14.07.2010

UYANANLARIM DEVAM

Anneannemin akrabası olduğu rivayet edilen, ama aslında kim olduğunu hala bilemediğim bir Ahmet Abi’miz vardı bir de. Ahmet Abi’de anneannemin evinin önemli karakterlerinden biridir. Yaşı hakkında bir fikir edinebilmeniz için annem ve teyzemin Ahmet Abisi olduğunu söylesem, aynı Leman Abla örneğindeki gibi bir yaş aralığında olduğu herhalde anlaşılır. Kısaca, Ahmet Abi koskocaman bir adamdı. Neyse bu teferruat. Ahmet Abi anneannemi muntazam ziyaret eder, her geldiğinde de onun yapması için listelenmiş “angaryalar”dan en az birini hallederdi. Ahmet Abi evliydi. Karısının adı Firdevs (Yenge) idi, anneannem ona Firdevs diye hitab ettiği için onunla ilgili anılarımın başlığı ismiyle yenge arasında gider gelir. Firdevs huysuz bir kadındı, asık suratlı, hiç çocuğu olmamış mutsuz bir kadındı. Arnavutmuş, anneannem söylerdi: “Ayol bugün Firdevs gene zom zom asmış suratını oturuyordu, Arnavut inadı tutmuş besbelli” gibi.. Firdevs’in evi hatıramda o kadar canlıdır ki.

Asık suratlı ve mutsuz olmasına rağmen, hatta konuşurken sürekli geğiriyor olmasından irkilmeme rağmen, Firdevs demek ki kalbimin yumuşak tarafına bir şekilde yerleşmiş. Hatırlamıyorum ama belki bana bakışlarında “keşke benim kızım olsaydın” yakarışını görmüştüm, kimbilir. Firdevs yengenin evi, o mahallenin daha derme çatma evlerinin olduğu sokakta idi. Aslında o sokak benim için çok eğlenceli bir yerdi. Muhtemelen tamamı göçmenlerden oluştuğundan sanırım, rengarenk, bol sesli, bol çocuklu, bana koyulan hijyenik ve adab-ı muaşeret kurallarının işlemediği, bir nevi kurtarılmış bölgeydi. Çok eğleniyordum o sokağa gittiğimizde. Temiz kıyafetlerim ve kırmızı ayakkabılarımla oraya ait olmadığımı ayan beyan belli eden görüntüme rağmen onların zevklerini paylaşabilmenin ayrıcalığını doya doya yaşıyordum.
Firdevs yengenin evine küçük bir avludan giriliyordu, üç beş basamakla çıkılan evin kapısından anneannem başını eğerek girebiliyordu, gerekmemesine rağmen ben de eğiyordum başımı. Firdevs ise adeta iki büklüm oluyordu o kapıdan girip çıkarken, zira o çok uzun boylu bir kadındı. Girdiğimiz odada tam karşıda, camın önünde bir sedir vardı, işte o sedir hayatımda asla unutamayacağım bir konumdaydı. Anlatmaya çalışayım, evin arka tarafı çok büyük bir bostandı, hani şu Mühübaanım’ın uçlu bucaklı bostanının uçsuz bucaksızından. Anlayamadığım ama bayıldığım bir şekilde, pencere bostanın seviyesiyle neredeyse sıfır noktasındaydı. Pencerenin önünde lahanalarla aynı seviyede oturuyorduk. Demek o bölgede kot farkı varmış, bana büyülü geliyordu o vakitler. Uzun boylu Firdevs yengenin birkaç basamakla çıktıktan sonra başımızı eğerek girdiğimiz evinin kapısından koskocaman bostanla gözgöze gelinen sediri.. Alice Harikalar Diyarı’nda gibi, bir tavşanın çıkıp bana saati sorması beni şaşırtmayacaktı, öyle diyeyim.
Firdevs boğuk ama tiz sesli bir kadındı, hep asık suratlıydı, fıkra anlatırken bile. Ben onun fıkralarına gülerdim. Karmaşık bir ilişkimiz varmış Firdevs yengeyle. Dedim ya, kendimce pek severdim ben onu.
Ahmet Abi ile anneannemin ailemizde sürekli anlatılan bir maceraları vardı. Anneannem gene bir gün onu çağırmış ağacı budaması için. Ahmet abi ağacı budarken de, anneannem mutfakta işlerini yapıyormuş, birden bahçedeki hareketliliğin durduğunu hissetmiş, bahçeye bir de çıkmış ki (devamını anneannemin ağzından yazıyorum, babama anlatıyor)
- Oğlum, şeytan dürttü, ayol bahçeden hiç ses gelmiyor, Ahmet ne yaptı acaba diye bir bakayım dedim. Bahçeye çıktım, bir de ne göreyim, Ahmet ağacın dalında asılı kalmış. Eyvah öldü adamcağız diye koştum yanına, gözleri yarı açık. “Ahmet Ahmet” diye sesleniyorum, nafile, cevap yok. Bir de yüksekte asılı kalmış ki, hemen tabureyi kaptım, üstüne çıktım ve Ahmet’i paçasından çeke çeke aşağı aldım. Rengi olmuş kağıt gibi bembeyaz. Kalp krizi geçiriyor zahir dedim kendi kendime, hani bana da olur ya, hemen mutfağa koştum, tabii aklım başımdan gitmiş, henüz bulgur pilavı pişirmiştim, bir tabağa koydum ve Ahmet’e getirdim, zorla yedirdim.
- Bulgur pilavı mı yedirdiniz Validanım?
- Evet, ama inanmayacaksın, yedikçe rengi yerine geldi, nerdeyse tamamını yedi. Ahmet açıldı. “Sağol Nazire abla, kendime geldim valla” demez mi, bir nefes aldım ama ay elim ayağım boşaldı .
- Validanım, size demek bunca sene göğsünüz sıkıştığında Trinitrine’i boşuna vermişiz, bir tabak bulgur pilavıyla halledebilirmişiz……
Anneannemin angine de poitrin’i vardı, hiç beklenmedik zamanlarda nefesi daralır, teyzeciğim her seferinde mucize ilacı Trinitrine’i yetiştirir ve anneannemin hayatını kurtarırdı.
Saçlarım uzundu küçükken, bir de kahküllerim vardı. Anneannemin kahküllerime büyük itirazı vardı, “ayol çocuğun alnına saç yürüyecek, şunları arkaya atsanız, benim lafımın hiç mi hükmü yok aşk olsun” larını annemle babam sevgiyle geçiştiriverirlerdi. Kahküllerime söz geçiremeyen anneannem ondan sonra saçlarıma hükmetmeye karar vermişti, bulduğu her fırsatta arkadan tek örgü yapardı. Gene öyle bir gün, bebeğimle oynarken,
- Derya gel saçlarını öreyim de ensen rahat etsin”,
anneannemin baş ve boyun kısmımla neden bu kadar yakından ilgilendiğini anlayamıyordum elbette. Gittim önüne oturdum. “
- Ben saçını örerken başını dik tut, ben çeksem de arkaya verme başını, verme ki örgün gergin ve muntazam olsun. Bak acıyor diye de şikayet etme, bir öreceğim, akşama kadar tek bir saç teli kıpırdayamayacak. Aaa evladım, ensen açılsın acık, gel.
Önce taradı, ardından örmeye başladı. Birden, saçımı çok ciddi çekmeye başladı, ben ise tembih edildiği üzere başımı, saç diplerim çok acımasına rağmen, öne doğru çekerek gerekli gerginliği sağlamaya çalışıyorum. Arkadan çekimin şiddeti gittikçe artıyordu, canım çok acımaya başlamıştı. Tembihli olduğum için acıya dayanıyor başımı inatla öne çekiyordum. Saçma sapan bir durumdaydık. Tam o sırada kapı açıldı ve teyzem, içeri girmesiyle “Anne!” diye bağırarak tam yanımızda duran etajerin üzerindeki Trinitrine’e saldırdı. Normal değil bu durum. O turuncu metal kutu ortaya çıktığında hep problem ve panik oluyordu. Gene öyle olmuştu işte. Arkadan beni çekiştiren kuvvet yokoldu, başımı bir çevirdim ki, anneannemin ağzı çarpılmış, gözleri belermiş. Teyzem ustalıkla dudaklarını aralayıp minik beyaz ilacı dilinin altına kaydırdı.
Anneannemin göğsü sıkışmış saçımı ondan çekermiş, arkaya kaykılıyormuş nefes darlığından meğer. Kısa zamanda kendine geldi ama ben uzun yıllar saçımı ördürmedim, hala da ördürmem, kendim örerken de hep gözümün önüne bahçeye bakan oturma odası gelir. Hayatımızın, geçmişimizin şifreleriyle gözgöze gelmek böyle oluyor demek.
Anlatmıştım ya, koskocaman anahtarlı koskocaman cümle kapısından içeri girildiğinde sağdan aşağıya inen merdivenlerin sonunda büyük taşlık, mutfak ve hamam vardı diye. Ah o hamam. Pazar günleri kazanlarda sular kaynatılır (ilerleyen zamanlarda odunla yanan termosifona terfi etmiştik), kurnalı hamama tahta takunyalarla girilir, anneannem büyük tabureye oturur, beni de önündeki küçük tabureye yerleştirir, kurnada sözümona ılıtılan su bakır tasla başımdan aşağı boca edilir ve birkaç tas suyla ben yandıktan sonra anneannem eline o sert dikenli bezi geçirirdi. Kese! Vücudum keselenirken dayanırdım da, sonrasında sıra işkenceye gelirdi. Keseden sonra gene tasla üstüme döktüğü o sözümona ılıtılmış sular tenime milyonlarca iğne batırırdı. Kaçmak isterdim, kaçamazdım. Ardından saçım yıkanırken o beyaz sabun gözüme kaçardı, gene canım acırdı. Bütün bu mezalim bittikten sonra ise, lavanta kokulu peştemallara sarılıp kucakta oturma odasına götürülüşüm ve teyzemin o en sevdiğim bardakta getirdiği serin şerbet bunların tamamını unuttururdu.
Pazar günleri ritüelinin devamında, teyzemin Mühübaanım’ın bostanından topladığı pazılarla yaptığı börek olurdu. Kocaman tepside börek hazırlanırdı ve Ahmet Abilerin evine yakın ekmek fırınına pişirilmesi için gönderilirdi. Yaklaşık bir saat sonra, börek enfes kokular içinde gelirdi, yanına muhakkak yoğurt servis edilir, böylece hamam töreni bol C vitaminli karbonhidratla tamamlanmış olurdu.
Ben İzmir’de doğmuşum, ama Kuşadası’nda olmuşum. 1985’de evlendiğim sene Eren’le birlikte bir haftalığına Kuşadası’na giderken annem şöyle demişti:
- Derya, sahilde bir İlkokul vardır, oraya iyi bak, sen orada oldun.
- Nasıl yani anne, ben okulda mı doğdum.
- Hayır kızım, sana doğdun demiyorum, oldun diyorum.
- Nasıl yani anne???
- Valla hesabım tutuyor, o yaz Kuşadası’nda o ilkokula kampa gitmiştik.
- Ay anne tamam, anlatma, hey Allahım tövbe tövbe.
- Ne var kızım, sen hüdayinabit değilsin ki, aaa..
Annem, 1930’lu yılların sonlarına İstanbul Çapa Kız Öğretmen Okulu’nda okurken, anneannem ve dedemin yakın ahbapları Neşat Bey ve Sahure Hanım’ın büyük kızları Destina’nın nişanında babamın gözüne takılıyor. Babam damat Osman Bey’in İstanbul Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden sınıf arkadaşı. Üniversite’yi yeni bitirmiş, Tarih öğretmeni. Annem hakkında damattan bilgi aldıktan sonra cesaretini toplayıp masaya gidiyor ve dedemden annemi dansa kaldırmak için izin istiyor. Dedem bu kararı anneme bırakıyor ve annemle babamın elleri bir valsle birleşiyor. Devamında babam annemi okulunda birkaç kere ziyaret ettikten, arada mektuplar gidip geldikten sonra, gene bir cesaret haber gönderiyor dedeme ve arkadaşı Osman’la birlikte dedemin karşısına oturuyorlar.
Babam dedeme annem ile evlenmeye talip olduğunu söylüyor. Dedem babamı birkaç soruyla tanıdıktan sonra
- Evladım sizin anneniz, babanız, bir büyüğünüz yok mu?
- Efendim bir tek annem var, İzmir’de yaşıyor. Ancak ben karşınızdayım.
demesiyle annemle babamın arasında söz kesiliyor.
Babam İzmir’de Berra Hanım ile Salim Bey’in tek oğulları olarak dünyaya geliyor. Berra Hanım da Salim Bey’de dullar, ikisinin de ilk evliliklerinden ikişer çocukları var. Salim Bey Mısır’ın İskenderiye şehrinden, kızı Hatice ve oğlu Ömer Faruk İskenderiye’deler. Berra Hanım ise Seferihisar’lı, ilk eşinden Müşerref ve Semiha adlı iki kızı var. Adnan, Salim Bey’le Berra Hanım’ın tek ortak çocukları ve birlikte yaşadıkları Müşerref ve Semiha ablalarından oldukça küçük. Salim Bey gıda ticaretiyle meşgul, evine, üvey kızlarına ve öz oğluna ve tabii ki Berra Hanım’a çok düşkün. Akşamları demlenmeyi seviyor, eve gelirken de her akşam muhakkak o dönemin seçkin mezelerinden getiriyor. Sofra kuruluyor, Salim Bey mezelerden birer lokma aldıktan sonra, muhtemelen rakı mezesi olması sebebiyle, kalanları doğruca Adnan’ın önüne bırakıyor. Netice, Semiha ve Müşerref annelerinin yaptığı yemekle yetinirken, Adnan babasının nadide mezelerini mideye indirerek tamamlıyor akşam sofrasını. Bunun doğal bir neticesi olarak ablalarının çocukça husumetini göğüslemeyi de öğreniyor ister istemez.
Adnan’ın bu sefahati ancak 7 yaşına kadar devam ediyor ve Salim Bey hayata veda ediyor. Çoktan birer genç kız olmuş Müşerref Halik Bey ile, Semiha ise Sabri Bey’le evlenerek evden ayrılıyorlar. Adnan Berra Hanım’ın tek gururu, canyoldaşı, sebeb-i hayatı oluyor. Karşıyaka’da oturuyorlar, mahallelerindeki komşularının çoğu Rum, Adnan’a “Athenon” diye sesleniyorlar. Babamın sürekli tekrarladığı tekerleme çocukluğuna dair hatırladığı eğlenceli bir melodiyle şöyle söyleniyor:
Meêrdiven başiinda biir kocakarii
Aldi paralaari cicosçi karii
Anneyy, anneyy, vamos parakiii!
Adnan yaz tatillerini teyze ve dayılarının yaşadığı Seferihisar’da geçiriyor, tütün topluyor, kuzenleriyle birlikte kirpi yakalayıp ters çevirip suya bırakıyorlar ve kirpinin ayakaltlarını gıdıklıyorlar, babam anlatırdı ordan biliyorum. Kirpiler gıdıklanıp cırcır bağırırlarmış, bizimkiler de çok gülerlermiş, ta ki büyüklerden biri bu sesleri duyup gelip kirpiciği kurtarıp bunları kovalayana kadar.
Devamında, Salim Bey’in bıraktığı mirasla yaşayan Berra Hanım oğlunun Lise den sonra İstanbul’da Üniversite okumasına razı geliyor, Adnan’ın tahsili için ayrılan fon Müşerref’in banka müdürü olan kocası Halik enişte’nin kontrolüne veriliyor ve Adnan İstanbul’a geliyor. Yıllar sonra babam bizlere Halik enişteyi hayatı boyunca affetmeyeceğini söyleyerek şunu anlatmıştı:
- O zamanlar tahsilim için ayrılmış miktar çok yüklü bir meblağ idi. Ben İstanbul’a geldikten sonra ilk bir yıl eniştem bana her ay muntazam belli bir miktar yolladı. Sonrasında bir gün mektup yazarak “ben paranın tamamını senin hesabına yatırdım, sen kendin idare et, bu sorumluluğu taşımak istemiyorum” dedi. Bu o zamanlarda bana yapılabilecek en büyük zarar olabilirdi, zira 20 yaşımdaydım, İstanbul gibi bir şehirde tek başıma yaşıyordum ve o paranın tamamını birkaç ay içinde sorumsuzca tüketebilme riskim çok yüksekti. Bunu yapmadım Allahtan, ama eniştemi de hiç affetmiyorum.

Adnan’la nişanlanan Güzin, Çapa Kız Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra ilkokul öğretmeni olarak Adana’ya tayin oluyor.. Henüz 19 yaşında. Dedem anneannemi de yanında gönderiyor annemin. Herhalde tanıdıklar vasıtasıyla bir ev kiralanıyor, anneannemin ilk işi giriş katı olan evin pencerelerine siyah perde dikmek oluyor, sebebini de anneme şöyle izah ediyor:
- Kızım burası yabancı yer, sen nişanlı bir genç kızsın, maazallah lisana geliriz.
Adnan ise Hatay Dörtyol’da 38 ay sürecek askerlik hizmetinde. Büyük bir şans eseri annemin okuldan sınıf arkadaşı olan Mualla da Adana’ya tayin olmuş ve o da aynı model, annesiyle birlikte gelmiş Adana’ya. Anneannem naturel bir kadındı ama sonraki yıllarda benim de tanımak şansını yakaladığım Mualla teyzenin şimdi ismini hatırlayamadığım annesi daha süslü bir kadındı. Gözüne sürme çeker, kaşına rastık sürerdi. Gitmelerinden kısa bir zaman sonra, Mualla teyzenin annesi anneanneme:
- Kardeşim, bu Pazar kızları da alıp bir fayton turu yapalım, şöyle sağımızı solumuzu bir görelim, hem eğleniriz de.
diyor.
Pazar günü sözleşildiği gibi faytona biniliyor ve Adana sokaklarında dolaşırken Mualla teyzenin annesi faytoncuya
- Evladım faytonun üstünü aç da acık hava alalım pek sıcak
demesiyle, annem ve Mualla teyze ve karşılarında oturan anneannem ve Mualla’nın rastıklı sürmeli annesi, annemin tarifiyle Adana sokaklarında “şak şak şak” tur atıyorlar. Ertesi gün annem işe gidiyor, ilk teneffüste hademe gelerek Müdür Bey’in çağırdığını haber veriyor. Müdür’ün odası:
- Güzin Hanım kızım, dün Mualla öğretmen ve validelerinizle birlikte fayton turu yapmışsınız.
- Evet Müdür Bey,
- Kızım, Pazar günleri faytona binmeseniz, rica etsem.
- Anlayamadım efendim.
- Diyorum ki, Pazar günü faytona binmeseniz, hatta faytonun üstünü hiçbir şartta açtırmasanız.
- Müdür Bey, ben İstanbul’da yetiştim, uygunsuz durum ne demektir bilirim, ancak fayton ve üstü, pek anlayamadım. Hem annelerimiz de yanımızdaydı, alt tarafı bir şehir turu attık, saygısızlık etmek istemem ama müdahaleniz pek yersiz geldi bana.
- Kızım, daha açık anlatayım o halde. Adana’da pavyona yeni sermayeler geldiğinde Pazar günü herkes görsün diye faytona bindirip, faytonun da üstünü açıp tur attırırlar.
- Anladım Müdür Bey…….
“Lisana gelmekten” çekindiğinden pencerelere siyah perde asan anneannemin fayton sefası Adana’lıların dağarcığında kaldı mı bilmem ama “ay ne olur anlatmayın, bak hala fena oluyorum” diyerek kızaran anneannemin yanında hep anlatıldı ve gülüşüldüydü.
Anneannemin doğal bir komedyen olduğundan bahsetmiştim, bu özelliği hayat tarafından da onaylanmış olmalı ki, hep en korktuğu şeylerle şaka yapmaya devam etmiş hayat ona. Adana macerasında anneannem bir gün de kömür almaya çıkmış. Binbir zahmetle yolu bulduğunda, tarif üzerine kömürcüye giden kestirme sokağın başına gelmiş, girmek ne mümkün. Sokağın başında bir bekçi.
- Giremezsin Hanım!
- Aaa, neden ayol, kömürcüye gidiyorum.
- Yok, öteden dolan, buradan giremezsin.
- Neden, yangın mı var, aaa kömürlük mü yandı yoksa?
- Yok yangın falan, giremezsin o kadar!
- A, çekil be adam, ne demek giremezsin, börttüm zaten yürümekten.
- Yok hanım, giremezsin, yasak.
- Aa polis çağıracağım, ne yasağı bu böyle.
- Hanım teyze, bak yaşına hürmeten söylemek istemiyorum ama sen de müşkülat çıkartıyorsun, burası Umumhanelerin olduğu sokak, giremezsin…

Anneannem akşam annem gelene kadar bu “utanç”la hercümerc olduktan sonra akşam sofrasında anneme onun hatırına nelerle karşılaştığını, anneliğin böyle bir şey olduğunu, hayatında böyle mahcub olmadığını bu nadide örnekle anlattığında annemin tepkisi ne olmuştu bilmiyorum, ama, yıllarca bu ailede anlatıldı ve anneannemin naiv dünyası bizi gülümsetirken de içimizi ısıtmaya devam etti.

Nişanlılıkları o devirdeki savaş neticesi askerlik hizmetinin 3 yıl sürmesinden mütevellit gereğinden uzun sürmüş olan annem ve babam nihayetinde evlenmişler ve Adana’da annem ilkokul öğretmenliğine devam ederken, babam da önce kısa bir dönem Lise’de Tarih öğretmeni, ardından da o lisenin Müdürü olarak … yıl Adana’da kalmışlar. Yeni evlilerin kalıcı bir misafirleri de olmuş ve devamında bu taze ailenin bir ferdi olarak hayatının sonuna kadar onlarla yaşamış. Babaannem. Berra Hanım.

Düğünü müteakip Adana’da tek göz bir kiralık ev bulunmuş ve ama o tek göz oda evde annem-babam ve babaannem hep birlikte yaşamaya başlamışlar. Durumun saçma uygunsuzluğu, babaannemin evin yakınından geçen trenyolu sebebiyle gürültüden şikayet etmesi fırsat bilinerek derhal yeni ve bu sefer iki odalı bir ev bulunup taşınılarak düzeltilmiş. Gerçi babaannem tren gürültüsü olmayan evi bilinmeyen bir sebepten beğenmemiş ve iki yatak odalı evde uyuyamadığından şikayet ederek eski eve geri dönülmesi konusunda epeyce ısrarcı olmuş, ancak babamın kati ultimatomu sonucu

- Anne, başımızın üstünde yerin var ama bizim şartlarımız ve düzenimiz bu, rahat değilsen İzmir’e Müşerrref Ablama ya da Semiha Ablama rahatlıkla gidebilirsin,
şikayetlerini mırıldanma frekansına indirerek fazla ısrar etmemiş. Babaannemi ben hiç tanımadım. Berra Hanım’ın aklımdaki tarifi annemin eski model bir saygı ve kendine has yumuşaklığıyla kamufle ettiği “usanç” ile abim ve ablamın anlattıkları, onlarla eğlenen, şakalar yapan, tekerlemeler ezberleten, ….. romanını sürekli okuyarak torunlarına arada o romandan kupleler okuyan tonton kadın arasında gidip gelmekte. Sanırım eğlenceli ve muzip tarafını kalbim daha çok benimsedi.

Hemen aklıma gelen bir babaannem anekdotu. Anneannemin “Hacıanne*” dediğimiz bir arkadaşı vardı, daha doğrusu “ahretliği”, ismini hala daha bilmiyorum, adından da anlaşılacağı gibi Hacı idi, ama ne Hacı!! Son derece espritüel, açık fikirli, zaman zaman anneannemden daha avant garde olabilen bir kadındı. Anlatılanlara göre babaannemle pek iyi anlaşırlarmış. Bir keresinde, anneannemin evinde hem babaannem hem de Hacıanne yatıya misafirken, bu iki muzip, çiroz alıp uyuyan anneannemin koynuna atıvermişler. Uykudan kesif çiroz kokusuyla uyanan anneannemin durumu keşfedene kadarki telaşını ve sonrasındaki hayretini kahkahalarla izlemiş ve çok eğlenmişler. Bizler de her fırsatta bunu anneme anlattırır, sonra da dakikalarca gülerdik.

Evimizin, ailemizin geceleri çok güzel geçerdi hep. İştahsız bir çocuk olduğumu anlatırlar. İşte tam da bu sebepten akşam yemeklerinde babamın yanına oturtulur, onun şefkatli otoritesi altında tabağımdaki yemeği bitirmek zorunda kalırdım. Yemek zorunda olduğum yemeklerle ilgili herhangi bir tatsız hatıram yok, sadece en büyük itirazım çorba içtikten sonra su içmeme müsaade edilmemesi idi.
- Çorbadan hemen sonra su içilmez kızım, dişinin minesi çatlar! (sanki diğer yemekleri soğuk yiyormuşuz gibi)
İnadına da çorba içtikten sonra deli bir hararet bastırırdı, su içmek için her seferinde yeltenir, ardından da bu tembihle durdurulur, çorbadan sonra servis edilen yemeğin ilk birkaç lokmasını içeceğim suyun hatrına adeta yutardım. Akşam yemeği hep aynı saatte yenirdi bizde. Kışın akşam 19:00’da, yazın ise yaz saati uygulaması yüzü suyu hürmetine 19:30’da.

Akşam yemeği hazırlanırken, annem muhakkak mutfakta son anda bir şeyler hazırlıyor olurdu. Tedbirli ve organize olmasına rağmen sofraya “taze pişmiş/hazırlanmış” gelmesi gereken bir şey muhakkak olur, annem 19:00 eşiğini geçirmemek için bir telaş içinde olurdu. Annem bu koşturma içindeyken de ya abim ya da ablam annemle özel bir şey konuşmak için yanında olurlar, o da telaşının içine bir de “babamın duymaması gereken konu”nun hassasiyetini ekler, yanakları al al olurdu. Bendeniz ise kapı arkasında değil, ama mutlaka yakınlarında olur, oralarda oyalanır, fısırtıların kaynağını merak ederdim. Duysam da çoğunlukla anlayamadığım konuları bilmek gene de beni tatmin ederdi.
Evin içinde olanları kendimce gizlice izlemek huyumun bir örneği bile var. Babam banyo yaparken evde bir karmaşa oluyor, yanılmıyorsam babamın yeni aldığı ve o gün ilk defa kullanacağı bornozun bir kolu, annemle ablam arasındaki bir çekişme sırasında yırtılıyor. Yaşım epeyce küçük sanırım, 3 ya da 4. Annemin ablama “baban duymasın” dediğini duyduktan sonraki ilk işim banyonun kapısını aralayıp babama “bornozun kolu gitti” deyip kapatıp ortadan yokolmam. Babam banyodan çıktıktan sonra anneme “Ne oldu bornozun koluna” sorusu ve annemin şaşkınlığı, ve ardından deşifre olmam!!
Bunu neden yaptığımı tam olarak hatırlayamıyorum ama bir tahminim var. Ablam Üsküdar Amerikan Koleji’nde okuyor, yaptığı her şey, giydiği her şey benim için çok cazip. Karıştırılacak çok eşyası var. Günlerden Pazar, ablam odasında şeffaf bir kağıda renkli kalemlerin uçlarını toz haline getirerek çizdiği bir şeyi (aydınger kağıdına yaptığı Türkiye haritası) boyuyor, değil bakmama, yanına yaklaşmama dahi müsaade etmiyor, aklım orada. Annem börek yapmış. Etrafında dolandığımdan olsa gerek, bana kenarından bir dilim kesip vermiş ve ben böreği afiyetle yedikten sonra ablamın odadan çıktığını görüp doğruca hedefe ilerlemişim. O şeffaf kağıt şahane renklerle boyanmış, masanın üstünde duruyor. Yakından bakmam lazım. Ellemekten ne çıkar ki. Anlamaz bile ablam. Elime alıp her tarafını inceliyorum, pek bir şey anlamıyorum ama renkler çok güzel, bir gün ben de böyle güzel resimler yapabilecek miyim acaba. İyice bakıp her tarafını inceledikten sonra ilgim bitiyor, masaya bulduğum şekilde bırakıp odadan çıkıyorum.
Devamında ablamın “haritam mahvoldu, Derya yaptı, ona elleme demiştim” diye bağırmasına çok şaşırıyorum. Nasıl anladı ki. Ablam hiddetle haritayı buruşturup, bir top haline getirip yere fırlatıyor. Annem devrede “Kızım dur, o kadar uğraştın, ne oldu?”, “Anne yağlı elleriyle tutmuş haritada yağlı parmak izleri her yerinde, offfffffffff”. Şimdi anladım, tevekkeli annem hep “ellerini yıkadın mı” diye sorar yemeklerden sonra, demek iz bırakmamam için uyarıyormuş beni, hay Allah.
Devamını hatırlamıyorum, zira muhakkak biryerlere gizlenmiş ya da hiçbirşey olmamış gibi babamın hoşuna gidecek cümlelerimi kurarak onun dizine yerleşmiş olmalıyım. Fırtınanın geçtiğini zannediyor iken, ablamın “hadi banyoya” dediğini hatırlıyorum, gerisi acı dolu. Ablam beni olabilecek en sıcak suyla haşlayarak yıkadı, sesimi çıkartamadım, banyo bittikten sonra da, ince telli ve uzun saçlarımı olabilecek en ince telli tarakla taradı (çok acımıştı canım çok), gene sesimi çıkartamadım. Bütün bu acı bittiğinde tamamen içgüdülerimle o güzel resmi bozmamın bedelini ödediğimi biliyordum. Ne annem ne de babam canımın ne kadar yandığını hiç bilmediler