14.10.2007

GERÇEK

Gerçeği insanların ölçüsüyle değil,
insanları gerçeğin ölçüsüyle tanı.

~ Hz.Ali ~


Gerçek ancak hazır olanı bulur.


Seni gerçek olandan ayıran herşeyi ayıkla,
kaybolup gideceklerdir.
~ Yunus Emre ~


Görmek için gözlerini kapa.
~ G.D. ~


Doğruya eklediğiniz herşey,
doğruluğu eksiltir.
~ Alexander Solzhenitsyn ~


Hakikat aşıkları fırtınalı ya da
çamurlu sulardan korkmaz.
Asıl korkulması gereken sığ sulardır.
~ Yalom ~


Gerçek, aldanışın içinde saklıdır.
~ Johann Friedrich Von Schiller ~


Yalan dört nala gider.
Gerçek ise adım adım yürür,
fakat yine de vaktinde yetişir.
~Japon Atasözü ~


Gerçek çıplaktır,
ama insanları heyecanlandırmaz.
~Jean Cocteau ~


Gerçek daima realite ile uyum içindedir.
~ Paramahansa Yogananda ~


Bin tane olasılık tek bir doğru bile etmez.
~İtalyan Atasözü ~


Gerçeği yerin altına gömseniz bile,
o bir gün büyüyerek patlayacak
ve her şeyi yok edecektir.
~ Emile Zola ~


Hakikate ermek akıllıların işidir,
ama akıl işi değildir,
marifet bacaklarda olsaydı,
en hızlı koşan, kırkayak olurdu.


Bir düşüncede takılıp kalma,
gerçeği tek bir düşünce aydınlatamaz.
~ Sophoklesa ~


Çok süslenenlere bakın
hepsi de gizlenmek istiyordur.
~ Aristo ~


Yarı doğru olan, tam bir yalandır.


Gerçeğin mührü, yalınlıktır.
~ Herman Boerhaave ~


Gerçek, arandığında, saklanır.
~ Oliver Wendell Holmes ~


Gerçek, olgunlaşana dek
koparılmaması gereken meyve gibidir.
~ Voltaire ~


Gerçek, oy çokluğu ile belirlenmez.
~ Doug Gwyn ~


Gerçeğin peşinde olmak sizi özgür kılar,
hiçbir zaman ulaşamasanız bile.
~ Clarence Darrow ~


Ancak silmeyi bilen el, doğruyu yazabilir.
~ Meister Eckhart ~


Daima doğruyu söyle ki, hatırlaması kolay olsun.
~ David Mamet ~


Barış, mümkünse,
ama gerçek, daima.
~ Martin Luther King ~


İnanıp inanmamanız gerçeği değiştirmez.
~ Al Kersha ~


Doğru olan bir şey varsa,
o da, herşeyin doğru olduğudur.
~ Ernest Hemingway ~

13.10.2007

DUYGULARIN KOKULARI.....

Güzel müzikler şahane kokular yayar mı...... Ya da enfes kokular doyumsuz notalar duyurur mu kulaklara........ Önünde diz çöktürecek kadar güzel manzaralar ağızda en sevdiğiniz lezzeti uyandırır mı....

Görmeyen birisine renkleri nasıl tarif edersiniz, belki de bu tanımlarla, ve işte evet, bu tanımlar görmeyen kişinin en esasında "gören ama gözüyle görmek kafesine kapatılmış" bizlerin farkına varamadığımız gerçek gözüne gösterir anlatılanı...

Karışık oldu ama anlaşılmaz olmadı sanırım... Güzel müzikler dinlerken neden hep birşeyler içmek isteriz, ya da mis gibi bir koku aldığımızda, en azından bende böyledir, neden en sevdiğim müziği duyar gibi olurum, çok dokunaklı bir an ya da seyri doyumsuz bir manzara karşısında neden aklıma en azından bir fincan mis gibi dumanı tüten kahve gelir...

Çünkü gözün gördüğünü ruh kendi lisanıyla söyler bana, gözün ilettiği doyum/haz, esas kimliğimizde farklı şifrelenmiştir, aslında o hep böyle söylemiştir de, duyuramamıştır sesini, hala daha duyuramadıkları olduğu gibi aynen.

Hiç öyle "kendimle barıştım, ruhum beni ben ruhumu duyuyoruz" falan gibi söylemlere girmiyorum, hayır, sadece bende uyanan bu bana göre "şuur"u, belki de sesini duyuramayan ruhu taşıyan birtakım kişilere "çalar saat" vazifesi görür de uyanan benlikler içlerindeki ruhlarla sonunda haberleşebilir ümidi, ya da belki sadece uyanan şuurumu yazarak kendime tekrardan, kayıt altına alarak, sabit kalemle , bir daha silinmemek üzere, yazmak telaşı...

Baktım yağmur yağıyor İstanbul'da, hem de çığlık çığlığa yağıyor yağmur! Penceremden görünen yol ve kenarındaki ağaçların son bir gayretle sonbahara direnen yarı sararmış yaprakları, onları kadife doku ama şelale telaşıyla döverek yıkayan yağmurun altında gönüllüce ıslanan ve hoyrat darbeler altında memnun ıslaklar olarak duruyorlar, yapraklar kah yere düşüyor, kah bir alttaki dalın kenarına takılıyor, asfaltta oluşan küçük gölcükler geçen arabaların lastiklerinin açtığı oluklarla birbirlerine birleşip daha büyük göller haline geliyorlar ve derken o göller pırıl pırıl küçük nehirler olarak farklı kollardan akıyorlar, dehşet güzellikte bir tabiat senaryosu Gayrettepe'nin sokaklarından birinde kostümlü prova yapmakta.... Ve ben bu manzaranın karşısında, gören gözlerimle yetinmeyip gidip kendime bir kahve yapıyor ve döndüğümde ise aynı gösterinin karşısında ağzımda tatlı/buruk kahve lezzeti, burnumda ciğerlerime çekmekten keyif aldığım mis gibi kahve kokusu ile yerimi almışken bununla da yetinmeyip bir de müzik seçiyorum fona.

Bunları neden böylesine doğal bir sıra ve isabetli seçimlerle tereddütsüz ve başarılı becerebildiğimi aldığım zevkin artarak devam etmesi karşısında sorguladığımda ise, işte yazıya başladığım satıra geliyorum.... Bu noktadan itibaren bu yazım sonsuz olabilir, sarmal olabilir, buradan başa dönüp, hiç bitmeden , bitirmeden devamlı okunabilir, aynen hayat gibi, seçtiğimiz herşeyi istediğimiz kadar tekrar tekrar yaşayabileceğimiz ve sarmallaştırabileceğimiz gibi....

Neye niyet neye kısmet, nasıl başladı ve nasıl bitemedi.... bitirmek istememiştim zaten... aynen hayat gibi.....bitmedi......

Derya

DEMİŞTİM ...

Demiştim
Ensemden öpme demiştim
Ayrılık getirir demiştim
Demiştim
Getirdi...

Enseden öpülmez
Ayrılık getirir
Böyle öğrenmiştim
Hiç de öptürmemiştim
Ensemi

Sevmediğim için ayrılığı
Ensemi değil
Seni de değil
Ayrılığı sevmediğim için

Öptün ve Oldu mu
Oldu, Ayrılık oldu
Doğru çıktı
Dinlemedin
Demiştim oysa

Denmişti bana çünkü
Ayrılık getirir
Ve
Getirdi

Artık öpmem desen de
Artık öpmesen de
Öpmemek de bir ayrılık
Bak oldu işte
Getirdi
Enseden öpme
Ayrılık getirir
Demişlerdi....

Derya
13.10

8.10.2007

KÖPRÜ DERKEN NERELERE GİTTİM...

Köprü dendiğinde ikinin ayrılığı mı gelir önce akıla, yoksa ayrı ikinin birleşmesi mi.. Algılamalar nasıl da gece ve gündüz kadar farklı olabiliyor tek bir kelimenin tarifinde.

Köprü dendiğinde benim aklıma ilk gelen buluşma... Bir köprünün ortasında buluşma.. Hep bir uçtan diğerine gidiyoruz, ve her gidiş bir köprüden geçiyor mutlaka, düşüncede köprü, niyette köprü, uygulamada köprü. Sürekli bir köprüden geçmekteyiz hayat denen bu, uzun olup olmadığı bir kelebek ömrünün sırrında gizli, seyahatte.

Köprülerden geçerken köprüler de kuruyoruz bazen, bazen de yıkıyoruz. Ama illa ki her köprü bir diğerine götürüyor, bir yenisini kuruyor da olsak, mevcudu yıkıyor da olsak, hep bir sonraki durak gene bir köprü.

Yaşam yolculuğu sonsuz bir köprü iken, ve biz o köprü/ler/den geçerken birileriyle ya da birşeylerle karşılaşıp yepyeni köprüler oluştururken belki, bu ağ nereye kadar genişliyor, geçtiğimiz köprülerden bir daha geçebiliyor muyuz, ya da bizim kurduğumuz köprülerden kimler geçiyor.

Yaşam bize bahşedilen hazır bir sunum mu, yoksa bizim sürekli geçtiğimiz ve aynen bizim gibi geçenlerin zamanında kurup bıraktıkları köprüler mi... Kendi yarattığımız bir kurguyu mu "yaşıyoruz" hayatta olmak derken bunun adına.

Bazen olur ya, deja vu deriz, o anı herşeyiyle hatırlarız yaşamaya salise kala, biliriz ne olduğunu, acaba diyorum, deja vu yaşarken, kendi yaptığımız bir köprüden geçiyor olabilir miyiz..

Sorulardan oluşan bir yazı olmasını planlamamıştım, aslında hiçbirşey planlamamıştım, sadece "köprü" belirdi zihnimde, kimbilir belki de memnun değil şu anda buraya döktüklerimden, belki de diyor ki "ben bambaşka şeyler uyandırdığımı düşünüyordum, bunlar değildi aslında, olmadı.."

Bana göre oldu, ipten yapılmış bir köprünün üstünde atılan her adımla birlikte sallanan köprünün tedirgin güvenliği kadar oldu en azından.

İp köprü deyince, bu kez de anılarım alıverdiler beni aralarına, bana 11 yıl evvelini hatırlattılar.

Malezya'ya gitmiştik, hani bugünlerde "öyle olur muyuz Allah korusun" dediğimiz Malezya'ya, Quantan şehrine hem de, hani şu "Indecent Proposal" filminde bahsi geçen şehre. Ne kadar da önemli bir mekana gitmişiz, hem sinematografik hem de güncel siyasal geçmişi var!

Ancak benim hatırladığım, köprü lafıyla zihnimde uyanan hatıranın resmi enfes bir ormanın ortasında keyiften afallatan bir sukunet ve ama bir o kadar da o dinginliğin içinde sessiz çığlıklarla dökülen bir şelale ve onun küçük göletini gösteriyor bana tekrar.

Eren, ben ve kuzinimiz Ayşim gitmiştik oraya Maley bir taksiciyle. Şişman, iri yarı, esmer bir Müslümandı sanırım şöför, ama saygılı ve bir o kadar da cana yakın bir adamdı. Kiralanmış olmasına rağmen bizi gezdirdiği her yeri en az bizim kadar zevk alarak, bizimle birlikte gezmiş, yorumlar yapmış, şaşırmış, beğenmişti, çok ilginç ve tanıdık bir adamdı, şöför değildi sanki, adını hatırlamadığım için üzüldüm şimdi.

Gelelim biraz evvelki resme. İnanılmaz "ormanlıkta" bir orman, sadece gölete dökülen suyun coşkulu sessizliğinin hışırtısı sarmış etrafı ses adına, sarmış da demeyeyim, kucaklamış ormanı o frekans, evet bu daha doğru, kucaklamış ve arabadan iner inmez bulutun içinden geçen uçak misali biz de kendimizi bir sonraki adımda o engin sessizlik gürültüsünün içinde buluvermişiz... evet aynen böyle bir his idi.

Görüntünün muhteşem doğallığı ve görkemli sadeliğine fon bu sessiz gürültü tabloyu içinde olduğuma inanamayacağım kadar ilahi yapıvermişti. Böylesine beni resmine hapseden, gönüllüce esir düştüğüm durumlarda etrafımdakileri unuturum ben, gene öyle olmuştu, gene Eren ve Ayşim'i unutarak itaatkar bir hipnoz havasında önce şelalenin döküldüğü gölete yürümüşüm, kendimi paçalarımı sıvamış, ayaklarımı suya sokmuş, bir kayanın üstünde oturup dökülen suların, kendi oluşturdukları havuzla, köpükler doğurarak öpüşmesini seyrederken buldum. Öpüşme noktasındaki karnaval göletin sadece o noktasında sınırlı ve suyun geri kalan kısmı üstünden uçan minnacık kanatlıların tetiklediği belli belirsiz esintiden etkilenerek halkacıklardan oluşan minik ürpermeler gösterecek kadar hassas bir huzurda.. Böylesine sakin bir çelişki ancak ve ancak tabiatta mümkün diye düşündüğümü hayal meyal hatırlar gibiyim.

Bu kez de, suyun ihtişamlı sessizliğine bu kadar yakınken, hatta içinde ucundan kenarından da olsa yer almışken, fondan ormanın sesi gelmekteydi. Yaprakların nazlı salınmaları mı, ağaçların topraktaki köklerinin gerinmesi mi, yapraktan toprağa atlayan çiy tanesinin sesi mi, bilemeyeceğim ama Vasconselos'un romanlarında konuşturduğu tabiatı duyuyordum sanki. Ayaklarım suda, bakışlarım akan ve toplanan suların birleşme noktasında, duygularım heryerde..

Birden gözüme köprü takıldı, hani şu filmlerde gördüğümüz sallanan ip/urgan,herneyse işte, ondan yapılmış köprü, çıkmalıydım o köprüye, tam da üstümüzden geçiyordu, zaten sanırım beni o bulunduğum noktadan o köprüden başka hiçbirşey ayıramazdı. Gene beynim mi ayaklarımı, yoksa ayaklarım mı beynimi idare ediyor bilinmezliğinin içinde, kalktım ve kendimi köprünün üstünde buldum. Ben yürüdükçe ayağımın altında birbirine urganlarla bağlanmış yatay tahtalar tahtırevalli gibi sallanıyorlardı,aynı zamanda köprü de sallanmaktaydı kendine özgü ritmince.

Ürküyordum ama annesi tarafından ilk defa tahtırevalliye bindirilmiş bir çocuğun coşkulu korkusu idi bu. "Korkmuyorum korkmuyorum, aslında çok korkuyorum evet ama çok da eğleniyorum" bakışları vardı duygularımın, deli gibi atan kalbimin insanı sarhoş eden oksijen ziyafetinin ortasında sırf heyecan ve keyiften ekstra hızlandığını anlamam uzun sürmedi zaten, bıraktım kalbimi, o da hızlansın varsın, o da tadını çıkartsın bu belki bir daha tekrarlanmayacak şölenin diye düşünmüş olmalıyım... Ve o köprüde karşımda ağaçlar, solumda ağaçlar, sağımda şelale ve onun göleti, altımda akan su, bu doyumsuz resmin ortasında ise ben.... Korkan ama korkarken de çok eğlenen ben.."Tanrı'm, bu ben miyim, bu kadar büyülü bir masal resminin ortasında duran ben miyim, iyi ki benim, iyi ki..." bile diyemeyecek kadar nutkum tutulmuş ben....

11 yıl evvelinin sabırsızlığıyla ormanı ve suyu ve köprüyü sadece duydum, dinleyemedim bile, duydum yalnızca, onlarla konuşmayı da akıl edemedim, belki de cesaret edemedim, bunu ancak şimdi anlayabiliyorum, Kazdağları'nın Yeşilyurt köyünde benimle konuşan doğaya cevap vermiş ve onunla konuşabilmiş olduktan sonra idrak edebiliyorum böyle bir şansım olmuş olduğunu...

Olsun, ya bunu hiç anlayamasaydım, ya hala daha değil dinlemeyi, tabiatı "duyamayan" lardan olsaydım....

Eşsizdi, yazımın, anlatacaklarımın bitmesine üzülüyorum, yazarken gene oradaydım çünki, 11 yıl sonra tekrar oradaydım ve hatırladığım kadar güzeldi gene....

Yeşil ve akan su, işte beni "ben" yapanlar, bunu tesbit etmiş ruhum ta o zaman ama tescili bu zamanlara kalmış demek ki...

Tesbiti tescil edebilmiş bir şanslıyım artık....:)

Derya
8.10.2007
02:28

6.10.2007

İLK YAZILARIMDAN BİR DEMET -V-

OLSA....GELSE...

Biri olsa,
Biri gelse,
Dese ki,
Geldim
Koşulsuz, şartsız, beklentisiz,
Sadece geldim
Konuşmaksa konuşmak,
Gülmekse gülmek
Ağlamaksa ağla....hayır bu yok!
Sevişmekse sevişmek,
Susmaksa susmak
Evet, evet, evet..
Susmak!
İşte bu!
Tüm söylenmeyenleri,
Bütün sevinçleri korkulan,
Bütün korkuları ertelenen,
Bütün hayalleri saklanan,
Bütün duyguları bastırılan,
Hepsini susmak,
Beraber, aynı anda
Susmak için geldim dese....
Bir gelse!.......

Derya
11 Ağustos 2005
23:11

İLK YAZILARIMDAN BİR DEMET -IV-

Aklıma mı geldi, yoksa içimden mi geldi, pek bilemiyorum, ama bir şekilde içimdeki yerinden çıkıp kendini göstermek istedi belli ki..

Küçük bir hikaye:

Küçük kız ailesinin hayatına, hiç beklenmez iken, ani bir giriş yapmış. Annesi çok paniklemiş, babası ise sevinçten havalara uçmuş. O, babasının "istavrit"i olmuş, baba ona aşık, o babaya hayran, abi ve ablaya gösterilmeyen tüm hoşgörüleri, onlara öğretilmeye zahmet edilmemiş tüm bilgileri, onlara zamanında verilmemiş tüm izinleri almış, hayat yastığının içine doldurmuş. Onu çok sevmişler, ama o da tüm tavrını "kendini daha da sevdirmek" üstüne kurmuşmuş zaten...

Cömert sevgi onu güzel büyütmüş, çok güzel bir kız olmuş, büyükler "tekne kazıntıları hep güzel olur" buyururlarmış onu gördükçe.

Ama herşeyin fazlası zarar ya! Fazla sevgi ve neticesinde gelen fazla albeni "altın bir kafese" hapsetmiş kızımızı. Çok sevilmenin yarattığı güzelliğin getirdiği endişe bir "koruma zırhı"nın içine sokmuş kızımızı babası tarafından.İşin komiği kızımız da uzunca bir süre bu zırhın dışına çıkarsa "öcülerin" onu yiyeceklerine inanmış.

Derken, geçen yıllar ve bu zamanın ince, yavaş ama pek tesirli küçük ipuçları sayesinde kızımız bir gözünü açmış ki zırhın içinde olmayanlar ondan daha çok eğlenmekte. O da daha çok eğlenmek istemiş, o kadar çok istemiş o kadar çok istemiş ki, sonunda babasını bile ikna etmeyi başarmış ve zırhtan çıkmış.

Başlamış eğlenmeye, ama bir gün,aniden, babası çıkıvermiş hayatından, hem de temelli, bir daha dönmemecesine... Acı, özlem, isyan bir yana, sırtında onunla birlikte heryere giden kocaman, güvenli, sağlam, yaslandığı duvar da yıkılmış meğer.!

Çok korkmuş ama çare yokmuş bu duruma, artık duvarsız yürümek zorundaymış.

Etraftaki herkes kızın artık evlenmesini istermiş, ama kızımızın hiç böyle bir niyeti yokmuş, o sadece "anne" olmak istiyormuş. "Olmaz!" diyormuş sistem ona, "evlenmeden anne olunmaz, AYIP!", "OLUR İŞTE!" diyormuş o da inatla, "ben ki bir yıldır 23 yıllık duvarım olmadan yürüyebiliyorum korkmadan ve tökezlemeden, evlenmeden anne de olabilirim pekala!"

Sahiden de o günlerde evlenmeden "baba" olmak istediğini söyleyen biriyle tanışmış, çok anlaşmışlar bu konuda. Çok sevinmiş bizimkisi, ama bu ortak hayal yalan olmuş, nasıl olduğunu anlamadan evlenivermişler.

Hemen de, hem de arka arkaya ikişer defa "anne-baba" yapmış hayat onları. Evlilik denilen tatsız, yağsız, sade suya pişirilmiş lezzetsizliği ve iki kişilik yanlızlığı çok güzel baharatlarla, çok egzotik tatlarla, kah ekşi, kah tatlı, kah kekremsi, ama neticede çok doyumsuz bir ziyafete çevirmişler.

Derken "baba" bu seferde gidivermiş hayatlarından, hem de aynı yol, aynı yöntem, aynı beklenmezlikde.

Çoktan kendi duvarını kaybetmiş olan kızımız bu kez de çocuklarının sırtından yıkılan duvarların derdine düşmüş. Kendisi duvarsız yaşamaya ve yürümeye sevmeden de olsa alışmışken, çocuklarının çok daha erken bir yaşta duvarsız kalmalarına kıyamamış, ve.. ne yapmış dersiniz?

O, kendi babasının tek tek öperek esirgediği parmakları ile çocuklarının sırtlarına duvar örmeye başlamış. Ellerinin acısı yüreğine oturmuş, ama dayanmış, kollarının ağrısı düşüncelerini parçalamış, ama dayanmış, çünki duvarsızlık çok acı, çok zor, çok ağır ve bir o kadar da huzursuzluk verecek kadar güvensiz, oynak, "bu küçükler bunu kaldıramaz" demiş kendi kendine ve dayanmış.

Bakmamış kendi sırtına bir daha hiç!

Bir gün yorulmaya başlamış, gittikçe artan bir yorgunluk, dinlenmesi bulunamayan bir yorgunluk, yoğun ve sürekli. Yürümek bile istemez oluyormuş artık, ama yürümezse çocuklar ne yaparlar, o koca yolun ortasında nerede durup ne yöne nasıl gidileceğini bile kestiremezler. Bir gayret tekrar doğrulup yürümeye koyulmuş..

Yorgun, isteksiz ama hala kararlı bir sürüklenme içindeyken birden birisi bir el atmış kızın yüküne. Şaşırmış bizimki , "bana yardım mı ediliyor? Neden? İstemedim ki! İstemek de bana yakışmaz zaten!" gibi edindiği o yalan kibirin ezberlerini tekrarlarken bir de dönüp bakmış ki yardım falan yok!

Meğer ne olmuş biliyor musunuz? O "birisi" eğilip, bizim kızın duygularına seslenmiş, demiş ki "duvarları örmüşsün ama çocuklarının sırtına koymayı unutup kendi sırtına yüklenmiş taşıyorsun! Yapma! O duvarların yeri senin omuzların değil! İndir, taşıma onları!"

Duygular aralarında toplanıp konuşmuşlar, demişler ki "doğru, bu omuzlar rahat olmalı ki biz de istediğimiz gibi bu ruhu besleyebilelim, böylece çocuklar kendi duvarlarına yaslanarak, anneleri ise bizim beslediğimiz ruhun kuvvetiyle yürümeye devam edebilsinler."

İşte böyle, bu hikaye daha bitmedi ama devamını henüz kimse bilmiyor, ne bizim kız, ne çocuklar, ne o "birisi", ne de duvarlar!

Derya
4 Ağustos 2005
01:30

İLK YAZILARIMDAN BİR DEMET -III-

Merhaba! Uzun zamandır biraraya gelemedik. Esasen aklımın kelimeleri şuurumun kağıdıyla buluşmakta sürekli, ama onlar kendilerini öyle bir derinlere gizliyorlar ki, değil okumak, varlıklarını farketmek bile, benim için dahi, imkansız gibi birşey.

Yaşananlar, hissedilenler, algılanan olaylar, herşey beynimizin bu iş için ayrılmış bölümünde dosyalanıyor ya, o dosyalar da sürekli çoğalıyor ya, o çoğalanlar belli etmeden bizi yoruyor ve yavaşlatıyor ya, işte ben bunlara engel olmak için sizi buluşturuyorum belki.

Hatıralar, yaşanmışlıklar, güzel ya da acı, önemli değil, içimizde kapalı kutular içinde bekledikçe eskiyor, eskidikçe ağırlaşıyor, ağırlaştıkça da bizi engelliyorlar.

Güzel anılar zamanın gerisinde kalmanın avantajını kullanarak yaşanmış oldukları an'dan daha güzel gözükme telaşında, makyaj yapıp, süslenip, bizi kandırıyor ve bir daha onlar kadar güzelini yaşayamayacağımız konusunda böbürlenerek bizi geçmişe hapsetmek istiyorlar.

Acı olanlar ise acılıklarının tüm baharatlarını ortaya çıkartarak, canımızı yakmaya devam ederek, kendilerini güncel tutmak için, bizi acıtarak kullanıyorlar.

Netice: "Geçmişte yaşamak" denilen hapishaneye güle oynaya, gurur ve istekle giriyoruz. Bununla da kalmayıp, çevremizdekileri de o içinde bulunduğumuz "geçmiş" mahpusunun derinliklerine çekmeye çalışarak dünyadan, günden ve an'dan uzaklaşıyoruz.

Yapmamak lazım, evet yapmamak lazım! Esas olanın "bu an" olduğunu bilmek, kabullenmek ve tadını çıkartmak lazım. İçinde bulunduuğumuz zamanın bir salisesinin dahi bir daha aynı kurguyla tekrarlanamayacağını bilmek, ama telaşa da kapılmadan, ne kadar güzel ve ne kadar cazip olursa olsun onu tutmaya, sürüklemeye çalışmadan bir sonrakinin de kendine özel olacağına güvenerek bırakmak, an'ın geçip gitmesine izin vermek, hatta bir sonrakine keyif ve heyecanla atlamak lazım....

Böyle yapmak lazım.........

Derya
19 Temmuz 2005

İLK YAZILARIMDAN BİR DEMET -II-

Her zamanki tesadüflerden biri daha.. Sebepsiz yere "yazmaya" ara verişim, ve bugün, gene "sebepsiz" yere yazmak isteyişim, son yazımın tarihi 5 Ekim, bugün ise 5 Kasım.

Duydum, mesajı aldım... Bağlantıda olduğumu unutmaya yüz tutmuş olmalıyım ki tekrar "hatırlatılıyor" bana.. Herhalde!

Biliyorum bağlantıda olduğumu, artık eskisi gibi "ille de bir işaret noolur" ısrarında da değilim, ama gene de demek birşeyleri ihmal ediyorum ki bu anlık tesadüflerle kendime getiriliyorum. Ruhum huzurlu, ruhum barışık, zaman içinde zaman yaşıyorum gene arada bir, ama bunlar hoş ve kısa ziyaretler olmaktan öteye gitmiyor, ve, bugüne döndüğümde bugünden memnun olmanın da keyfini yaşıyorum. Gene aklım karışıyor eskisi gibi ama nasıl oluyorsa, bilmiyorum, aklımın karışıklığını, beni daha da ileriye götürecek yeni, yepyeni açılımların küçük basamakları, küçük işlemli problemleri olarak adlandırıyor ve kaosum sakinlediğinde bir basamağı daha çıkmış olmanın huzur ve gururunu hissediyorum, rahatlıyorum.

Artık soru sormuyorum, artık cevap da beklemiyorum doğal olarak. Mevcut olaylar beni şaşırtsa da korkutmuyor, hem bugünü ve bugünün gerçeklerini yaşıyor, hem de sebebini bilmediğim ama da artık sorgulamadığım huzur ve emniyet duygularımın konforunu yaşıyorum.

Acaba bu defter kalıcı olacak mı? Olcaksa eğer, acaba yıllar sonra okunduğunda karmaşık, karışık, hafif üşütük bir şuurun yansıması olarak mı görülecek? Bilemem.. İlerleyen sayfalarda belki güncel olay ve değerleri irdelersem belki daha "anlaşılır", daha "derli toplu" bir resim çizebilir okuyanın aklında. Olsun, her ne kadar aslında yazılan herşey okunmak için yazılıyor olsa da ben şu anda sadece kendimle yaptığım konuşmaların ana hatlarını oluşturan bir kelimeler ordusunu duygu/akıl sistemimden azad edip yerlerine yerleştirmenin huzurunu tatmak adına yazdığıma inanıyorum.

Uzun cümleler oluyor, farkındayım, ama onlar, yani aklımdaki, kalbimdeki düşünceleri dile getiren sözcüklerden oluşan cümleler, birbirini o boyutta bırakmaya kıyamayan kelimelerin elele tutuşup bir sonra geleni de kendileriyle birlikte götürmek istemelerinden uzuyor. Eminim daha sık yazdıkça bana güvenmeyi öğrenecekler, ve aslında hepsini azad edeceğime inanıp daha kısa cümleler oluşturma sabrını kazanacaklar....

Derya
5 Kasım 2004

İLK YAZILARIMDAN BİR DEMET -I-

Uzunca bir süredir "yazmak" benim için bir anlamda "topraklanmak" eylemiyle eşdeğer. Aklımın içinde klasifiye edilemeyen duygu ve tesbitlerimin bir çeşit "dosyalanması" işlemi, ruhuma verdiği rahatlık ise, bedenimdeki negatifliklere paratoner vazifesi görmesi.

Ne var ki yazmak, ancak kendimi rahat hissettiğim zamanlarda yapabildiğim birşey. Hani sancılanınca nefesimizi tutarız ya bilmeden, oysa aslında nefes alsak sancı, kasılma daha az rahatsız eder ama biz gene de en ilkel içgüdümüzün esiri olmayı seçeriz ya bilinçsizce, işte aynen bunun gibi, ben de aklım ve ruhum huzursuz olduğunda yazmamı tutuyorum, nefesimi tutar gibi.

Bunun, düşünüyorum da, yazacaklarımı görmek, okumak ve gözgöze gelmeten korkmaktan öte, daha anlamlı bir sebebi olsa gerek. Sanırım stabil olmayan duygu ve ruh halinde ifade becerim de stabil olamıyor ve ben, ardarda dizilmiş kelimelerden öte bir anlam taşımayacağını düşündüğüm için gizliyorum o dışarı çıkmakta zaten tereddüt edenleri.

Sonra, duygu ve düşüncelerimin tozu dumanı yatıştığında aklımın içinde oradan oraya savrulanlar birden sıraya giriyorlar, hepsi kendi yerini buluyor, sonra da yazılmaya hazır bekliyorlar.

Asla sabırsız değilller, onların şifrelerinde bana güvenmek var, kodlanmış, biliyorlar ki br gün, bir vesileyle, ya da belki tamamen sebepsiz, bir kağıdın satırlarını oluşturup yerlerini alacaklar.

Hiç yanılmadılar, aynen şu an da yanılmadıkları gibi. Kim derdi ki bir gün kağıt satırlarını oluşturmak yerine bir defterin sayfalarına kurulacaklar... Kim derdi ki 2004 yılının 5 Ekim'inde bir Salı günü, fabrikada, öğle yemeğinden sonra içilen kahve eşliğinde dünyama "fiziksel" olarak kaydedilecekler, onları kimbilir kimler okuyacak, kimbilir kimler de okumayacak, ama onlar bunu hiç önemsemeyecek, çünki "yazılanlar" için en büyük gurur "yazılmış" olmak....

Derya
(5 Ekim 2004, Salı)

5.10.2007

SARARANLAR

SÖZ / DE SARARIR
Olur, aramam seni ve kimseyi
Anıları pas tadında bırakırım
Konuşacak ne kaldıysa kalsın
Susmaktır birşeylere saygılı kılan

Ayrılık da bir olanaktır bilirsin
İnce bir sis, bir hüzün örtüsü
Dumanlı bir ıslık yakışır şimdi
Dudaklarıma, bırakıp giderim

Söz / de sararır biterken bir aşk
Kediye iyi bak çiçekleri sula
Diyorsam da aldırma sözlerime
Alışkanlık işte başka birşey değil

Söz / de sararır biterken bir aşk


AHMET TELLİ

demiş şair, gerçekten de öyledir, birşeyler biterken sahiden de sözler de sararır sanki, ve demek geliyor ki içimden, kimi sararmış resimlere inat o resimdeki anılar ve duygular capcanlı renklerle dururken, kimi şu an yaşananlar, zamanın tazeliğine zıt bir şekilde sararıverirler, bazen de sararmak bir yana, kendilerini, kendilerinin bile inanmadığı parlak renklere boyamışken, dökülüverir boyaları, pırıltılar gider, sararamaz bile onlar, aslına döner, donuk, mat, kasvetli aslına...

Boyanmış olmaları bir cürüm müdür, aldatmaca mıdır, olmayacak duaya "amin" mi, bilinmez, bilmeyen ise sadece ve en önemlisi onlardır, boyayanlar...

Bilmeyenlere rastlayan o hiçbirşeyden haberi olmayanlar ise kalakalırlar, bilmediğini dahi bilmediğini öğrenmenin şaşkınlığında....

O da geçer.... İş ki bilmeyenlerden ve bile bile bilmeyenlerden olmayalım.... Bilmeyenler bilmeme seçimleriyle kendi yollarında gitsinler, bilenlerin yolları ise bilmeyenlerle çakışmasın..... Bu da benden olsun....

Derya
4.10.2007

4.10.2007

TAŞLAR KONUŞTULAR

Dağ idik tabiatta
Biraz koptuk
Kaya olduk
Gene de iyiydik, mutluyduk
Biraz daha ufalandık
Taş olduk
Hala fena değildik

Aldılar bizi
Parçaladılar
Şekillere soktular
Üstüste koydular

Adımızı da değiştirdiler
Çoklukta birken
Aynı isimdeyken
Taş iken
İsim koydular baştan

İsmin içinde
Kum da vardı
Çimento da
Tuğla da
Vardı
Apartman dediler

Ulaşılmaz bir dağ iken
Kaya
Gururlu bir kaya iken
Taş
Sert bir taş iken
Ne
İnşaat
Sonra da gelsin yeni isim
Apartman


Böyle diyorlar
Bana diyorlar
İçlerinde oturan bana
Karşıdan bakan bana
Onları yapanlardan biri olan
Bana
Diyorlar

Haklılar
Çaresizler
Neden diyorlar
Neden yakınıyorlar
Koskoca dağ
Koskoca kaya
Taş gibi taş
Çaresizleşebiliyorsa

Biz susalım
Bizim mazeretimiz
Doğamızda gizli
Ne dağız
Ne kaya
Ne de taş

...mıyız? Yoksa.....
Hatta fazlası mıyız
Daha mıyız...
Öyleyiz sanırım..
Öyleyiz....
İyi ki...mi?
Maalesef ..mi?

Öyle miyiz...
Bilmiyorum...
Korkarım evet...
Hay Allah...

Derya
2.10.2007

GÜMÜŞ DENİZ

Şehirlerden İstanbul,
semtlerden Fenerbahçe Burnu
günlerden bir haftasonu
vakitlerden bir akşamüzeri
duygulardan bir kadife kıvamı

Güneş dönüş yolunda
ışıkları kırılma telaşında
huzmeleri suyun dudaklarında
öpüşüyorlar gümüş noktasında

Denizin üstü giyinmiş
renklerden gümüşe
girsem denize
gümüş olur muyum

Girmek istemedim
buradan bakmak daha büyülü
büyüye dahil olmadan
dışardan büyülenmeli...

Aynen hayata dışardan bakar gibi
hem içinde hem de seyircisi gibi
seyirciyken rol almak
rol alırken seyretmek...
gibi

Gümüş deniz
kendine parlıyor
en çok kendisi tad alıyor
seyredenler farkında

Güneş gümüşünü salıvermiş
deniz güneşe sarılıvermiş
seyirci, güneş, deniz, gümüş
aradan bir de yunuslar çıkıvermiş

Gümüş denizde
gümüş olmuş yunuslar
gümüş zıplayan
gümüş yaşayan
gümüş yansıtan yunuslar

Girsem mi
gümüşe dalsam mı
ben de gümüş olsam mı
ya yunus olursam bir de...
Keşke...olsam....

Derya
4.10.2007

1.10.2007

DÜNYA RAKI GÜNÜ

*Aralık ayının ikinci Cumartesi günü "Dünya Rakı Günü" olarak
kutlanır...*

Rakıseverler birbirlerine hediye verir.

Gidip de başkalarına "Dünya Rakı Günü diye bir şey mi var?" diye sormayın, çok ayıplarlar.

Balığı bol, mevsimi soğuk, geceleri uzun ve harflerinden "rakı" yazılabilen yegane ay olan Aralık ayının ikinci Cumartesisi Dünya Rakı Günü olarak kutlanır.

Bir kayda rastlanmamakla beraber Bekri Mustafa’nın da Aralık ayının ikinci Cumartesi gecesi doğduğu rivayet edilir.

Bu özel gün ayni zamanda yılbaşının şenlikli bir provasıdır.Dünya Rakı Günü, Türkiye ve Dünya sathına yayılmış, tüm rakıseverler tarafından 2006'dan beri coşkuyla kutlanır :)Yıllar sonra tarihler böyle yazdığında,
"Ben ilk günden beri kutluyorum" deme şansınız olsun :)

"RAKININ da muhabbeti olur mu?" diyenler çıkabilir.O meyhanelerde gördüğünüz rakı masaları aslında muhabbet, sohbet masasıdır,

Bektaşi der ki :
Rakı ağızdan değil, kulaktan içilir.Biz ona içki değil, dem deriz!"

RAKININ kitabını yazan Deniz Gürsoy, rakının nasıl içileceğini
değil "Rakının nasıl içilmeyeceğini" yazmıştır. (Oğlak Yayıncılık)

Oturursun masaya, garson bir şişe rakı getirir, mezeleri sıralar,
kadehini doldurur, içersin!

HAYIR, rakı öyle içilmez...
Rakının nasıl içileceğini, ya da nasıl içilmeyeceğini bilelim..

Rakı güneş batmadan içilmez.
Rakı yalnız başına içilmez,duvara bakılarak içilmez,
rakı keyif için içilir,dertlenmek için içilmez,
rakı sohbet için içilir.

Rakı, şakadan, nükteden, işletmeden anlamayan bayır turplarıyla içilmez.

Rakı gürültüyle içilmez.

Rakı çabuk içilmez, içip masadan kalkılmaz.

Rakı sofrasında fazla yemek yenmez, mezelerle yetinilir.

Rakı sofrasında sigara küllüğüne zeytin çekirdeği, sıkılmış limon kabuğu konmaz,

Rakı kadehine önce rakı, sonra su, daha sonra da buz konur;
bu sırayı bozarsanız, anason kadehin üzerine çıkar, rakının hem tadı hem keyfi kaçar.

RAKININ ana mezeleri dışında, ekstra mezeleri de vardır,
bir de "göz mezesi" vardır ki....tahmin ettiğiniz değil, bakın o nedir? :

Yahya Kemal, her akşam sofrasını "kuş sütü eksik" kurdurur, ama çoğuna el bile sürmezmiş...
Lakin sürsün, sürmesin hepsi hesaba yazıldığı için şef garson,
şaire, şimdiki deyimle "kıyak yapmış", sofraya kırmızı turp koymamış... Yahya Kemal gelmiş, oturmuş masaya söyle bakmış garsonu çağırmış:
"Nerede kırmızı turp?"
"Efendim dikkat ettim yemiyorsunuz da..."
"Ben sofraya konan her şeyi yemek zorunda değilim, onların bazıları benim göz mezemdir!" demiş..

RAKI için çok şey söylenir, yazılır, ama Necip Mirkelamoğlu'nun
"Rakınamesi" de unutulur gibi değildir;
"Nükte, cinas anlayan;
Ahengi bezme uyan;
İçip zırvalamayan;
İşte onadır rakı."

Bu da alıntı anlayacağınız üzere, ama okuması keyifli,

sağlığa, sıhhate, şerefe....

Derya