derken, kayınvalidesi “Bence laboratuar” diye düzeltmişti. Anlamıyorlardı onu. Olsun. Büyümüş, evini kurmuş, evlenmiş, anne olmuştu. Göbeğinden kucağına aldığı bebeğini ise tüm gürültülere karşı cansiperane koruyabiliyordu.




En kısık sese ayarlanmış telefon çaldığında henüz yatırmıştı bebeğini ve şimdi kahvesini içecekti keyifle. Anneydi ya o, yorulmuştu, anneler yorulurdu ya hep. Telefonu açtı, arayan annesiydi. Yorgun konuştu annesiyle, “kızım biraz uyu sen de madem oğlanı uyuttun” dedi annesi. “Anneyken evlat olmanın keyfi de bir başkaymış” diye gülümseyerek telefonu kapattıktan sonra kahvesini alıp ani bir kararla bebeğin odasına yöneldi. Huzurla uyuyordu Ender bebek. Sırtüstü yatırmış ama birbiriyle çelişen bir sürü görüşten kendince bir sentez yaptığından ya sağ ya da sol tarafını bir battaniye desteğiyle kaldırıyordu ki, bebek uykusunda boğulmasın. Bebekle ilgili tüm detaylar onun “ölmesine mani olmak” adına diye düşündü ve dehşete düştü bir kere daha. Ne kadar tehlikeli bir dünyaydı, nasıl koruyacaktı. O güne dek sıradan eşya olarak gördüğü her şey potansiyel birer ölüm makinası olup çıkmışlardı.

Pencerenin önündeki koltuğa oturdu, kahvesini yanına aldı, bebeğini emzirdiği o kutsal saatlere saygı ayini yaparcasına yudumladı. Sessizdi ortalık, yaşasın bebeği sesten steril bir uykuda büyüyecekti bir arpa boyu daha. Camın önünde oturmasına rağmen yüzü bebeğin karyolasına dönüktü, kulakları anten gibi olmuş, yavrusunu ellemeye çalışanlara sırtındaki tüyleri dikleştirerek tırnaklarını çıkartan anne kediye dönüşmeye başlamıştı. Sebebini bilmiyordu. Huzursuz bir telaşla kalktı, karyolanın parmaklıklarına geçirdikleri yastıktan yapılmış korumayı çekti attı, şimdi oturduğu yerden bebeği net olarak görebilirdi. Dışardan bir araba geçerken “şu motor sesi” diye sinirlendi.

Aylık kontrolde sütünün bebeği beklendiği kadar beslemediği ortaya çıkmış, emzirmeye devam etmesi ama her emzirmeden sonra hazır mamayla desteklemesini buyurmuştu doktor. Mamayı evinin rengine yakıştırılan sıfata uygun olarak elleri titreyerek ve azami hijyen kullanarak hazırlıyordu.

İçindeki huzursuzluğu dindirmek istercesine arkasına yaslandı, gözleri kapanıyordu, gece dört kere kalkmışlardı, hafifçe kaykıldı, gözlerini kapattı. Bebeğin nefesini duyuyordu, ninni gibiydi. Kendi nefesini bebeğininkine uydurdu, küçük bir kızken babasıyla yolda yaptıkları sağ sol ayak oyununu hatırladı gülümsedi. Birden gözlerini açtı, nefeslerde gecikme olmuştu. Fırladı, toplam 4 adımlık bir çapı olan odada tek adımla karyolanın yanına gitmesi çok uzun sürmüştü. Titriyordu. Bebeği yataktan kaparak ne yaptığını bilmez bir şekilde yüzüstü çevirdi kollarında. Bebek tuhaf hırıltılar çıkartıyor, kasılarak şekilden şekile giriyordu. Bağırmak istedi. Bağırırsa bebeğin sesini duyamazdı. Sustu. Bebek ağırlaşmış mıydı. İmdat demek istedi, diyemedi, dilsiz olmuştu, dünya dilsiz olmuştu, lal olmuştu her şey, camın önündeki hatmi bile. Ayağına lappadanak bir şeyin düştüğünü hissetti, ardından bir lap daha bir lap daha, bebekten ses yoktu hala. Sırtı dondu, sessizlikte çaresizdiler.

Beş duyusu birden çaresizdi ki, bebek, etraflarını kopkoyu bir ağ gibi kaplamış o sessizliği yırtarak parçalayan bir feryat koparttı. Çevirmeye cesaret ettiğinde yüzü kıpkırmızı olmuş oğlu gayet sağlıklı bir şekilde ağlıyordu. Devam eden dakikalarda birlikte ağlayarak bu travmanın girdabından çıkabildiler.


Aldıkları bebek arabasında uyuttu oğlunu o gün, ve minnacık evin neresine giderse onu da yanında taşıdı. Eczaneyle telefonda yaptığı, bir gün evvel aldığı mamanın bozukluğuyla ilgili kavgası sırasında bile bebek yanındaydı, aldırmadı bile uyumasına. Sessizlik gelemezdi yanlarına artık, gelmemeliydi.

O akşam bebeğin yatağının üstüne, hamileliğini öğrendiği gün aldığı sesli oyuncağı astı, düğmesini çevirdi, ve kısa bir an da olsa çocukluğunda oynadığı dutluğun yanıbaşındaki Sağır ve Dilsizler Okulu’ndaki talebeleri düşündü. “Ben onlar kadar cesur değilim”.

6.12.2010

SOLDAN SAĞA ÜÇ

Uykusunun arasında sol eliyle yataktan destek alarak hafifçe doğruldu, gözlerini açmadan geceliğinin üstüne giydiği hırkayı başından geçirerek çıkarttı, yorganın üstüne attı ve kendini yatağa usulca bırakırken üstünü de biraz açmayı ihmal etmedi. “Hırkayı ters bıraktım, bu iyi bir şey değildi, neyse kalkınca sabah bakarım” diye düşündü. Tekrar uykuya dalabileceğini umuyordu ama, hala düşünebildiğine, hatta caddeden geçen arabaların seslerini duyabildiğine göre, demek ki uykuya dalamamıştı. Yavaşça gözlerini araladı, aydınlıktı, sabah olmuştu. Doğrularak yatakta oturdu, elleriyle saçlarını düzeltti. Sabahları aynada kendini tarla cadısı gibi görmek moralini bozuyordu. Boyamaktan çoktan vazgeçtiği saçları düzgün olduğunda sempatikti belki ama, beyazlayan saç cansuyu çekilmiş gibi taras taras duruyordu, hele taranmadığında, hele ki sabahları.

Yatağın sağ tarafından kalktı, terliklerini giydi, ürpermişti, hırkasını aradı gözleri. Koltuğun üstünde bel yastığı, onun yanındaki sehpanın üstünde gazetenin bulmaca eki , gözlüğü ve kalemi. “Allah Allah nereye koydum hırkamı” diye düşünerek kapının arkasındaki askılığa baktı. Sabahlığı, bornozu, annesinden kalma pembe kapitone askılı kılıf içinde kuran-ı kerim, oradaydılar.Hırka orada da yoktu. Bornozu çekti askıdan ve giydi, yüzünü yıkamaya giderken üstündeki fazlalıktan rahatsızdı, hatta koridorda bir ara duraksadı. Kafasının içinde, bu bornozla koridorun aksi istikametine yürümesini fısıldayan bir ses vardı. Sola hamle ettiğinde annesiyle babasının dizlerine tutunmuş kendisiyle karşılaştı. Bembeyaz ve neredeyse kafasından büyük kurdeleli, rugan pabuçlu, kabarık etekli gülümseyen kendisi. Çerçeve çarpıktı, özenle düzeltti ve koridor boyunca sağlı sollu asılı olan sararmış fotoğraflı çerçevelerde ona selam duran geçmişinin kortejinde ilerleyerek gidip yüzünü yıkadı.

Mutfağa girdiğinde güne başlamıştı. Her sabah yaptığı gibi çaydanlığı iyi suyla doldurdu, demliğe 2 tatlı kaşığı çay, bir çay kaşığı da şekeri koyarak çaydanlığın üstüne yerleştirdi ve yatağını düzeltmeye gitti. Yatak odasına girdiğinde burnuna dolan hafif küfle karışık lavanta kokusunu seviyordu. Yastığına her gece damlattığı lavantanın o geniz yakan keskinliğini yutarak geriye yumuşacık lavantayı üflüyordu küf. Değişmemiş ve onu terk etmemiş hatıraların iki sembolüydüler. Lavanta ve küf. Sandıkta gizli lavanta tarlası. Koridordaki kocaman bembeyaz fiyonklu rugan ayakkabılı kabarık etekli kızken açtığı anneannesinin sandığında keşfetmişti onları. “Ne güzel, zaman geçiyor ama uzağa değil, yanıbaşıma çekiliyor ve orada bekliyor” diye düşündü. Çarşafı gergince düzeltip yanlarını sıkıştırdıktan sonra eliyle de düzeltti.
“Kızım bu senin annen ütü elli, katladığı çamaşırları, düzelttiği yatakları görsen, sanırsın yeni ütüden çıkmış, elektrikten de tasarruf ediyoruz vallahi” Kocasının sesi hala kulaklarındaydı, doğruldu, ağrıyan belini geriye doğru esnetirken ellerine baktı. “Ütü eller artık bumburuşuk”. Bileğinden elinin üstündeki deriyi geriye doğru çekmeyi denedi, kaçıncıdır yapıyordu bunu ama nafile. Çekilen deri parmakların arasından oluşturduğu potlarla provaya alel acele yetiştirilmiş teğelli elbise gibi çarpık ve eğreti duruyordu. Yorganını silkelerken hırkası düştü yere. Hırkayı tersyüz etti ve kapının arkasındaki askıya astı.

Yatak odası, açtığı pencereden egzozlu da olsa taze havayla hemhal olurken, çayı demlemeye gitti. Ocağın önüne geldiğinde çaydanlık ve demliği bıraktığı gibi buldu, duraksadı, arkasını döndü, ekmek sepetinden ekmeği çıkartıp bir dilim kesti. Kırıntıları özenle toplayıp, aralık mutfak penceresinin dış pervazına bıraktı. Dilimi kızartma makinasına attı ve buzdolabını açarak kahvaltı servis tabağını çıkarttı. Mutfaktaki minik masanın üstüne küçük kahvaltı sofrasını kurdu, kızartma makinasından fırlayan nar gibi kızarmış dilimi aldı. Çaydanlık ve demlik hala ocakta ilk bıraktığı gibi duruyorlardı. Durdu, döndü, buzdolabından sütü aldı, bir bardak doldurdu, hemen sağında, pencerenin içinde duran transistörlü radyosunu açtı. “Kız sen geldin Çerkes’ten, pek güzelsin herkesten” zarifçe sallıyordu ayağını sütünü içerken.

Keyifliydi bugün, hafif bir güneş bulutların arasından yüzünü gösteriyor, sanki ona gülümsüyordu, yok yok doğrudan ona gülümsüyordu. “Soldan sağa 3, keyifle gülümsemek, buldum tebessüm,” telaşla yatak odasına gitti, tatlı bir rüzgar perdeyi nazlı nazlı savuruyordu. “Sakat havalar bunlar, iğne deliğinden hasta olunur maazallah” diye düşünerek pencereyi kapattı. Perdeyi düzelterek odadan çıktı, sağlı sollu fotoğraflara baka baka ilerledi. Herkes oradaydı. Her sabah, her öğlen, her akşam, oradaydılar.

Koridorun sonundaki sahanlığa geldiğinde kapının hala zincirli olduğunu gördü ve zinciri açtı ardından salona geçti, pencerenin önündeki Berjer’ine yerleşti. Gözü guguklu saate takıldı, çalışıyordu saat, rahatladı. Caddenin karşısındaki otobüs durağına insanlar birikmişti, köşedeki taksi durağında 3 taksi müşteri bekliyordu, hafifçe doğrularak aşağı baktı, hah o her sabah kapıda bekleyen gri büyük araba da oradaydı. “Tamam, her zamanki saatimde uyanmışım, afferim bana” dedi kendi kendine, gülümsedi tekrar. Otobüs geldi o arada, insanlar ite kaka otobüse binmeye başladılar, otobüs doldukça durak boşalıyordu, “hayat gibi” diye düşündü önce, sonra aklı “siz dışarda kaç kişisiniz” diyen akıl hastasına zıplayıverdi, babacığı anlatırdı, fıkranın başını hatırlamamasına rağmen gene gülümsedi. Ne güzel günlerdi. Ellerini kucağında birleştirdi, kendi elini tutuyordu ama aslında her iki eli de birbirini tutuyordu.



Çalan zili duyar duymaz yüreği hopladı keyifle, aceleyle telefona gitti, ahizeyi kaldırdı, tam “günaydın karakızım” diyecekken kulağına ahizeden akan tekdüze sinyal sesiyle irkildi, şaşırdı, elindeki ahizeye bakarken zil çalmaya devam etti. Ocağın üstünde, bıraktığı haliyle duran çaydanlığa baktığı gibi bakakaldı, ahizeyi yerine koyduğunda zil bir kere daha çaldı ancak bu kere zilin arasından “Merzuka Teyze benim Halis, sütçü” sesini duydu ve rahatladı. “Ah benim akılsız kafam, ah şapşal Merzuka” diye içinden söylenirken “Geliyorum Halis Efendi dur” diye seslenerek kapıya yöneldi, kilidin üstündeki anahtarı sola iki defa çevirdi, anahtarı kilitten çıkarttı ve kapıyı açtı.

- Günaydın Merzuka Teyze, merak ettim açmayınca
- Günaydın Halis Efendi, vallahi tam zamanında, son bardak sütümü de bu sabah içtim, ömrüne bereket.
- Teyzeciğim her sabah geliyorum ya
- Dur, kabı getireyim.

Elindeki anahtarı o telaşla mutfak masasının üstüne bırakarak lavabonun altındaki dolaptan yeşil çiçekli emaye tencereyi aldı, tam mutfaktan çıkmıştı ki bammmm. Sokak kapısı kapanmıştı. Aynı anda telefon çalmaya başladı. Salona baktı, döndü kapıya baktı, dizleri boşalıyordu, elinde tencere titriyordu, her tarafı titriyordu. İçinde dehşet bir korku yayılıyordu, her zerresine süratle, ölüm korkusu gibi. Tehlikenin ortasında kaybolmuştu. Tüm refleksleri kör olmuştu. Yapayalnızdı. Telefon çalmaya devam ediyordu, nasıl açsındı, anahtar yoktu ki. Paniğin karanlık çukuruna düştüğünde son bir gayretle avucunu sokak kapısına vurmaya başladı. “Lütfen yardım edin, kapım kapandı dışarda kaldım!” Telefon hala çalıyordu. Sesi birkaç tonda yankılanıyordu, ne kadar vurduğunu acıyan sağ avucundan anladı. Elini çektiğinde sütçü Halis’in sesini ayırdetti “Merzuka Teyze, dur telaş etme, içerdesin sen, sen içerdesin, aç kapıyı”.

Kapıyı açtığında ağzını zor toparlayan Halis elinde ölçü maşrapasıyla önüne bakıyordu. Titreyen terli elleriyle tencereyi uzattı, yüzü kül gibi olmuştu, gülümsemeye çalışarak:

- Allasen kimseye söyleme, ayol tersim döndü, kapı kapanınca dışarıda kaldım sandım.
- Söylemem teyzem, hepimize oluyor, yarım litre değil mi gene.

Merzuka, sütü iki taşım kaynatırken bıraktığı gibi duran çaydanlığın altını açtı, sonra masanın üstündeki anahtarı alıp askıya astı. Seri adımlarla yatak odasına gitti, kapının arkasındaki askıdan hırkasını aldı, üstüne geçirip düğmelerini özenle ilikledi, aynaya bakıp yakasını düzeltti. Üç firketeyle tutturduğu yan topuzunun altından firar eden birkaç saç telini ustalıkla yerlerine yerleştirdi. Ardından pencerenin önündeki koltuğuna oturdu, gözlüğünü takıp bulmacayı aldı eline, soldan sağa üç, “tebessüm” yazdı. Gazeteyi sehpaya gözlüğünü üstüne bıraktı. Mutfağa giderek çayı demledi, altını kıstı. Salona girip telefonun önünde durdu. Sahneye çıkmış da konuşma yapacakmış gibi duruşunu dikleştirdi, sesini küçük bir öksürükle akort ederken aynada kendine baktı. Ahizeyi kaldırdı, bu kez sinyale şaşırmadan numarayı çevirdi. Aynadaki gözlerinden gözlerini ayırmadan konuşmaya başladı:

- Karakızım günaydın, .......sorma yetişemedim demin, ........biliyorum biliyorum, yok iyiyim, hem de gayet iyiyim lakin ne kadar sürer bilmiyorum, gel de konuşalım ama sallanma ne olur. Gelirken de şu methedip durduğun Huzurevi’nin dosyasını getirmeyi unutma, bir de yeşil valizimi.
- E yok, şaşırma, gel de konuşuruz, .....iyiyim, hadi.

İnce belli bardaktaki çayını sehpaya koyarak pencerenin önüne oturdu, otobüs durağı boşalmıştı. Çayından bir yudum aldıktan sonra ellerine baktı, döndü guguklu saate baktı dokuzu yirmi geçiyordu. Sol eli sağ elini tuttu. Soldan sağa üç, tebessüm.