1.10.2010

TERAZİNİN KEFESİ - GÖĞSÜMÜN KAFESİ

Sol kefede: acı veren haberler, yitip giden hayatlar, "less fortunate" diyerek anglosakson kültürün enfes bir şefkatle sarıp sarmaladığı "özürlüler", annesiz kalan çocuklar, çocuksuz kalan anneler, savaş, bomba, gasp, riya, ihanet, ve...ve....ve....

Sağ kefede: sabah içilen kahvenin boğazdaki ılık teması ve burundan beyne giden mis kokunun hem bedeni hem de beyindeki serotonini kelebek öpücüğüyle uyandırması, gün içinde bir arkadaşa edilen iki çift hoş kelam, "anneciğim" le başlayan sohbet, taksi şöförüne önce "iyi günler" demek, pencerenin içine konan kumru, kavşakta gülümseyerek yolu size bırakan kırmızı arabanın sürücüsü, "afiyet olsun" diyen simitçi, pazarlık yapmadığın için ekstradan bir demet daha papatya veren köşedeki çiçekçi....

duygular bu iki kefe arasında gidip gelirken mutlu bir terazi olmak mümkün mü, hmm evet, şöyle:

sağ kefeye ağırlık vererek,
sağ kefeyi doldurarak,
sağ kefedekilere "layık oldukları" anlamları yükleyerek
sağ kefedeki herbir "hakkı verilmiş" duygunun, soldaki 4 acı verene galip gelmesi

ve

günün sonunda, mesela uyumadan evvel, baş yastıkta, gözler kapanmış, rem'e 5 kala, ufak bir muhasebe, hesap basit, bir sağ elemanı 4 sol elemanını diskalifiye ediyor...

Ben "adil" bir teraziyim, sağı doldurup, solda durmadan benden bağımsız kendini biriktirenleri oyun dışı bırakıyorum.

Hadi sağı dolduralım, soldaki yığılmayı "kontrol edemiyorsak" bile, etkisiz kılalım... Kimbilir, belki birgün sağımızdakilerin gücü galebe gelir ve soldakileri tamamen oyundışı bırakır.

Böylesine "dengesiz" bir terazi olmayı istemez miydiniz...

KUZULARDAN GEÇ KALMIŞ BİR ÖZÜR...

Anneannemin evinde bahçeye bakan küçük odada soba yanardı, kocaman kapısı bu yüzden hep kapalı tutulmalıydı, borusu tütmemeliydi küçük odadaki sobanın, ateşi geçmemeliydi, ama ateşi de sönmeden uyunmamalıydı, ya uykumuzda soba borusu tüter de bizi uyanılmayacak uykuya götütüverirseydi Allah muhafaza. Küçük odanın küçüklüğüne zıt orantılı büyük ve sayıca fazla kuralları vardı ve hepsine de harfiyen uyulurdu.

Küçük oda üç tarafı pencereli, giyotin çerçeveli, çerçevelerin üstünde anneannemin sabun kuruttuğu bir oda idi. Karşılıklı sağ ve solda birer divan vardı. Sağdaki divandan Leman ablanın evi, soldaki divandan ise Sabire Hanım'ın bahçesi gözükürdü, karşıdaki pencerelerden de aşağıdaki bana kucağını açan bahçemiz ve karşıda da Mühübaanım'ın bostanı.

Bayram ve tatillerde anneannemde olurdum hep. Kendi evimizdeki "evin en küçüğü" kimliğimden, anneannemin evindeki "prenses" kimliğime keyifle atlardım.

Bahçeye bakan küçük odanın store'ları bayramlarda indirilirdi sımsıkı.

- Sakın açma, divan örtülerinin rengini solduruyor güneş

derdi anneannem. Oysa ben çoktan keşfetmiştim birkaç gün evvel bahçeye getirilen koyunun mahalle kasabı tarafından kesildiğini, benim de bunu görmemi istemediklerini. Bu sebeptendir ki, bana gerçeği söylemediklerinden yani, onlara inat o vahşeti, dualar ve okşamalar ardından başlayan ve koyunun yan yatmış, gözleri bir bezle bağlanmış bedeninin gırtlağına vurulan bıçak darbesi ve oradan toprağa akan kanlardan sonra birkaç titreyişi takiben hareketsiz kalışıyla son bulan kanlı ritüeli seyredip hem korkar, hem ağlar, koyunun bacaklarının titremesi bittiğinde ise acısının sona erdiğine sevinerek kendimi avuturdum.

Anneannemin, koyunun bahçede kaldığı o birkaç gün içinde onu sevip elleriyle beslediği ve bunları yaparken de hep anlam veremediğim bir acıma duruşuna tezat teşkil eden kesilme sırasındaki sabırsızlığı ve sonrasındaki keyifli telaşını ise kalbimdeki "anlaşılmazlar" arasına koyup hiç sorgulamazdım. Anlayamayacaktım çünki! Aslında kendimi de anlamıyor olmanın bir yansımasıydı bu belki de, zira o dehşet sahnesinin ardından sofraya gelen bol kekikli kavurmayı hiçbirşey olmamışçasına keyifle yerken kendimden de saklanırdım.

Belki de bu yüzden geceleri çatıdaki yasaklanmış tehlikeli balkona çıkıp danaları kovalayan bostancıyla gözgöze gelme fantazisiyle kendimi korkutarak cezalandırıyordum, kimbilir?.......

Koyunlar....kuzular.... geç bir özürü kabul eder misiniz...küçüktüm bilmiyordum, yok yok biliyordum da, aklım ermiyordu karşı çıkmaya... pardon..

TDK - SANA LAFLAR HAZIRLADIM

Televizyon karşısında, tam da altın saatlerde geçgeç yaparken karşılaştığım programda, ünlü tatbilir aksakal yörekent otellerinde uygulanan seçal büfelerdeki yeğni menülerde yemekaltının bulunmamasından bahsederken, ahırdaşı da otelin belirtkesi ile yıldırı örgütü arasındaki bağlantıdan bahsediyordu....

Meali:

Televizyon karşısında, tam da prime-time da zapping yaparken karşılaştığım programda tanınmış gurme duayen, banliyö otellerinde uygulanan self-service büfelerdeki light menülerde ordövr tabağının bulunmamasından bahsederken, ekürisi de otelin amblemi ile terör örgütü arasındaki bağlantıdan bahsediyordu.....


Ey TDK, laf olsun torba dolsun, dostlar alışverişte görsün değil vazifen, adın üstüne, Türk DİL Kurumu, ahırdaş ne? aksakal ne? geçgeç ne? YUH DİYORUM....

ÖKSÜR ÖKSÜR DİZ İPE!!!
Meali: OSUR OSUR DİZ İPE...........

BİR EYLÜL SABAHI BİR ANNE

Yatağımda uyuyorum, uykunun tatlı girdabı beni yavaş yavaş yüzeye fırlatmaya başlamış, sabah yaklaşmış olmalı, ama çalar saatim daha çalmadığı için kaç dakika sonra çalacağına keyifle kaygılanırken uykunun kucağındaki yumuşacık misafirliğime devam etmekteyim.

Odamın kapısı yavaşça açıldı, girdaptan izliyorum gözlerimi açmadan, daha doğrusu kulaklarım sesleri beynimde küçük bulmacalara oradan da olası görüntülere çeviriyor, rüyayla gerçek arasında bir yerlerdeyim.

Kapıdan içeri giren, ufak ve özenli sessiz adımlarla başucumdaki pencereye geliyor, tül perdenin kıpırtısını duyuyorum, ardından da tülün altındaki güneşliğin olabilecek en yavaş frekansı yayması için olabilecek en seri hareketle kapatılmasını, ardından gene minik bir adım, yüzümü belli belirsiz yalayan bir nefes, başucumdaki komodinden kaldırılan saatin miniminnacık bir çınlaması ve odanın kapısına doğru ilerleyen, uzaklaşan gene özenli sessiz ayak tıpırtıları....

Gözümü açıyorum.... Annem....odadan çıkmak üzere, eli kapının kolunda, minimum gürültüyle kapatmaya hazırlanıyor, başımı kaldırarak yüzüme uyku mahmuru dağılmış saçlarımın arasından bakıyorum..

· Anne napıyorsun?

Annem, bir elinde çalar saatim, diğer eli kapının tokmağında,

· Yok bir şey yavrum,
· Anne, saatimi aldın nereye gidiyorsun, uff saat kaç?
· Saat 05:30 Deryacım, sen yat uyu, bugün işe gitmeyeceksin..
· Gitmeyecek miyim , neden ki?
· İhtilal oldu yavrum, sokağa çıkma yasağı var, hadi sen uykunu açma, uyu...

Deli gibi fırlıyorum, yüzüme dağılan saçlarım bile irkiliyorlar.....

Annem güneşlikleri kapattığı için odam loş, odamın ışık/ses yalıtımı uykunun koynunun ta kendisini oluşturmuş annem sayesinde.

Meğer günlerden 12, aylardan Eylül, yıllardan 1980 imiş, meğer ihtilal olmuş, meğer 20. yüzyılın son çeyreğindeyken bir Avrupa ülkesi olduğuna kendimizi inandıramazken bir de üstüne devrim olmuş..... Ne gam....

Çok gam.... ama önce analık gamı.....Afallamıştım....uykunun koynundan ihtilalin soğuk gerçeğine geçme yolunda annemin kucağında takılı kalmıştım. Politik gündemi babamla birlikte büyük bir dikkat ve özenle takib eden, haberleri izlerken/dinlerken neredeyse “iç geçirmemi” bile gürültüden sayan annem, işte şimdi, ülkede devrim olmuşken, hem de henüz olmuşken, hem de duyduktan hemen sonra, ilk iş kızının fazladan uyumasını kendine dert edinmiş, anneliği tercih etmişti.


Nereden mi aklıma geldi,.... aslında sanırım hep aklımda... aktüaliteyi takib ederken ve annemi özlerken...evet..hep aklımda..

Şanslıyım biliyor musunuz, askeri darbeyi böylesine sımsıcak “anne hatırasıyla” sarmalayabilmiş bir şanslı...

Annelerin, anneliğin tarifinin içine “darbe olduğunda evladının uyumasını görev edinen kalp” i de katabilir miyiz lütfen...