9.11.2007

YAŞARKEN...

(İnsanın özleyecek kimsesi/birşeyleri olması bile önemli..... Düşündüm de...)


Özledim bugün
Şarkıyı duyarken
Buluta bakarken
Kulağımı kaşırken
Yaşarken yani
Özledim

Derya

8.11.2007

BÖYLE BİR ZAMAN

Çok güzel bir günün sonunda bu güne bir işaret koymak istedim.... bitmesin ve kayda geçsin istedim..... duygularımın dansı kayıt altında olsun ve hep varolsunlar istedim.....istemişim işte....


Zaman içinde zaman
Zaman içindeki zamanda
Masal
Masal içinde gene zaman
Zaman içinde gene bir masal
Ve içinde
Ben

Masalın yolları yeşil
Masalın zamanı geniş
Masalın havası bulutsuz
Masalın suyu ürperiyor
İçinde
Ben

Yeşil yollarda yeşil
Geniş zamanlarda sınırsız
Bulutsuz havada dupduru
Ürperen suda tatlı ürkek
Ben


Derya
4.11.2007

14.10.2007

GERÇEK

Gerçeği insanların ölçüsüyle değil,
insanları gerçeğin ölçüsüyle tanı.

~ Hz.Ali ~


Gerçek ancak hazır olanı bulur.


Seni gerçek olandan ayıran herşeyi ayıkla,
kaybolup gideceklerdir.
~ Yunus Emre ~


Görmek için gözlerini kapa.
~ G.D. ~


Doğruya eklediğiniz herşey,
doğruluğu eksiltir.
~ Alexander Solzhenitsyn ~


Hakikat aşıkları fırtınalı ya da
çamurlu sulardan korkmaz.
Asıl korkulması gereken sığ sulardır.
~ Yalom ~


Gerçek, aldanışın içinde saklıdır.
~ Johann Friedrich Von Schiller ~


Yalan dört nala gider.
Gerçek ise adım adım yürür,
fakat yine de vaktinde yetişir.
~Japon Atasözü ~


Gerçek çıplaktır,
ama insanları heyecanlandırmaz.
~Jean Cocteau ~


Gerçek daima realite ile uyum içindedir.
~ Paramahansa Yogananda ~


Bin tane olasılık tek bir doğru bile etmez.
~İtalyan Atasözü ~


Gerçeği yerin altına gömseniz bile,
o bir gün büyüyerek patlayacak
ve her şeyi yok edecektir.
~ Emile Zola ~


Hakikate ermek akıllıların işidir,
ama akıl işi değildir,
marifet bacaklarda olsaydı,
en hızlı koşan, kırkayak olurdu.


Bir düşüncede takılıp kalma,
gerçeği tek bir düşünce aydınlatamaz.
~ Sophoklesa ~


Çok süslenenlere bakın
hepsi de gizlenmek istiyordur.
~ Aristo ~


Yarı doğru olan, tam bir yalandır.


Gerçeğin mührü, yalınlıktır.
~ Herman Boerhaave ~


Gerçek, arandığında, saklanır.
~ Oliver Wendell Holmes ~


Gerçek, olgunlaşana dek
koparılmaması gereken meyve gibidir.
~ Voltaire ~


Gerçek, oy çokluğu ile belirlenmez.
~ Doug Gwyn ~


Gerçeğin peşinde olmak sizi özgür kılar,
hiçbir zaman ulaşamasanız bile.
~ Clarence Darrow ~


Ancak silmeyi bilen el, doğruyu yazabilir.
~ Meister Eckhart ~


Daima doğruyu söyle ki, hatırlaması kolay olsun.
~ David Mamet ~


Barış, mümkünse,
ama gerçek, daima.
~ Martin Luther King ~


İnanıp inanmamanız gerçeği değiştirmez.
~ Al Kersha ~


Doğru olan bir şey varsa,
o da, herşeyin doğru olduğudur.
~ Ernest Hemingway ~

13.10.2007

DUYGULARIN KOKULARI.....

Güzel müzikler şahane kokular yayar mı...... Ya da enfes kokular doyumsuz notalar duyurur mu kulaklara........ Önünde diz çöktürecek kadar güzel manzaralar ağızda en sevdiğiniz lezzeti uyandırır mı....

Görmeyen birisine renkleri nasıl tarif edersiniz, belki de bu tanımlarla, ve işte evet, bu tanımlar görmeyen kişinin en esasında "gören ama gözüyle görmek kafesine kapatılmış" bizlerin farkına varamadığımız gerçek gözüne gösterir anlatılanı...

Karışık oldu ama anlaşılmaz olmadı sanırım... Güzel müzikler dinlerken neden hep birşeyler içmek isteriz, ya da mis gibi bir koku aldığımızda, en azından bende böyledir, neden en sevdiğim müziği duyar gibi olurum, çok dokunaklı bir an ya da seyri doyumsuz bir manzara karşısında neden aklıma en azından bir fincan mis gibi dumanı tüten kahve gelir...

Çünkü gözün gördüğünü ruh kendi lisanıyla söyler bana, gözün ilettiği doyum/haz, esas kimliğimizde farklı şifrelenmiştir, aslında o hep böyle söylemiştir de, duyuramamıştır sesini, hala daha duyuramadıkları olduğu gibi aynen.

Hiç öyle "kendimle barıştım, ruhum beni ben ruhumu duyuyoruz" falan gibi söylemlere girmiyorum, hayır, sadece bende uyanan bu bana göre "şuur"u, belki de sesini duyuramayan ruhu taşıyan birtakım kişilere "çalar saat" vazifesi görür de uyanan benlikler içlerindeki ruhlarla sonunda haberleşebilir ümidi, ya da belki sadece uyanan şuurumu yazarak kendime tekrardan, kayıt altına alarak, sabit kalemle , bir daha silinmemek üzere, yazmak telaşı...

Baktım yağmur yağıyor İstanbul'da, hem de çığlık çığlığa yağıyor yağmur! Penceremden görünen yol ve kenarındaki ağaçların son bir gayretle sonbahara direnen yarı sararmış yaprakları, onları kadife doku ama şelale telaşıyla döverek yıkayan yağmurun altında gönüllüce ıslanan ve hoyrat darbeler altında memnun ıslaklar olarak duruyorlar, yapraklar kah yere düşüyor, kah bir alttaki dalın kenarına takılıyor, asfaltta oluşan küçük gölcükler geçen arabaların lastiklerinin açtığı oluklarla birbirlerine birleşip daha büyük göller haline geliyorlar ve derken o göller pırıl pırıl küçük nehirler olarak farklı kollardan akıyorlar, dehşet güzellikte bir tabiat senaryosu Gayrettepe'nin sokaklarından birinde kostümlü prova yapmakta.... Ve ben bu manzaranın karşısında, gören gözlerimle yetinmeyip gidip kendime bir kahve yapıyor ve döndüğümde ise aynı gösterinin karşısında ağzımda tatlı/buruk kahve lezzeti, burnumda ciğerlerime çekmekten keyif aldığım mis gibi kahve kokusu ile yerimi almışken bununla da yetinmeyip bir de müzik seçiyorum fona.

Bunları neden böylesine doğal bir sıra ve isabetli seçimlerle tereddütsüz ve başarılı becerebildiğimi aldığım zevkin artarak devam etmesi karşısında sorguladığımda ise, işte yazıya başladığım satıra geliyorum.... Bu noktadan itibaren bu yazım sonsuz olabilir, sarmal olabilir, buradan başa dönüp, hiç bitmeden , bitirmeden devamlı okunabilir, aynen hayat gibi, seçtiğimiz herşeyi istediğimiz kadar tekrar tekrar yaşayabileceğimiz ve sarmallaştırabileceğimiz gibi....

Neye niyet neye kısmet, nasıl başladı ve nasıl bitemedi.... bitirmek istememiştim zaten... aynen hayat gibi.....bitmedi......

Derya

DEMİŞTİM ...

Demiştim
Ensemden öpme demiştim
Ayrılık getirir demiştim
Demiştim
Getirdi...

Enseden öpülmez
Ayrılık getirir
Böyle öğrenmiştim
Hiç de öptürmemiştim
Ensemi

Sevmediğim için ayrılığı
Ensemi değil
Seni de değil
Ayrılığı sevmediğim için

Öptün ve Oldu mu
Oldu, Ayrılık oldu
Doğru çıktı
Dinlemedin
Demiştim oysa

Denmişti bana çünkü
Ayrılık getirir
Ve
Getirdi

Artık öpmem desen de
Artık öpmesen de
Öpmemek de bir ayrılık
Bak oldu işte
Getirdi
Enseden öpme
Ayrılık getirir
Demişlerdi....

Derya
13.10

8.10.2007

KÖPRÜ DERKEN NERELERE GİTTİM...

Köprü dendiğinde ikinin ayrılığı mı gelir önce akıla, yoksa ayrı ikinin birleşmesi mi.. Algılamalar nasıl da gece ve gündüz kadar farklı olabiliyor tek bir kelimenin tarifinde.

Köprü dendiğinde benim aklıma ilk gelen buluşma... Bir köprünün ortasında buluşma.. Hep bir uçtan diğerine gidiyoruz, ve her gidiş bir köprüden geçiyor mutlaka, düşüncede köprü, niyette köprü, uygulamada köprü. Sürekli bir köprüden geçmekteyiz hayat denen bu, uzun olup olmadığı bir kelebek ömrünün sırrında gizli, seyahatte.

Köprülerden geçerken köprüler de kuruyoruz bazen, bazen de yıkıyoruz. Ama illa ki her köprü bir diğerine götürüyor, bir yenisini kuruyor da olsak, mevcudu yıkıyor da olsak, hep bir sonraki durak gene bir köprü.

Yaşam yolculuğu sonsuz bir köprü iken, ve biz o köprü/ler/den geçerken birileriyle ya da birşeylerle karşılaşıp yepyeni köprüler oluştururken belki, bu ağ nereye kadar genişliyor, geçtiğimiz köprülerden bir daha geçebiliyor muyuz, ya da bizim kurduğumuz köprülerden kimler geçiyor.

Yaşam bize bahşedilen hazır bir sunum mu, yoksa bizim sürekli geçtiğimiz ve aynen bizim gibi geçenlerin zamanında kurup bıraktıkları köprüler mi... Kendi yarattığımız bir kurguyu mu "yaşıyoruz" hayatta olmak derken bunun adına.

Bazen olur ya, deja vu deriz, o anı herşeyiyle hatırlarız yaşamaya salise kala, biliriz ne olduğunu, acaba diyorum, deja vu yaşarken, kendi yaptığımız bir köprüden geçiyor olabilir miyiz..

Sorulardan oluşan bir yazı olmasını planlamamıştım, aslında hiçbirşey planlamamıştım, sadece "köprü" belirdi zihnimde, kimbilir belki de memnun değil şu anda buraya döktüklerimden, belki de diyor ki "ben bambaşka şeyler uyandırdığımı düşünüyordum, bunlar değildi aslında, olmadı.."

Bana göre oldu, ipten yapılmış bir köprünün üstünde atılan her adımla birlikte sallanan köprünün tedirgin güvenliği kadar oldu en azından.

İp köprü deyince, bu kez de anılarım alıverdiler beni aralarına, bana 11 yıl evvelini hatırlattılar.

Malezya'ya gitmiştik, hani bugünlerde "öyle olur muyuz Allah korusun" dediğimiz Malezya'ya, Quantan şehrine hem de, hani şu "Indecent Proposal" filminde bahsi geçen şehre. Ne kadar da önemli bir mekana gitmişiz, hem sinematografik hem de güncel siyasal geçmişi var!

Ancak benim hatırladığım, köprü lafıyla zihnimde uyanan hatıranın resmi enfes bir ormanın ortasında keyiften afallatan bir sukunet ve ama bir o kadar da o dinginliğin içinde sessiz çığlıklarla dökülen bir şelale ve onun küçük göletini gösteriyor bana tekrar.

Eren, ben ve kuzinimiz Ayşim gitmiştik oraya Maley bir taksiciyle. Şişman, iri yarı, esmer bir Müslümandı sanırım şöför, ama saygılı ve bir o kadar da cana yakın bir adamdı. Kiralanmış olmasına rağmen bizi gezdirdiği her yeri en az bizim kadar zevk alarak, bizimle birlikte gezmiş, yorumlar yapmış, şaşırmış, beğenmişti, çok ilginç ve tanıdık bir adamdı, şöför değildi sanki, adını hatırlamadığım için üzüldüm şimdi.

Gelelim biraz evvelki resme. İnanılmaz "ormanlıkta" bir orman, sadece gölete dökülen suyun coşkulu sessizliğinin hışırtısı sarmış etrafı ses adına, sarmış da demeyeyim, kucaklamış ormanı o frekans, evet bu daha doğru, kucaklamış ve arabadan iner inmez bulutun içinden geçen uçak misali biz de kendimizi bir sonraki adımda o engin sessizlik gürültüsünün içinde buluvermişiz... evet aynen böyle bir his idi.

Görüntünün muhteşem doğallığı ve görkemli sadeliğine fon bu sessiz gürültü tabloyu içinde olduğuma inanamayacağım kadar ilahi yapıvermişti. Böylesine beni resmine hapseden, gönüllüce esir düştüğüm durumlarda etrafımdakileri unuturum ben, gene öyle olmuştu, gene Eren ve Ayşim'i unutarak itaatkar bir hipnoz havasında önce şelalenin döküldüğü gölete yürümüşüm, kendimi paçalarımı sıvamış, ayaklarımı suya sokmuş, bir kayanın üstünde oturup dökülen suların, kendi oluşturdukları havuzla, köpükler doğurarak öpüşmesini seyrederken buldum. Öpüşme noktasındaki karnaval göletin sadece o noktasında sınırlı ve suyun geri kalan kısmı üstünden uçan minnacık kanatlıların tetiklediği belli belirsiz esintiden etkilenerek halkacıklardan oluşan minik ürpermeler gösterecek kadar hassas bir huzurda.. Böylesine sakin bir çelişki ancak ve ancak tabiatta mümkün diye düşündüğümü hayal meyal hatırlar gibiyim.

Bu kez de, suyun ihtişamlı sessizliğine bu kadar yakınken, hatta içinde ucundan kenarından da olsa yer almışken, fondan ormanın sesi gelmekteydi. Yaprakların nazlı salınmaları mı, ağaçların topraktaki köklerinin gerinmesi mi, yapraktan toprağa atlayan çiy tanesinin sesi mi, bilemeyeceğim ama Vasconselos'un romanlarında konuşturduğu tabiatı duyuyordum sanki. Ayaklarım suda, bakışlarım akan ve toplanan suların birleşme noktasında, duygularım heryerde..

Birden gözüme köprü takıldı, hani şu filmlerde gördüğümüz sallanan ip/urgan,herneyse işte, ondan yapılmış köprü, çıkmalıydım o köprüye, tam da üstümüzden geçiyordu, zaten sanırım beni o bulunduğum noktadan o köprüden başka hiçbirşey ayıramazdı. Gene beynim mi ayaklarımı, yoksa ayaklarım mı beynimi idare ediyor bilinmezliğinin içinde, kalktım ve kendimi köprünün üstünde buldum. Ben yürüdükçe ayağımın altında birbirine urganlarla bağlanmış yatay tahtalar tahtırevalli gibi sallanıyorlardı,aynı zamanda köprü de sallanmaktaydı kendine özgü ritmince.

Ürküyordum ama annesi tarafından ilk defa tahtırevalliye bindirilmiş bir çocuğun coşkulu korkusu idi bu. "Korkmuyorum korkmuyorum, aslında çok korkuyorum evet ama çok da eğleniyorum" bakışları vardı duygularımın, deli gibi atan kalbimin insanı sarhoş eden oksijen ziyafetinin ortasında sırf heyecan ve keyiften ekstra hızlandığını anlamam uzun sürmedi zaten, bıraktım kalbimi, o da hızlansın varsın, o da tadını çıkartsın bu belki bir daha tekrarlanmayacak şölenin diye düşünmüş olmalıyım... Ve o köprüde karşımda ağaçlar, solumda ağaçlar, sağımda şelale ve onun göleti, altımda akan su, bu doyumsuz resmin ortasında ise ben.... Korkan ama korkarken de çok eğlenen ben.."Tanrı'm, bu ben miyim, bu kadar büyülü bir masal resminin ortasında duran ben miyim, iyi ki benim, iyi ki..." bile diyemeyecek kadar nutkum tutulmuş ben....

11 yıl evvelinin sabırsızlığıyla ormanı ve suyu ve köprüyü sadece duydum, dinleyemedim bile, duydum yalnızca, onlarla konuşmayı da akıl edemedim, belki de cesaret edemedim, bunu ancak şimdi anlayabiliyorum, Kazdağları'nın Yeşilyurt köyünde benimle konuşan doğaya cevap vermiş ve onunla konuşabilmiş olduktan sonra idrak edebiliyorum böyle bir şansım olmuş olduğunu...

Olsun, ya bunu hiç anlayamasaydım, ya hala daha değil dinlemeyi, tabiatı "duyamayan" lardan olsaydım....

Eşsizdi, yazımın, anlatacaklarımın bitmesine üzülüyorum, yazarken gene oradaydım çünki, 11 yıl sonra tekrar oradaydım ve hatırladığım kadar güzeldi gene....

Yeşil ve akan su, işte beni "ben" yapanlar, bunu tesbit etmiş ruhum ta o zaman ama tescili bu zamanlara kalmış demek ki...

Tesbiti tescil edebilmiş bir şanslıyım artık....:)

Derya
8.10.2007
02:28

6.10.2007

İLK YAZILARIMDAN BİR DEMET -V-

OLSA....GELSE...

Biri olsa,
Biri gelse,
Dese ki,
Geldim
Koşulsuz, şartsız, beklentisiz,
Sadece geldim
Konuşmaksa konuşmak,
Gülmekse gülmek
Ağlamaksa ağla....hayır bu yok!
Sevişmekse sevişmek,
Susmaksa susmak
Evet, evet, evet..
Susmak!
İşte bu!
Tüm söylenmeyenleri,
Bütün sevinçleri korkulan,
Bütün korkuları ertelenen,
Bütün hayalleri saklanan,
Bütün duyguları bastırılan,
Hepsini susmak,
Beraber, aynı anda
Susmak için geldim dese....
Bir gelse!.......

Derya
11 Ağustos 2005
23:11

İLK YAZILARIMDAN BİR DEMET -IV-

Aklıma mı geldi, yoksa içimden mi geldi, pek bilemiyorum, ama bir şekilde içimdeki yerinden çıkıp kendini göstermek istedi belli ki..

Küçük bir hikaye:

Küçük kız ailesinin hayatına, hiç beklenmez iken, ani bir giriş yapmış. Annesi çok paniklemiş, babası ise sevinçten havalara uçmuş. O, babasının "istavrit"i olmuş, baba ona aşık, o babaya hayran, abi ve ablaya gösterilmeyen tüm hoşgörüleri, onlara öğretilmeye zahmet edilmemiş tüm bilgileri, onlara zamanında verilmemiş tüm izinleri almış, hayat yastığının içine doldurmuş. Onu çok sevmişler, ama o da tüm tavrını "kendini daha da sevdirmek" üstüne kurmuşmuş zaten...

Cömert sevgi onu güzel büyütmüş, çok güzel bir kız olmuş, büyükler "tekne kazıntıları hep güzel olur" buyururlarmış onu gördükçe.

Ama herşeyin fazlası zarar ya! Fazla sevgi ve neticesinde gelen fazla albeni "altın bir kafese" hapsetmiş kızımızı. Çok sevilmenin yarattığı güzelliğin getirdiği endişe bir "koruma zırhı"nın içine sokmuş kızımızı babası tarafından.İşin komiği kızımız da uzunca bir süre bu zırhın dışına çıkarsa "öcülerin" onu yiyeceklerine inanmış.

Derken, geçen yıllar ve bu zamanın ince, yavaş ama pek tesirli küçük ipuçları sayesinde kızımız bir gözünü açmış ki zırhın içinde olmayanlar ondan daha çok eğlenmekte. O da daha çok eğlenmek istemiş, o kadar çok istemiş o kadar çok istemiş ki, sonunda babasını bile ikna etmeyi başarmış ve zırhtan çıkmış.

Başlamış eğlenmeye, ama bir gün,aniden, babası çıkıvermiş hayatından, hem de temelli, bir daha dönmemecesine... Acı, özlem, isyan bir yana, sırtında onunla birlikte heryere giden kocaman, güvenli, sağlam, yaslandığı duvar da yıkılmış meğer.!

Çok korkmuş ama çare yokmuş bu duruma, artık duvarsız yürümek zorundaymış.

Etraftaki herkes kızın artık evlenmesini istermiş, ama kızımızın hiç böyle bir niyeti yokmuş, o sadece "anne" olmak istiyormuş. "Olmaz!" diyormuş sistem ona, "evlenmeden anne olunmaz, AYIP!", "OLUR İŞTE!" diyormuş o da inatla, "ben ki bir yıldır 23 yıllık duvarım olmadan yürüyebiliyorum korkmadan ve tökezlemeden, evlenmeden anne de olabilirim pekala!"

Sahiden de o günlerde evlenmeden "baba" olmak istediğini söyleyen biriyle tanışmış, çok anlaşmışlar bu konuda. Çok sevinmiş bizimkisi, ama bu ortak hayal yalan olmuş, nasıl olduğunu anlamadan evlenivermişler.

Hemen de, hem de arka arkaya ikişer defa "anne-baba" yapmış hayat onları. Evlilik denilen tatsız, yağsız, sade suya pişirilmiş lezzetsizliği ve iki kişilik yanlızlığı çok güzel baharatlarla, çok egzotik tatlarla, kah ekşi, kah tatlı, kah kekremsi, ama neticede çok doyumsuz bir ziyafete çevirmişler.

Derken "baba" bu seferde gidivermiş hayatlarından, hem de aynı yol, aynı yöntem, aynı beklenmezlikde.

Çoktan kendi duvarını kaybetmiş olan kızımız bu kez de çocuklarının sırtından yıkılan duvarların derdine düşmüş. Kendisi duvarsız yaşamaya ve yürümeye sevmeden de olsa alışmışken, çocuklarının çok daha erken bir yaşta duvarsız kalmalarına kıyamamış, ve.. ne yapmış dersiniz?

O, kendi babasının tek tek öperek esirgediği parmakları ile çocuklarının sırtlarına duvar örmeye başlamış. Ellerinin acısı yüreğine oturmuş, ama dayanmış, kollarının ağrısı düşüncelerini parçalamış, ama dayanmış, çünki duvarsızlık çok acı, çok zor, çok ağır ve bir o kadar da huzursuzluk verecek kadar güvensiz, oynak, "bu küçükler bunu kaldıramaz" demiş kendi kendine ve dayanmış.

Bakmamış kendi sırtına bir daha hiç!

Bir gün yorulmaya başlamış, gittikçe artan bir yorgunluk, dinlenmesi bulunamayan bir yorgunluk, yoğun ve sürekli. Yürümek bile istemez oluyormuş artık, ama yürümezse çocuklar ne yaparlar, o koca yolun ortasında nerede durup ne yöne nasıl gidileceğini bile kestiremezler. Bir gayret tekrar doğrulup yürümeye koyulmuş..

Yorgun, isteksiz ama hala kararlı bir sürüklenme içindeyken birden birisi bir el atmış kızın yüküne. Şaşırmış bizimki , "bana yardım mı ediliyor? Neden? İstemedim ki! İstemek de bana yakışmaz zaten!" gibi edindiği o yalan kibirin ezberlerini tekrarlarken bir de dönüp bakmış ki yardım falan yok!

Meğer ne olmuş biliyor musunuz? O "birisi" eğilip, bizim kızın duygularına seslenmiş, demiş ki "duvarları örmüşsün ama çocuklarının sırtına koymayı unutup kendi sırtına yüklenmiş taşıyorsun! Yapma! O duvarların yeri senin omuzların değil! İndir, taşıma onları!"

Duygular aralarında toplanıp konuşmuşlar, demişler ki "doğru, bu omuzlar rahat olmalı ki biz de istediğimiz gibi bu ruhu besleyebilelim, böylece çocuklar kendi duvarlarına yaslanarak, anneleri ise bizim beslediğimiz ruhun kuvvetiyle yürümeye devam edebilsinler."

İşte böyle, bu hikaye daha bitmedi ama devamını henüz kimse bilmiyor, ne bizim kız, ne çocuklar, ne o "birisi", ne de duvarlar!

Derya
4 Ağustos 2005
01:30

İLK YAZILARIMDAN BİR DEMET -III-

Merhaba! Uzun zamandır biraraya gelemedik. Esasen aklımın kelimeleri şuurumun kağıdıyla buluşmakta sürekli, ama onlar kendilerini öyle bir derinlere gizliyorlar ki, değil okumak, varlıklarını farketmek bile, benim için dahi, imkansız gibi birşey.

Yaşananlar, hissedilenler, algılanan olaylar, herşey beynimizin bu iş için ayrılmış bölümünde dosyalanıyor ya, o dosyalar da sürekli çoğalıyor ya, o çoğalanlar belli etmeden bizi yoruyor ve yavaşlatıyor ya, işte ben bunlara engel olmak için sizi buluşturuyorum belki.

Hatıralar, yaşanmışlıklar, güzel ya da acı, önemli değil, içimizde kapalı kutular içinde bekledikçe eskiyor, eskidikçe ağırlaşıyor, ağırlaştıkça da bizi engelliyorlar.

Güzel anılar zamanın gerisinde kalmanın avantajını kullanarak yaşanmış oldukları an'dan daha güzel gözükme telaşında, makyaj yapıp, süslenip, bizi kandırıyor ve bir daha onlar kadar güzelini yaşayamayacağımız konusunda böbürlenerek bizi geçmişe hapsetmek istiyorlar.

Acı olanlar ise acılıklarının tüm baharatlarını ortaya çıkartarak, canımızı yakmaya devam ederek, kendilerini güncel tutmak için, bizi acıtarak kullanıyorlar.

Netice: "Geçmişte yaşamak" denilen hapishaneye güle oynaya, gurur ve istekle giriyoruz. Bununla da kalmayıp, çevremizdekileri de o içinde bulunduğumuz "geçmiş" mahpusunun derinliklerine çekmeye çalışarak dünyadan, günden ve an'dan uzaklaşıyoruz.

Yapmamak lazım, evet yapmamak lazım! Esas olanın "bu an" olduğunu bilmek, kabullenmek ve tadını çıkartmak lazım. İçinde bulunduuğumuz zamanın bir salisesinin dahi bir daha aynı kurguyla tekrarlanamayacağını bilmek, ama telaşa da kapılmadan, ne kadar güzel ve ne kadar cazip olursa olsun onu tutmaya, sürüklemeye çalışmadan bir sonrakinin de kendine özel olacağına güvenerek bırakmak, an'ın geçip gitmesine izin vermek, hatta bir sonrakine keyif ve heyecanla atlamak lazım....

Böyle yapmak lazım.........

Derya
19 Temmuz 2005

İLK YAZILARIMDAN BİR DEMET -II-

Her zamanki tesadüflerden biri daha.. Sebepsiz yere "yazmaya" ara verişim, ve bugün, gene "sebepsiz" yere yazmak isteyişim, son yazımın tarihi 5 Ekim, bugün ise 5 Kasım.

Duydum, mesajı aldım... Bağlantıda olduğumu unutmaya yüz tutmuş olmalıyım ki tekrar "hatırlatılıyor" bana.. Herhalde!

Biliyorum bağlantıda olduğumu, artık eskisi gibi "ille de bir işaret noolur" ısrarında da değilim, ama gene de demek birşeyleri ihmal ediyorum ki bu anlık tesadüflerle kendime getiriliyorum. Ruhum huzurlu, ruhum barışık, zaman içinde zaman yaşıyorum gene arada bir, ama bunlar hoş ve kısa ziyaretler olmaktan öteye gitmiyor, ve, bugüne döndüğümde bugünden memnun olmanın da keyfini yaşıyorum. Gene aklım karışıyor eskisi gibi ama nasıl oluyorsa, bilmiyorum, aklımın karışıklığını, beni daha da ileriye götürecek yeni, yepyeni açılımların küçük basamakları, küçük işlemli problemleri olarak adlandırıyor ve kaosum sakinlediğinde bir basamağı daha çıkmış olmanın huzur ve gururunu hissediyorum, rahatlıyorum.

Artık soru sormuyorum, artık cevap da beklemiyorum doğal olarak. Mevcut olaylar beni şaşırtsa da korkutmuyor, hem bugünü ve bugünün gerçeklerini yaşıyor, hem de sebebini bilmediğim ama da artık sorgulamadığım huzur ve emniyet duygularımın konforunu yaşıyorum.

Acaba bu defter kalıcı olacak mı? Olcaksa eğer, acaba yıllar sonra okunduğunda karmaşık, karışık, hafif üşütük bir şuurun yansıması olarak mı görülecek? Bilemem.. İlerleyen sayfalarda belki güncel olay ve değerleri irdelersem belki daha "anlaşılır", daha "derli toplu" bir resim çizebilir okuyanın aklında. Olsun, her ne kadar aslında yazılan herşey okunmak için yazılıyor olsa da ben şu anda sadece kendimle yaptığım konuşmaların ana hatlarını oluşturan bir kelimeler ordusunu duygu/akıl sistemimden azad edip yerlerine yerleştirmenin huzurunu tatmak adına yazdığıma inanıyorum.

Uzun cümleler oluyor, farkındayım, ama onlar, yani aklımdaki, kalbimdeki düşünceleri dile getiren sözcüklerden oluşan cümleler, birbirini o boyutta bırakmaya kıyamayan kelimelerin elele tutuşup bir sonra geleni de kendileriyle birlikte götürmek istemelerinden uzuyor. Eminim daha sık yazdıkça bana güvenmeyi öğrenecekler, ve aslında hepsini azad edeceğime inanıp daha kısa cümleler oluşturma sabrını kazanacaklar....

Derya
5 Kasım 2004

İLK YAZILARIMDAN BİR DEMET -I-

Uzunca bir süredir "yazmak" benim için bir anlamda "topraklanmak" eylemiyle eşdeğer. Aklımın içinde klasifiye edilemeyen duygu ve tesbitlerimin bir çeşit "dosyalanması" işlemi, ruhuma verdiği rahatlık ise, bedenimdeki negatifliklere paratoner vazifesi görmesi.

Ne var ki yazmak, ancak kendimi rahat hissettiğim zamanlarda yapabildiğim birşey. Hani sancılanınca nefesimizi tutarız ya bilmeden, oysa aslında nefes alsak sancı, kasılma daha az rahatsız eder ama biz gene de en ilkel içgüdümüzün esiri olmayı seçeriz ya bilinçsizce, işte aynen bunun gibi, ben de aklım ve ruhum huzursuz olduğunda yazmamı tutuyorum, nefesimi tutar gibi.

Bunun, düşünüyorum da, yazacaklarımı görmek, okumak ve gözgöze gelmeten korkmaktan öte, daha anlamlı bir sebebi olsa gerek. Sanırım stabil olmayan duygu ve ruh halinde ifade becerim de stabil olamıyor ve ben, ardarda dizilmiş kelimelerden öte bir anlam taşımayacağını düşündüğüm için gizliyorum o dışarı çıkmakta zaten tereddüt edenleri.

Sonra, duygu ve düşüncelerimin tozu dumanı yatıştığında aklımın içinde oradan oraya savrulanlar birden sıraya giriyorlar, hepsi kendi yerini buluyor, sonra da yazılmaya hazır bekliyorlar.

Asla sabırsız değilller, onların şifrelerinde bana güvenmek var, kodlanmış, biliyorlar ki br gün, bir vesileyle, ya da belki tamamen sebepsiz, bir kağıdın satırlarını oluşturup yerlerini alacaklar.

Hiç yanılmadılar, aynen şu an da yanılmadıkları gibi. Kim derdi ki bir gün kağıt satırlarını oluşturmak yerine bir defterin sayfalarına kurulacaklar... Kim derdi ki 2004 yılının 5 Ekim'inde bir Salı günü, fabrikada, öğle yemeğinden sonra içilen kahve eşliğinde dünyama "fiziksel" olarak kaydedilecekler, onları kimbilir kimler okuyacak, kimbilir kimler de okumayacak, ama onlar bunu hiç önemsemeyecek, çünki "yazılanlar" için en büyük gurur "yazılmış" olmak....

Derya
(5 Ekim 2004, Salı)

5.10.2007

SARARANLAR

SÖZ / DE SARARIR
Olur, aramam seni ve kimseyi
Anıları pas tadında bırakırım
Konuşacak ne kaldıysa kalsın
Susmaktır birşeylere saygılı kılan

Ayrılık da bir olanaktır bilirsin
İnce bir sis, bir hüzün örtüsü
Dumanlı bir ıslık yakışır şimdi
Dudaklarıma, bırakıp giderim

Söz / de sararır biterken bir aşk
Kediye iyi bak çiçekleri sula
Diyorsam da aldırma sözlerime
Alışkanlık işte başka birşey değil

Söz / de sararır biterken bir aşk


AHMET TELLİ

demiş şair, gerçekten de öyledir, birşeyler biterken sahiden de sözler de sararır sanki, ve demek geliyor ki içimden, kimi sararmış resimlere inat o resimdeki anılar ve duygular capcanlı renklerle dururken, kimi şu an yaşananlar, zamanın tazeliğine zıt bir şekilde sararıverirler, bazen de sararmak bir yana, kendilerini, kendilerinin bile inanmadığı parlak renklere boyamışken, dökülüverir boyaları, pırıltılar gider, sararamaz bile onlar, aslına döner, donuk, mat, kasvetli aslına...

Boyanmış olmaları bir cürüm müdür, aldatmaca mıdır, olmayacak duaya "amin" mi, bilinmez, bilmeyen ise sadece ve en önemlisi onlardır, boyayanlar...

Bilmeyenlere rastlayan o hiçbirşeyden haberi olmayanlar ise kalakalırlar, bilmediğini dahi bilmediğini öğrenmenin şaşkınlığında....

O da geçer.... İş ki bilmeyenlerden ve bile bile bilmeyenlerden olmayalım.... Bilmeyenler bilmeme seçimleriyle kendi yollarında gitsinler, bilenlerin yolları ise bilmeyenlerle çakışmasın..... Bu da benden olsun....

Derya
4.10.2007

4.10.2007

TAŞLAR KONUŞTULAR

Dağ idik tabiatta
Biraz koptuk
Kaya olduk
Gene de iyiydik, mutluyduk
Biraz daha ufalandık
Taş olduk
Hala fena değildik

Aldılar bizi
Parçaladılar
Şekillere soktular
Üstüste koydular

Adımızı da değiştirdiler
Çoklukta birken
Aynı isimdeyken
Taş iken
İsim koydular baştan

İsmin içinde
Kum da vardı
Çimento da
Tuğla da
Vardı
Apartman dediler

Ulaşılmaz bir dağ iken
Kaya
Gururlu bir kaya iken
Taş
Sert bir taş iken
Ne
İnşaat
Sonra da gelsin yeni isim
Apartman


Böyle diyorlar
Bana diyorlar
İçlerinde oturan bana
Karşıdan bakan bana
Onları yapanlardan biri olan
Bana
Diyorlar

Haklılar
Çaresizler
Neden diyorlar
Neden yakınıyorlar
Koskoca dağ
Koskoca kaya
Taş gibi taş
Çaresizleşebiliyorsa

Biz susalım
Bizim mazeretimiz
Doğamızda gizli
Ne dağız
Ne kaya
Ne de taş

...mıyız? Yoksa.....
Hatta fazlası mıyız
Daha mıyız...
Öyleyiz sanırım..
Öyleyiz....
İyi ki...mi?
Maalesef ..mi?

Öyle miyiz...
Bilmiyorum...
Korkarım evet...
Hay Allah...

Derya
2.10.2007

GÜMÜŞ DENİZ

Şehirlerden İstanbul,
semtlerden Fenerbahçe Burnu
günlerden bir haftasonu
vakitlerden bir akşamüzeri
duygulardan bir kadife kıvamı

Güneş dönüş yolunda
ışıkları kırılma telaşında
huzmeleri suyun dudaklarında
öpüşüyorlar gümüş noktasında

Denizin üstü giyinmiş
renklerden gümüşe
girsem denize
gümüş olur muyum

Girmek istemedim
buradan bakmak daha büyülü
büyüye dahil olmadan
dışardan büyülenmeli...

Aynen hayata dışardan bakar gibi
hem içinde hem de seyircisi gibi
seyirciyken rol almak
rol alırken seyretmek...
gibi

Gümüş deniz
kendine parlıyor
en çok kendisi tad alıyor
seyredenler farkında

Güneş gümüşünü salıvermiş
deniz güneşe sarılıvermiş
seyirci, güneş, deniz, gümüş
aradan bir de yunuslar çıkıvermiş

Gümüş denizde
gümüş olmuş yunuslar
gümüş zıplayan
gümüş yaşayan
gümüş yansıtan yunuslar

Girsem mi
gümüşe dalsam mı
ben de gümüş olsam mı
ya yunus olursam bir de...
Keşke...olsam....

Derya
4.10.2007

1.10.2007

DÜNYA RAKI GÜNÜ

*Aralık ayının ikinci Cumartesi günü "Dünya Rakı Günü" olarak
kutlanır...*

Rakıseverler birbirlerine hediye verir.

Gidip de başkalarına "Dünya Rakı Günü diye bir şey mi var?" diye sormayın, çok ayıplarlar.

Balığı bol, mevsimi soğuk, geceleri uzun ve harflerinden "rakı" yazılabilen yegane ay olan Aralık ayının ikinci Cumartesisi Dünya Rakı Günü olarak kutlanır.

Bir kayda rastlanmamakla beraber Bekri Mustafa’nın da Aralık ayının ikinci Cumartesi gecesi doğduğu rivayet edilir.

Bu özel gün ayni zamanda yılbaşının şenlikli bir provasıdır.Dünya Rakı Günü, Türkiye ve Dünya sathına yayılmış, tüm rakıseverler tarafından 2006'dan beri coşkuyla kutlanır :)Yıllar sonra tarihler böyle yazdığında,
"Ben ilk günden beri kutluyorum" deme şansınız olsun :)

"RAKININ da muhabbeti olur mu?" diyenler çıkabilir.O meyhanelerde gördüğünüz rakı masaları aslında muhabbet, sohbet masasıdır,

Bektaşi der ki :
Rakı ağızdan değil, kulaktan içilir.Biz ona içki değil, dem deriz!"

RAKININ kitabını yazan Deniz Gürsoy, rakının nasıl içileceğini
değil "Rakının nasıl içilmeyeceğini" yazmıştır. (Oğlak Yayıncılık)

Oturursun masaya, garson bir şişe rakı getirir, mezeleri sıralar,
kadehini doldurur, içersin!

HAYIR, rakı öyle içilmez...
Rakının nasıl içileceğini, ya da nasıl içilmeyeceğini bilelim..

Rakı güneş batmadan içilmez.
Rakı yalnız başına içilmez,duvara bakılarak içilmez,
rakı keyif için içilir,dertlenmek için içilmez,
rakı sohbet için içilir.

Rakı, şakadan, nükteden, işletmeden anlamayan bayır turplarıyla içilmez.

Rakı gürültüyle içilmez.

Rakı çabuk içilmez, içip masadan kalkılmaz.

Rakı sofrasında fazla yemek yenmez, mezelerle yetinilir.

Rakı sofrasında sigara küllüğüne zeytin çekirdeği, sıkılmış limon kabuğu konmaz,

Rakı kadehine önce rakı, sonra su, daha sonra da buz konur;
bu sırayı bozarsanız, anason kadehin üzerine çıkar, rakının hem tadı hem keyfi kaçar.

RAKININ ana mezeleri dışında, ekstra mezeleri de vardır,
bir de "göz mezesi" vardır ki....tahmin ettiğiniz değil, bakın o nedir? :

Yahya Kemal, her akşam sofrasını "kuş sütü eksik" kurdurur, ama çoğuna el bile sürmezmiş...
Lakin sürsün, sürmesin hepsi hesaba yazıldığı için şef garson,
şaire, şimdiki deyimle "kıyak yapmış", sofraya kırmızı turp koymamış... Yahya Kemal gelmiş, oturmuş masaya söyle bakmış garsonu çağırmış:
"Nerede kırmızı turp?"
"Efendim dikkat ettim yemiyorsunuz da..."
"Ben sofraya konan her şeyi yemek zorunda değilim, onların bazıları benim göz mezemdir!" demiş..

RAKI için çok şey söylenir, yazılır, ama Necip Mirkelamoğlu'nun
"Rakınamesi" de unutulur gibi değildir;
"Nükte, cinas anlayan;
Ahengi bezme uyan;
İçip zırvalamayan;
İşte onadır rakı."

Bu da alıntı anlayacağınız üzere, ama okuması keyifli,

sağlığa, sıhhate, şerefe....

Derya

27.09.2007

VANİLYA GÖKYÜZÜ

Vanilya renkli bulutları bilir misiniz, Vanilla Sky filminde öğrenmiştim bu tabiri, ve hemen aklımda kalan bu özel renkli bulutlarla kaplı gökyüzü görüntüsü dimağımda buluşuvermişti bu isimle...

Bulutlara bakarım ta küçüklüğümden beri, onlara isim mi koymadım, şekillere mi sokmadım, bana baktıklarını, benimle konuştuklarını, benimle birlikte hareket ettiklerini ya da benim önümden resmi geçit yaptıklarını mı düşünmedim, hepsini ama hepsini yaşadım. Gökyüzünü bulutlu severim, de, havayı bulutlu pek sevmem aslında..

Uçakla ilk bulutun içinden geçtiğimde ruhumda beliren ürkek ve tedirgin coşkuyu belki bir gün tarif edebilirim, hala edemiyorum..

Bir kış gecesi Etiler'den eve dönerken arabayla içine girdiğimiz sis bulutunun asfaltın üzerinden tekerleklerin hareketiyle süprülüp nazlı nazlı arabanın iki yanına savruluşunu, arabanın ise adeta asfaltta değil de bulutun yumuşak karnında keyifle kaydığını yaşadığımda da bunu bir daha hiç unutmayacağımı hissetmiştim.

Vanilya renkli bulutlar ise, apayrı bir zülfü yare dokundular bende, vanilyanın koku ve tad alma merkezlerim üzerinde yaptığı yumuşak ve ama baştan çıkarıcı etki, bulutların bendeki neredeyse ilahi tesiriyle birleştiğinde ortaya benzersiz bir tamlama çıktı sanki....

Şu anda saat 18:37 ve gökyüzünde vanilya rengi bulutlar salınıyor ve ben onlara bakarken mutlu oluyorum, sadece mutlu oluyorum.... bu kadar basit....

Vanilya özel, bulut etkileyici, Vanilya renkli bulutlar ise nevi şahsına münhasır, pek anlatılamıyor, başı yukarı kaldırıp gökyüzünde gözgöze gelmek lazım, o zaman bu yazının devamı duygularda ve algılamada herkesin kendi lisanına göre belirecektir, ben bu kadarını ifade edebildim .... Komposto içer gibi, hem serin, hem ılık, hem meyva, hem çiğ değil, hem tatlı, hem değil, güzel yani, tanıdık bir güzel....

Arka fonda masmavi gökyüzü ve fon ışığı olarak da güneş.... Ne ilahi bir tablo, ne eşsiz bir kompozisyon, tabiatın bize sunduğu herbiri birbirinden özgün bu eserler varken o kadar zenginiz ki, sürekli değişen bir tablo şöleni, üstelik de yapacağımız tek şey etrafa ve yere ve sağa sola ve gökyüzüne bakmak.... sadece bakmak....

Görebilenlerden olun, o zaman doyumsuz, hayatın kendisi de, bize gösterdikleri de, bizim için oluşturdukları da, ben doyamıyorum........

Derya
27.9.07

25.09.2007

RAKI ADABI

Sayın Arkadaşlar
Sizin gibi Ehl-i keyf bilir, ama eksik bilenler ile az bilenlere de ışık tutabilir !

Bab 1- Rakı Tanrısı dedi ki , hazırlık yap
Rakıyı güneş battıktan sonra, yavaş yavaş ve muhabbet eşliğinde içmeli...
İçmeye başlamadan önce aperatif bir şeyler yenmelidir. Favori zeytinyağlılardır. Zeytinyağı, mide dolmaya başladıkça üste çıkarak, alkolün genzinize doğru gelmesini engeller...
Rakı masasında bira, şarap gibi başka alkollü içecekler (masada sosyetik hanımefendiler olsa dahi) olmaz...
Rakı yalnız başına içilen bir içki değil, meze ile birlikte yavaş (sindire sindire) içilen bir içkidir...
Mezesiz rakı içilmez. Ben akşamcıyım, öyle bir kadehlik keyfim var diyorsanız gidin bira filan için...
Uğurlu yemeği her nevi ızgara balık (çupra, levrek, istrongilos) , uğurlu nağmeleri nihavend ve rast makamından sanat musikisi eserleri, uğurlu çalgıları da akordeon, keman ve ud olan rakının, uğurlu cl'si 70'dir...

Tam yağlı koyun peynirinin üzerine kırmızı toz biberle renklendirilmiş sarımsaklı zeytinyağı süslemesi... Turşu gibi ekşi mezelerde yine rakının kendine has tatlı nefasetini dengeler, damarlarınızı büzer anasonla dost olur, buna misal olarak da lahanası turşusu verilebilir. ..
En büyük mezesi muhabbettir. .. Muhabbet konusu bi kız vardı, 5 yıl sevdim, yüzüme bile bakmadı gibi duygusal ağırlıklı olabileceği gibi, bu güneş niye hep doğudan doğuyo batıdan batıyor gibi yarı-felsefi konular da olabilir...

Bab 2 – Ve saki bardakları doldurur

Usul, adap bilen en genç kişinin saki olması adettendir, büyüklere (ki büyüklük kavramı orada anlam bulur) sakilik yaptırılmaz... Ev sahibi olsa bile...
Buz gibi şişeden bardağa çevire çevire dökülür ve o nefis kokunun daha fazla yayılması sağlanır...
Rakı kadehine önce rakı, sonra su, daha sonra da (konmasa daha iyi olur ama) buz konur...
Bardağa konulan rakının yarısı kadar su konması makbuldür...

Rakıya buz koymak yanlıştır. Buz rakının içindeki suyla alkolü aynı oranda etkilemediği için daha seyrek olan alkol üste çıkar. İdeal karışım bozulmuş olur. En uygunu rakıya soğuk su koymaktır... Bu sırayı bozarsanız, anason kadehin üzerine çıkar, rakının hem tadı hem keyfi kaçar...
Şişe numarasının önemi yoktur. Zira ilk damıtılan rakı, 01 numaraya denk gelmez...

Şişede kalan son rakı damlasına kadar eşit paylaştırılır, daha da içmek isteniyorsa, bu paylaştırma ritüeline girilmeden yenisi sipariş edilir...
Rakı bardağı boş beklemez... Evet masadan kalkarken bile dibinde biraz bırakılır...

Bab 3 – ilk yudum
İlk yudumu aldıktan sonra ağızda bekletip, dişlerin arasından derin bir nefes alınır ki akciğerler de nasibini alsın...
Rakıdan küçük küçük yudumlar alınır... Bülent Ersoy öyle içiyor diye bir dikişte bir duble rakıyı içmek makbul değildir...

Bab 4 - Şerefe,
Masada yaşça en büyük kişi rakı kadehini tokuşturmak için kaldırmadan rakı kadehleri masadan kalkmaz...
Rakı sofrasında kadeh yalnızca bir defa tokuşturulur. Hadi bakalım hoşgeldiniz vs. falan diye...
Bundan sonra kadeh tokuşturulmaz sadece kaldırılır...
Masaya yeni birisi eklendiğinde ise tekrar kadeh tokuşturulabilir. ..

Bab 5 – Muhabbet, sofra adabı
Mide ve beyne belirli bir etki yaptıktan sonra insan keyiflenir ve güzel sohbetlere yönelir...
Yani hem anlatır hem dinler... Böylece rakı sofrası en az iki kişinin katıldığı toplu bir eylem, karşılıklı konuşmalara dayandığı için demokratik bir forum, evrensel ve kişisel sorunların ortaya getirildiği, fikir alıp verilen, insanın kendisi ile yüksek sesle düşünerek hesaplaştığı bir tür psikolojik grup terapisi olmaktadır...

Rakı sofrasında planlı, programlı ciddi işler konuşulmaz. Geyik muhabbeti yapılır, memleket kurtarılır, anılar tazelenir, dedikodu yapılır...

Rakı sizi ne zaman sarhoş edeceğini zamanında söyleyen bir içkidir, bunu farkettiğiniz zaman yanınızdakilere söylemeli, ya da izin isteyip kalkıp gitmelisiniz, ama eğer sizin kalkmanız masayı dağıtacaksa ölseniz bile orayı terk etmeyin... Çünkü rakı masasından tuvalete gitmek için bile zar zor kalkılır, hoş karşılanmaz...

Herhangi bir marka rakı içilirken başka bir markayı övmemek önemlidir; aksi yapıldığında, o an yudumlanan nimete hakarette bulunulmaktadı r ki yanlıştır...

Bağıra çağıra, Böğüre öğüre konuşulmaz... Sakin olmak, efendi takılmak gerek...
Rakı masasına avuç içiyle ya da yumrukla vurulmaz...

Unutulmamalıdır ki rakı sofrası saygın bir cemiyettir.. . Buraya katılan hem bu meclise kabul edildiği için saygı gören bir kişiliğe sahip demektir hem de diğerlerine karşı saygılı olmak zorundadır...

Sigara küllüğüne zeytin çekirdeği, sıkılmış limon kabuğu konmaz...

İçilen kahve fincanında, tabağında sigara söndürülmez...

Önce kendine gel, sonra meyhaneye
Kalender ol da gir kalenderhaneye
Bu yol kendini yenmişlerin yoludur
Çiğsen başka bir yere git eğlenmeye

Bab -6 Son
Ağzım sulandı daha fazla yazamayacağım. ..

Kaynak: mail ile geldi, bilinmiyor :)))

Şerefe!!!!!!
Derya

23.09.2007

SAPERE AUDE'Yİ NEDEN SEÇTİM...

SAPERE AUDE - CESARET ET - DARE TO KNOW

Aydınlanma dönemi düşünürlerinden Immanuel Kant'ın kullandığı ve anlam kazandırdığı söz:
"cesaret et!"

Bu sözün söyleniş amacı şu şekilde açıklanabilir:

Kant'a göre insanlar çocukluktan çıkmalıdır. Çocukluk ise, ona göre, herhangi bir eylemin gerçekleştirilmesinde ya da herhangi bir konu hakkında düşünülmesinde başkasının boyunduruğunda olmak, birilerine düşünsel anlamda itaat etmek halidir. İnsanlar akıllarını kullanabilirler ve içinde bulundukları durumun bilincine kavuşabilirlerse çocukluktan kurtulurlar. İşte bu noktada cesaret edilmelidir.

Esasında bu "deyiş" Kant'ın değil, Horatius'un sözü olup, Horatius'un yedinci eseri olan Epistularum Liber Primus (First Book of Letters) da "Dimidium facti qui coepit habet: sapere aude " ( başlamak bitirmenin yarısıdır, cesaret et!) olarak geçmektedir. Kant'ın oradan almış olduğunu ve bu yolla, Alman Aydınlanması'nın önemli bir çevresini oluşturan "Doğrunun Dostları Topluluğu" nun bunu slogan olarak benimsemiş olduğunu öğrendim:

Yüreklice düşün,gir bu yola seve seve!
İyi yaşamayı sonraya bırakan kimse,
yolunda bir ırmakla karşılaşıp da,
akıp geçmesini bekleyen köylüye benzer
Oysa ırmak hiç durmadan akıp gidecektir.


İşte tüm bunların ışığında, hele ki günümüz düşünsel anlayışının inanılmaz bir erozyon ve yetişemediğimiz bir süratle anlayamadığımız sahillere sürüklendiği ve fakat diğer yandan da toplumsal bir "iç aydınlanma, algılama" boyutuna eriştiğimizi düşündüğümde, artık arkaik ezberlerimizden biran evvel sıyrılıp kendimize ait, kendi ürettiğimiz ve içinde kendimizi yenilenmiş, tazelenmiş, aydınlanmış ve en önemlisi özgür hissetiğimiz "cesaret ettiğimiz kendi gerçeklerimizle" yaşamanın önemini benimsemiş olan ben bu deyişi de giyiniverdim. Evet aynen böyle, aniden, sevdim bunu ve üstüme de yakıştı sanki...

En azından ben bu yeni ama eskiden beri adını bilmeden giymek için can attığım elbisenin içinde kendimi "iyi" hissediyorum...

Cesaret ediyorum...!

Derya

22.09.2007

ÖMRÜMÜZ VE ŞU AN..:)

DENEYİM

60'lık ünlü ressam, bir lokantaya girer. Gerçi cebinde parası
yoktur ama aldırmaz. Lokantacıya yapacağı portresine karşılık yemek yemek
istedigini söyler. Güzelce karnini doyurur. Sonra bir çırpıda lokantacının
portresini çizerek masaya bırakır. Kalkarken adam gelir, resme bakar,
beğenir.


-Güzel ama

der lokantacı

-Bir dakikada yaptınız bunu, oysa bir saattir
yiyorsunuz

Ressam:

- Bir dakika değil, 60 yıl ve bir dakika

diye karşılık verir.

BİR DE KAZ GÖNDERİRSEM....

PADİŞAH VE İHTİYAR
Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil'i kıyafet gezmeye karar vermiş.
Yanına başvezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı
bir adam görmüşler.
Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah,
ihtiyarı selamlamış.
" Selamünaleyküm ey pir'i fani..."
" Aleykümselam ey serdar'i cihan..." Padişah sormuş.
" Altılarda ne yaptın ?"
" Altıya alti katmayınca, otuz ikiye yetmiyor..." Padişah gene sormuş.
" Geceleri kalkmadın mi ?"
" Kalktık. Lakin, ellere yaradı." Padişah gülmüş.
" Bir kaz göndersem yolar mısın ?"
" Hem de ciyaklatmadan..."
Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah
başvezire dönmüş.
" Ne konuştuğumuzu anladın mı ?"
" Hayır padişahım..." Padişah sinirlenmiş.
" Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım." Korkuya
kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere
kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada calışıyor..
" Ne konuştunuz siz padişahla..." Adam, başveziri şöyle bir süzmüş.
" Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.."
Başvezir, yüz altın vermiş.
" Sen padişahı, serdar'i cihan, diye selamladın. Nasıl anladın
padişah olduğunu?"
" Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi."
Vezir kafasını kaşımış.
" Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek."
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
" Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü
çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış
çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim." Vezir bir soru daha sormuş...
" Geceleri kalkmadın mı ne demek ?"Adam bir yüz altın daha almış.
" Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler,
başkasına yaradılar, dedim." Vezir gene kafasını sallamış.
" Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek..." Adam gülmüş.
" Onu da sen bul..."

ŞEHİR EFSANESİ Mİ BİLMEM AMA OKUMASI GÜZEL

KÖPEK İLE TAVSAN

Köpeği ile yasayan bir genç İstanbul'da bir
bahçe kati daire kiralar.
Dairenin önünde bir teras vardır.
Yan dairede de ev sahibi yaslı kadın ve oğlu
oturmaktadır.
İki dairenin teraslarından birbirine
geçilebilmektedir.
Kiracı genç taşınırken ev sahibinin oğlu
kiracıya söyle der:
"Köpeğinize ne olur dikkat edin, annemin
tavşanına birşey yapmasın.
Annem yaşlı, o hayvana da çok bağlandı,
birşey olursa tavsana
yaşayamaz.
Tavşanın kafesi terasta duruyor, aman
dikkat....". Kiracı da dikkat
edeceğini söyler.

Gel zaman git zaman, köpek ve tavşanın
birbirileri ile hicbir sorunu
olmaz, beyaz tavsan da iyice büyür. Tavşan bazen
kafesinde duruyor, bazen
de terasta dolaşıyordur.
Bir gece köpek ağzında birşey ile sahibinin
yanına gelir. Sahibi bir de bakar ki
köpeğin ağzındaki şey ev sahibinin beyaz
tavşanı, ama ölü ve çamur içinde!

Kiracı paniğe kapılır, ölü tavşanı alıp bir
güzel yıkar, tüylerini saç kurutma makinesi
ile kurutup kabartır ve usulca yan terasa
süzülüp tavşanı kafesine bırakır.
O gece, suç üzerine kalacak korkusu ile
köpeği alıp annesine gider.

Bir hafta sonra döndüğünde ev sahibin oğlunu
görür. Genç kederlidir.
Kiracı tedirgin tedirgin ne olduğunu sorar.
Ev sahibinin oğlu cevap verir:

"Siz yoktunuz tabi, bilmiyorsunuz... annem
vefat etti...".
Kiracı suçlulukla yutkunarak sorar: "Başınız
sağ olsun, nasıl vefat etti anneniz?".
Ev sahibinin oğlu cevap verir: "Tavşanı
beslemeyi unutmuşuz,
hayvancağız ölmüş.
Annemle birlikte tavşanı bahçeye gömdük.
Ertesi sabah annem tavşanı
hortlamış, kafesinde görünce kalbi dayanmadı
zavallının....."

EINSTEIN'DAN

THE WORLD AS I SEE IT
An Essay by Albert Einstein



"How strange is the lot of us mortals! Each of us is here for a brief sojourn; for what purpose he knows not, though he sometimes thinks he senses it. But without deeper reflection one knows from daily life that one exists for other people -- first of all for those upon whose smiles and well-being our own happiness is wholly dependent, and then for the many, unknown to us, to whose destinies we are bound by the ties of sympathy. A hundred times every day I remind myself that my inner and outer life are based on the labors of other men, living and dead, and that I must exert myself in order to give in the same measure as I have received and am still receiving...

"I have never looked upon ease and happiness as ends in themselves -- this critical basis I call the ideal of a pigsty. The ideals that have lighted my way, and time after time have given me new courage to face life cheerfully, have been Kindness, Beauty, and Truth. Without the sense of kinship with men of like mind, without the occupation with the objective world, the eternally unattainable in the field of art and scientific endeavors, life would have seemed empty to me. The trite objects of human efforts -- possessions, outward success, luxury -- have always seemed to me contemptible.

"My passionate sense of social justice and social responsibility has always contrasted oddly with my pronounced lack of need for direct contact with other human beings and human communities. I am truly a 'lone traveler' and have never belonged to my country, my home, my friends, or even my immediate family, with my whole heart; in the face of all these ties, I have never lost a sense of distance and a need for solitude..."


"My political ideal is democracy. Let every man be respected as an individual and no man idolized. It is an irony of fate that I myself have been the recipient of excessive admiration and reverence from my fellow-beings, through no fault, and no merit, of my own. The cause of this may well be the desire, unattainable for many, to understand the few ideas to which I have with my feeble powers attained through ceaseless struggle. I am quite aware that for any organization to reach its goals, one man must do the thinking and directing and generally bear the responsibility. But the led must not be coerced, they must be able to choose their leader. In my opinion, an autocratic system of coercion soon degenerates; force attracts men of low morality... The really valuable thing in the pageant of human life seems to me not the political state, but the creative, sentient individual, the personality; it alone creates the noble and the sublime, while the herd as such remains dull in thought and dull in feeling.
"This topic brings me to that worst outcrop of herd life, the military system, which I abhor... This plague-spot of civilization ought to be abolished with all possible speed. Heroism on command, senseless violence, and all the loathsome nonsense that goes by the name of patriotism -- how passionately I hate them!

"The most beautiful experience we can have is the mysterious. It is the fundamental emotion that stands at the cradle of true art and true science. Whoever does not know it and can no longer wonder, no longer marvel, is as good as dead, and his eyes are dimmed. It was the experience of mystery -- even if mixed with fear -- that engendered religion. A knowledge of the existence of something we cannot penetrate, our perceptions of the profoundest reason and the most radiant beauty, which only in their most primitive forms are accessible to our minds: it is this knowledge and this emotion that constitute true religiosity. In this sense, and only this sense, I am a deeply religious man... I am satisfied with the mystery of life's eternity and with a knowledge, a sense, of the marvelous structure of existence -- as well as the humble attempt to understand even a tiny portion of the Reason that manifests itself in nature."

CESARET İSTER.... IT TAKES COURAGE

It Takes Courage
Author Unknown


It takes strength to be firm,
It takes courage to be gentle.

It takes strength to conquer,
It takes courage to surrender.

It takes strength to be certain,
It takes courage to have doubt.

It takes strength to fit in,
It takes courage to stand out.

It takes strength to feel a friend's pain,
It takes courage to feel your own pain.

It takes strength to endure abuse,
It takes courage to stop it.

It takes strength to stand alone,
It takes courage to lean on another.

It takes strength to love,
It takes courage to be loved.

It takes strength to survive,
It takes courage to live.

TOLUNOĞULLARI HANEDANI

Babamın soyadı Tolun idi... Benim de evlenene kadar buydu soyadım. Soyadı kanunu çıktığında dedem hayatta olmadığı için babaannem almış bu soyadını ve sebep olarak da Mısır kökenli dedemin "onlardan" olduğunu söylemiş.

Mısır, ama eski Mısır, bu yüzden mi ilgimi çekmiştir hep yoksa ilgimi çekmesi kendimce bir statü arayışı mıydı bu söylemden etkilenerek giyinmeye çalıştığım, bunu irdelemeyeceğim, ama, birgün otururken aniden google'ladım soyadımızı ve bulduğum şey:

Tolunoğulları
Vikipedi, özgür ansiklopedi
(Tolunğulları sayfasından yönlendirildi)
Git ve: kullan, ara


Gerçek adı: Dolunayoğullarıdır. Mısır'da kurulmuş ilk Türk- müslüman devletidir. Kurucuları, yöneticiler ve askerler Türk kökenli olmasına rağmen, halkı yerli halktır.

Kuruluş tarihi: 868.
Kuruluş bölgesi: Mısır.
Başkent:Fustat (Kahire)
Kurucusu:Ahmet Bin Tolun.
Yıkılışı:905 ( Abbasiler yıkmıştır)
En güçlü dönemi kurucusu Ahmet bin Tolun dönemidir. Mısır Tolunoğullarıyla birlikte ilk kez bağımsız olarak yönetilmiştir. Ahmet bin Tolun ekonomi alanında yaptığı düzenlemeler ile Mısır tarihinde yer edinmiştir. Bu dönemde Filistin, Bingazi,Suriye, Antakya ve Mersin alınmıştır.

Oğlu Humareveyh döneminde elden çıkan Suriye tekrar geri alınmıştır. Bu dönemde ekonomik kökenli ayaklanmalar çıkmıştır.

905'de Abbasiler tarafından yıkılmıştır.

"http://tr.wikipedia.org/wiki/Toluno%C4%9Fullar%C4%B1"'dan alındı

E evet, heyecan vericiydi bunu öğrenmek ve devam ettim araştırmaya, hepsini buraya koymayacağım zira bende dahi var olan "akademik bilgileri okumaktan sıkılma" çemberine okuyacak olanları sokmak istemiyorum. Ben özetleyeyim,

Zamanın Halife'sine Buhara'dan bir köle hediye edilmiş, Ahmed Bin Tolun bu kölenin oğlu imiş ve Halife'nin tavassutuyla özel eğitim almış, vakti geldiğinde de Mısır'a gönderilmiş. İşte tüm hikaye buradan başlıyor. Baba tarafımın kökünün bir yandan Mısır'dan geldiğini düşünürken birden işin içine Buhara da girdi, ve ben, "Anadolu mozaiği" nin muhteşemliğini toplumsal bir ezber olarak dile getiren ben, aniden kendimin de o mozaiğin içindeki farklı renkte taşlardan biri olduğumu anlamanın önce gurur, sonra afallama, sonra da keyif ve huzuru içinde yüzümde bir gülümseme, içimde bir burukluk, duruşumda zamanla gelişeceğini umduğum bir "Prenses" ümidi içinde buldum kendimi.....:)

Yazılı tarihi olmayan bir ulusa mensup olmanın bende yarattığı "gökten mi düştüm acaba ben" endişesini bir nebze de olsa gidermiş olmanın keyfini yaşıyorum ve daha araştırmaya devam edeceğim, bu bir "ilk adım" dı şimdilik, bebek adımı....

UYANANLARIM VIII. BÖLÜM

Teyzemden bahsetmeye başlamışken içimden biraz da diğer teyzelerimden bahsetmek geldi. Efendim, Nazire’nin Hayri Bey’den Lütfiye’den başka bir kızı daha olmuş, anlaşılan Hayri Bey hasta yatağından en az iki kere “saçlarını okşamış” anneannemin. İkinci kızın adı da Muazzez. Sert bir isim, z harfinin irkilten tınısı Muazzez’in kimliğinde ayan beyan görülüyordu zaten.

Muazzez çok akıllı ve devrimci bir kadındı, güzelmiş, herkes öyle diyor, ben eski resimlerine baktığımda bile, belki de o “z” lerin etkisiyle, güzellik pek göremiyorum ama bu da zamana bağlı olarak değişen bir kavram. Neyse, Hayri Bey Muazzez 6 yaşındayken hayatı terkettiğinden anneannem onu “leyli mektebe” göndermiş. Leyli kelimesinin “yatılı” olduğunu bilmeme rağmen bana hep leylek çağrıştırdığından Muazzez teyzemin, “beni küçücük bir çocukken evden gönderdin anne” diyerek anneannemi ağlattığı zamanlarda bile, ben leylekten esinlenen hayalgücümün bana gösterdiği yüksek ve çok güzel manzaralı bir Okul düşler ve teyzemin bunu neden sevmemiş olduğunu anlayamazdım.

Muazzez öğretmen olmuş, Tabiiye ve Beden Öğretmeni. Tabiiye Bioloji demekmiş, Beden öğretmenliği nasıl eklenmiş onu hiçbir zaman anlayamadım. Atletik bir kadındı ama da kocaman bir kadındı, iriydi yani. İsmindeki z harflerinin sertliğine bir de haşmetli bedeni eklendiğinde sahiden de ürkütücü bir teyze idi benim için.

İki evlilik yapmış, ilkini ben hiç bilmiyorum ama ikinci kocası, Hulusi Bey çok sevdiğimiz bir insandı. O kadar severdik ve o da bizi, yani ablam abim ve beni o kadar çok severdi ki, ona “dayı” derdik, bu arada Muazzez teyze de, apaş ve entellektüel kimliğinin bir yansıması olarak, babamı kendine daha yakın hissettiğini söyleyerek bizlerin ona “teyze” yerine “hala” dememizi buyurmuş. Ortaya çıkan durumu, Nazire Hanım’ın ailesi olmamız hasebiyle hayretle karşılamamak lazım.

Teyzemize hala, eniştemize dayı diyen bir aileyiz biz. Annem anlatırdı, “halam, dayım”, annem, Nermin teyzem ve ben, ben pek küçükken daha, taksiye binmişiz ve o zamanlar Yeniköy’de olan Sipahi Ocağı Kulübü’ne gidiyoruz, oradan denize girerdik, taksi şöförü Hacıosman Bayırı’nın başında arabayı sağa çekip durdurmuş ve şöyle demiş anneme:

- Hanımefendi, ben arabayı kullanmaya daha fazla devam edemeyeceğim, konuşmalarınızı ister istemez dinliyorum, arkada oturan bey ve hanım belli ki evliler, yanlarındaki hanım (Nermin teyzemi kastediyor) diğer hanıma abla, Beyefendiye de enişte diyor, siz de öyle, ama kucağınızdaki çocuk size anne, arkadaki tek hanıma teyze, diğer hanımefendiye hala, beyefendiye de dayı diyor. Ben bu işin içinden çıkamadım, lütfen bana izah edebilir misiniz, dikkatim dağıldı, araba kullanamıyorum....

Annem İlkokul Öğretmeni idi, bu sebeple taksi şöförüne en pratik ve en anlaşılır izahatı yaptığından şüphem yok, taksi şöförünün ise bu tuhaf aileyi tüm tanıdıklarına anlatmış olduğundan hiç kuşkum yok.

Annem demişken, hem de annemin İlkokul Öğretmeni olması sebebiyle genel ifade duruşundan bahsetmişken, tam da bu noktada hafızamın derinliklerinden kendini aklıma, oradan da parmaklarımın ucundan sayfaya dökülmek üzere ileriye atmış olan şu anlatacağım olayı engelleyemediğim için, geliyor...

Yıl 1968 sonu ya da 1969 ilk çeyreği, Alman Lisesi’ne girmişim, 6 yaşımda evde okuma yazma öğrendiğim için İlkokula 7 yaşımda 2. sınıftan başlatılmıştım ve doğal olarak Hazırlık sınıfının en küçük talebesiydim. Babam Alman Lisesi’nin Türk Müdür’üydü, ben de Hazırlık A’da okuyan Müdür’ün kızı, sınıf arkadaşlarından en az bir yaş küçük Derya, bu küçük olma kaderimin ısrarla devam ettiği yıllardı, evde tekne kazıntısı, Okulda hem Müdürün kızı hem gene sınıfın en küçüğü...

Neyse, Okula doğal olarak babamla gidip geliyorum, ve fakat o yıllarda Tünel tamiratta olduğu için biz babam arabasını almadığı zamanlarda Karaköy’e Tünel’den Yüksekkaldırım’ı yürüyerek ulaşıyoruz. Babam elimi tutuyor ve koca yokuşu iniyoruz birlikte. O gün, bir bakıyorum, sol tarafta iki bina yıkılmış ve sol paralel sokak gözüküyor, ama bir tuhaflık var, eğlenceli birşey var, ne mi, şu: o gözüken sokaktaki evlerin hepsinin üstünde aynı tabela asılı, üzerinde “Genelev” yazıyor, şaşırıyorum ve hemen babama dönüp, o yaşımın (aslında bugün bile biraz öyleyim itiraf etmeliyim) olmazsa olmazı “sabırsızlık kurbanı bağıran sesimle”

- Aaa, baba bak soldaki sokaktaki apartmanların hepsinin isimleri aynı, nasıl oluyor buuuu?

diyorum. Babam hiçbir anlam veremediğim sessiz bir asabiyetle elimi sıkıyor ve hızlanıyoruz, sürüklüyor beni birşeyden kaçarcasına. Yüzüne bakıyorum hafif eğilip, sinirlenmiş gibi bir hali yok ama hala çekiştiriyor beni ve elimi hala çok sıkı tutuyor. Çok da önemsemiyorum, ilgim hemen başka şeylere kayıyor ve unutuveriyorum.

Akşam yemekten sonra, annem benden sofrayı toplamaya yardım etmemi istiyor, çok gururlanıyorum bana “büyük” muamelesi yapıldığı için ve keyifle tabakları tepsiye toplamaya başlıyorum özenle, mutfağa gittiğimde annem elimden tepsiyi alıyor ve tezgaha koyduktan sonra, kapağındaki dökme harflerden okumayı öğrendiğim “Prestcold” marka buzdolabımızın önünde bana bir izahat yapıyor:

- Deryacığım, bugün babana bir soru sormuşsun, yan sokaktaki apartmanlarla ilgili öyle mi?
- Hıı, ay evet, anneee biliyor musun, o sokaktaki apartmanların hepsinin adı aynıydı, “Genelev” yazıyordu, babama sordum ama cevap vermedi...
- İşte onu diyorum, bak kızım ben şimdi sana anlatıyorum , o soruyu bir daha sorma, , onlar ev değil, onlar bir çeşit Oteldir, ama o Otellere sadece erkekler gider ve ama o Otellerde çalışanlar da sadece kadınlardır. Anladın mı canım?

Ben, gerek annemin sesinin anneannemle Leman Ablanın konuştukları zamanki gibi kısılmasının bu kez, daha da önemlisi ilk kez benimle uygulanıyor olmasının verdiği haklı gururla, gerekse de annemin anlatmaya çalıştığı “ayıp” şeyi bir seferde anlamış olmanın keyfiyle, içimden böbürlenerek ama anneme karşı da kendimce “olgunluk” göstermek amaçlı ciddi bir yetişkin edasıyla

- Anladım annecim, çok iyi anladım,

Diyorum aynı kısık sesle. Annemle böylece hem anneannem-Leman Abla ilişkisine en azından ses volümü anlamında bir giriş yapmış oluyoruz, hem de annem babam, abim ve ablamla , yani ben hariç evin tüm diğer bireyleriyle yapmakta olduğu “mutfak konuşmaları” ritüeline beni de dahil etmiş oluyor, ve tüm bunların neticesinde ben hem “ayrıcalıklı bir bilgi” edinmiş olmanın hem de yukardaki formata dahil edilmiş olmanın etkisiyle aile içindeki “tekne kazıntısı” tarifiyle üzerime biçilmiş olan “küçük Derya” elbisesini soyunarak daha doyurucu bir kimliği giyinme hazırlığına geçmiş olmanın unutulmaz gururunu yaşıyordum, annesinin ayakkabılarını giyip zorla yürüyen kız çocuklarının paytak ve beceriksiz yürüyüşünden sanki kendi ayağıma göre yapılmış topuklu pabuçlarla güven ve dengeyle yürüyen bir küçük kadın gibi. Bunun bir yansıması olarak da, sofrayı o kadar çabuk ve beceriyle topluyordum ki, ilerleyen yıllarda bu sevimsiz işten kendimi soyutlayabilmek için “midem bulandı benim çook” bahanesinin tohumlarının zihnime serpildiğini farketmiyordum bile.

UYANANLARIM VII. BÖLÜM

Bayram ve tatillerde anneannemde olurdum hep. Kendi evimizdeki “evin en küçüğü” kimliğimden, anneannemin evindeki “prenses” kimliğime keyifle atlardım.

Bahçeye bakan küçük odanın store’ları bayramlarda kapanırdı.

- Sakın açma, divan örtülerinin rengini solduruyor güneş

derdi anneannem. Oysa ben çoktan keşfetmiştim birkaç gün evvel bahçeye getirilen koyunun mahalle kasabı tarafından kesildiğini, benim de bunu görmemi istemediklerini. Bu sebeptendir ki, bana gerçeği söylemediklerinden yani, onlara inat o vahşeti, dualar ve okşamalar ardından başlayan ve koyunun yan yatmış, gözleri bir bezle bağlanmış bedeninin gırtlağına vurulan bıçak darbesi ve oradan toprağa akan kanlardan sonra birkaç titreyişi takiben hareketsiz kalışıyla son bulan kanlı ritüeli seyredip hem korkar, hem ağlar, koyunun bacaklarının titremesi bittiğinde ise acısının sona erdiğine sevinerek kendimi avuturdum.

Anneannemin, koyunun bahçede kaldığı o birkaç gün içinde onu sevip elleriyle beslediği ve bunları yaparken de hep anlam veremediğim bir acıma duruşuna tezat teşkil eden kesilme sırasındaki sabırsızlığı ve sonrasındaki keyifli telaşını ise kalbimdeki “anlaşılmazlar” arasına koyup hiç sorgulamazdım. Anlayamayacaktım çünki! Aslında kendimi de anlamıyor olmanın bir yansımasıydı bu belki de, zira o dehşet sahnesinin ardından sofraya gelen bol kekikli kavurmayı hiçbirşey olmamışçasına keyifle yerken kendimden de saklanırdım. Belki de bu yüzden geceleri tehlikeli balkona çıkıp danaları kovalayan bostancı fantazisiyle kendimi korkutarak cezalandırıyordum, kimbilir?

Küçük odada, soldaki divanın dayandığı duvarda anneannemin duvar saati asılıydı, anahtarla kurulan bir duvar saati. Divanın üstüne çıkıp öyle yetişebiliyordu annennem saate. Cümle kapısının koskocaman anahtarının küçük bir kopyası olan saat anahtarını porselen kadranın tam ortasındaki yuvaya sokarak sağa doğru tıkır tıkır çevirmek gerekiyordu kurmak için.

Nedense, bu saatin zamanı doğru, hatta dakik göstermesi anneannem için bir gurur meselesiydi. Hemen divanın yanında duran etajerin üstündeki Grundig marka radyodan ana ajans takib edilir, ajansın saat başlarında verildiği ölçü alınarak duvar saatinin dakikliği test edilirdi sürekli.

- Nermin, bu saat gene bugün 2 dakika geri kaldı, kızım şu saatçiye söyle, gelsin baksın, olmaz ama bu kadar, aaaaaa!

Nermin teyzem, zarif, şık, soylu görünümlü bir kadındı, hiç evlenmedi o. Anneannemle birlikte yaşadılar, Nazire’nin en küçük kızı zaman içinde annesiyle yer değiştirerek anneannemi evin küçük ve kaprisli kızı olmaya terfi ettirdi bilmeden, bilseydi gene yapar mıydı, emin değilim. O eğlenceli, şefkat dolu, toleranslı Nazire, Nermin teyzeme o kadar sudan sebeplerden kaprisler yapardı ki, teyzem belki de şaşkınlıktan refleks cevaplar verir, annesinin anlamsız ve biraz da acımasız taleplerini sorgusuz sualsiz, hani ha gayret zevk alarak yerine getirirdi sonsuz bir hoşgörüyle.

Nermin teyzem hayatını yaşamadı hiç, hep başkalarının hayatını yaşadı, bunu kendisi mi seçmişti, ona dikte mi ettirilmişti, neden itiraz etmemişti, bunları bilmek mümkün değil, ama neticede kendi hayatını yaşayamayan Nermin teyzem, genç yaşında kendisini de terketti zaten, Alzheimer denen barınağa göç etti ve bilmediği bir kişi olarak da hayatı terketti. Nermin yumuşak, hoşgörülü demekmiş, isim anlamı bakımından, anneannem gene nazire yapmış, ama sonucunun böyle olacağını bilseydi yapmazdı demek geliyor içimden. Kızının ismini böylesine, kendinden, kendisine sunulan hayattan dahi vazgeçecek ölçüde acımasız neticeler ve beyhude bir hayat yaratacak bir özveriyle yaşayacağını bilseydi, başka bir nazire yapardı, evet evet, bilemedi, ölçü kaçtı...

UYANANLARIM VI. BÖLÜM

Komşuları kısaca tanıdıktan sonra anneannemin koskocaman anahtarla açılan koskocaman cümle kapılı koskocaman evinin içine girelim.

Kapının eşiğinden sağ ayakla giriyoruz ve hemen kapının arkasında , sağda duran ayakkabılığın alt rafındaki terliğimizi giyip, ayakkabılarımızı da üst rafa koyuyoruz, eğer altları temizse elbette. Altları temiz değilse, ayakkabı altlarını temizlemek üzere tahsis edilmiş muhtemelen kenarı oyalı bir bezle altları silindikten sonra yerleştiriliyordu.

Terlik soyunmaktır
Sokağın tehlikelerinden
Hem giyinmektir
Evin huzur ve konforunu

Terlik eve gelmektir
Terlik durağa varmak
Varmakla kalmayıp
Beklenen otobüsün hemen gelmesi
Biran evvel binilip
Üstelik de biletçinin karşısında yer bulmaktır

Ev annemiz
Otobüs hayatımız
Biletçi babamız
Terlik duygularımız
İçinde biz....

Ayakkabılığın hizasından bir merdiven mutfağın ve hamamın sağda, bahçe kapısının ise karşıda olduğu sahanlığa iner, koskocaman evin koskocaman demir anahtarlı cümle kapısının tam karşısından ise evin giriş katına “çıkan” merdivenler,ne komik, girişe çıkan merdiven, oysa kapıya inen merdiven de olabilirdi, ama burada ana hedef eve girmek demek ki, ne sıcak, ne şefkatli... eğlenceli de aynı zamanda, o merdivenlerden evden çıkmak üzere indiğimde hep özel izinle kuralları çiğneme ayrıcalığına sahip özel birisi gibi hissederdim kendimi, eğlendiriyordu o ev beni.

Bu merdivenlerin çıktığı sofa ortada, sağda önce tuvalet, yanında bahçeye bakan küçük oda, karşıda da iki merdiven, biri aşağıya mutfak sahanlığına inen, diğeri ise üst katlara çıkan. Damdaki Kemancı’da Tevye’nin hayal ederek Tanrı’dan zenginlik simgesi olarak istediği üç merdivenli ev şarkısı, hani şu biri aşağıya inen, biri yukarıya çıkan, diğeri ise hiçbiryere gitmeyen, sadece gösteriş için olan üç merdiven, bana hep anneannemin evini hatırlatır. Küçük yaşlarımda ablam beni Atatürk Kültür Merkezi yanmadan evvel gösterime giren Damdaki Kemancı müzikaline götürdüğünde Tevye bu şarkıyı söylerken aynı anda anneannemin evini düşünüp”o evde hiç üç merdiven yanyana yoktu, acaba sandığım kadar görkemli bir ev değil miydi” diye bir tereddüt yaşadığımı hatırlıyorum.

Bugünkü bilgi ve duygularımla oysa, diyebiliyorum ki, “gösteriş” olarak elit sınıfına etiketlediğimiz nice artık kaybolmuş, silinmiş detayların arasında mütevazi ama hayali bile hala gülümseten gerçek anılar duygularımızı ve egomuzu esas parlatanlar. Kaybolan, yiten gösterişler ise ucuz varaklardan yapılmış geçici pırıltılar, varak dökülür ve altında çaresizce saklanmaya çalışan sıradanlık kendini saklayamaz hale geldiğinde belleğin “hatırlanmayasılar, unutulasılar” çekmecesinde büzülüp kalırlar. Bu kadar uzun tarif ise vaktiyle uğraşa didine giyinme cesareti gösterdikleri o ağır “gösteriş/caka” kostümünün hatırına sarfedilmektedir tarafımdan. Emeğe saygı adına yani!

Bahçeye bakan küçük odada soba yanardı, kocaman kapısı bu yüzden hep kapalı tutulmalıydı, borusu tütmemeliydi küçük odadaki sobanın, ateşi geçmemeliydi, ama ateşi de sönmeden uyunmamalıydı, ya uykumuzda soba borusu tüter de bizi uyanılmayacak uykuya götütüverirseydi Allah muhafaza. Küçük odanın küçüklüğüne zıt orantılı büyük ve sayıca fazla kuralları vardı ve hepsine de harfiyen uyulurdu.

Küçük oda üç tarafı pencereli, giyotin çerçeveli, çerçevelerin üstünde anneannemin sabun kuruttuğu bir oda idi. Karşılıklı sağ ve solda birer divan vardı. Sağdaki divandan Leman ablanın evi, soldaki divandan ise Sabire Hanım’ın bahçesi gözükürdü, karşıdaki pencerelerden de aşağıdaki bana kucağını açan bahçemiz ve karşıda da Mühübaanım’ın bostanı.

UYANANLARIM V. BÖLÜM

Bahçenin sol köşesinde, bahçeye açılan kapı ile tam karşısındaki, gövdesine fulbahri dolanmış leylak ağacının arasında, bir tahtaperde vardı. Tahtadan perde mi olurmuş sorusunu, cevabını bulamayacağımı anladığım, o tahtaperdenin raylara oturmadığını, sağa sola çekiştirilemediğini keşfettikten sonra belleğimin cevapsızlar bölümüne koyarak “kabulleniş” tecrübeme bir yenisini daha eklemiştim.

İşte bu tahtaperdenin de sol kenarında bir kapı vardı, kapı bizim bahçeden açılıp kapanıyordu, yani anneannem istediğinde açılıyor, istemediğinde ise kapanıyordu, bu bana hep aslında yandaki evin de anneannemin kontrolunda olduğu gibi bir his verirdi ve bu sebeple yan komşuların nezaketle tolere ettikleri bu davranışı kendi kendime ancak böyle izah edebilirdim. Sonraları bu kapının açma-kapama mekanizması çift taraflı olarak değiştirildi ama ne onlar kapattılar, ne de anneannem, kapı çift tarafında kullanılmayan kulp ve kilitleri olan komik ve işlevsiz bir dekor olarak yer almaya devam etti tahtaperdede.

İşte o tahtaperdenin arkasında, bizim eve bitişik Sabire Hanım’ın evi vardı. Sabire Hanım Denizli’liydi ama İstanbul Karagümrük semtinin Keçeciler mahallesinde iki büyük kızı Nezahat ve Vesile evli, isimleri Ayten, Zehra ve Tahir olan üç bekar çocuğuyla anneannemin komşusu olan Sabire Hanım bütün ruhuyla Denizli’de kalmıştı aslında. En çok da konuşması.. Bana göre çok eğlenceliydi kelimeleri telaffuz edişi ve konuşma melodisi. Evet, aynen böyleydi, “eğlenceli”! Çocuk olmanın büyülü bilgeliğinin bir diğer ürünü bu işte. Yetişkin olunduğunda belki de “alay” ya da “küçümseme” olarak algılanabileceği kuşkusuyla farklı konuşan/davranan kişiler karşısında içimizden kahkahalar atarken en ciddi ve anlayışlı tavrımızı takınmak mecburiyetimize patetik bir tezat teşkil eder çocukların “eğlenceli” bulma ve bunu özgürce gülerek, o insanı keyifle dinleyerek, o insan geldiğinde sevinçle karşılayarak verdikleri tepki.

Ne oluyor da kendi kaybettiklerimizi özlerken bir yandan, diğer yandan büyük bir özen ve inatla kendi çocuklarımızın da bu büyülü bilgeliği kaybetmeleri pahasına onları “eğitmek” adı altında doğallıklarını yapay sosyal kalıpların içine hapsedebiliyoruz. Hiç mi dönüp bakmıyoruz kendimize, özlediğimiz duyguların çocuklarımızda aynı saflık ve doğallıkla varolduğunun hiç mi farkına varamıyoruz. Belli ki evet, maalesef evet, hiç göremiyoruz.

Sabire Hanım’ın da evi üç katlıydı ; anneannemin evi gibi. Onların en üst katı ama terastı, ya da balkondu, üstü açıktı yani. Oysa bizim evin en üst katı çatı idi, tavanı üçgen ve alçak hafif, içinde birkaç eşya, önünde ise tahta korkuluğu oymalı “tehlikeli balkon” vardı. Anneanneme göre balkon çoktan çürümüştü ve Allah korusun oraya birisi bastığında çökecekti. Öyle cezbederdi ki bu beni.

Bostan sahibesi Mühübaanım’ın bostancısını, lahanaları yiyen danaları sopasıyla kovalamasını seyredebilmek için tehlikeli balkona çıkıp beklediğimi hayal ederek, kendimi en çılgın korku fantazimin içine atardım geceleri teyzemin koynunda, pilavı yapılamayacağına karar verdiğim “pirinç karyolada” yatarken. Teyzemin sıcaklığı ve pirinç karyolanın güvenli rahatlığının kucağında gizlenmişken bu kendi eserim olan korku filmini seyretmeyi adet haline getirmiştim.

O çocuk halimdeyken bile kendi yarattığım korkuyla alay edebilen ben, ne oldu da bunca yaşayıp tecrübelendikten, kendi gücümün yaşayarak farkına varabildikten sonra, bu yaşımda kendi yarattığımın bile farkına varamadığım korkularımın arasında titrer buluyorum kendimi. Büyümek denen şey aslında bilinen, daha doğrusu hatırlanan ilahi gerçeklerin hafızadan silinmesine verilen isim mi? Bilge doğuyor ve büyüdükçe aklımıza hükmedecek kalıcılıkta dimağımıza, ruhumuza zorla yerleştirilen kalıp kandırmacalar yüzünden bu bilgelik ipuçlarını teker teker kaybediyor, günün koşullarına göre birilerinin karar verip değişmez kurallaştırdığı “sözde doğrular”ın yapay kucağında, bildiklerini hatırlaması engellenmiş “eski bilgeler” olarak devam mı ediyoruz hayatımıza? Buna devam etmek denirse! Aslında kişisel gelişim olarak geri gitmekteyken istemediğimiz ya da kontrol edemediğimiz bir istikamete sürüklüyor muyuz hayatı. Sonra bir gün, hani şu hep dillerde dolaşan “içimizdeki çocuk”, bana göre ise unutturulmaya ve saklanmaya zorlanan bilgelik ortaya çıkıyor. O zaman da evrenselleştik, geliştik, mükemmelleştik gibi kandırıkçı ezberlerle mi ifade ederek aynı aymazlığı devam ettiriyoruz?

Yaşlandıkça çocuklaşmaktan bahsedilir ya hep, peki bu iki eşsiz “bilgelik” yani çocukluk ve yaşlılık arasına sıkıştırdığımız ya da yaydığımız “ömrümüz” neden bambaşka bilgilerle geçirilmesi gereken bir zaman? Başlanılan noktadaki algılama ve formata geri dönülüyor madem hayatın son devresinde, arada yaşananların rolünü nasıl tanımlayacağız? Cevabı olmayan bir soru daha...

UYANANLARIM IV. BÖLÜM

Bahçenin sağ köşesinde Leman Abla’ların evi vardı. Leman ablayı anneannem çok severdi, bu yüzden komşuluktan, özel sevgi bağı sebebiyle, adeta ailenin bir parçası olmaya terfi etmiş Leman ablanın evinin arka küçük avlusu bir merdivenle anneannemin bahçesine bağlanmıştı.

Leman abla sarışın, bembeyaz tenli, çakır gözlü, ufak tefek ama kıpır kıpır bir kadındı. Aslında koca kadındı ama annem ve teyzem ona “Leman abla” dedikleri için ben de ona abla diyordum çocukluğun vazgeçilmez ezberine uyarak. Bu “anne-baba”yı kayıtsız şartsız taklid etme bilgisi hafızama nasıl yerleşip yapı taşlarımdan birisi olmuşsa, ilerleyen yıllarda büyük oğlum Ömer henüz iki yaşında iken küçük oğlum Emir doğduğunda onu minnacık bir “abi” yapmış olmam cürmü ile beni kibarca suçlayan aile büyükleri

- Aman, Ömer’in yanında bebeği fazla sevme, hatta şikayet falan et, çocuk sarsılmasın, kıskanmasın, üzülmesin..

buyurduklarında,

- Siz ne kadar yanlış modeller çiziyorsunuz, elbette bebeği seveceğim, hem de özellikle Ömer’in yanında sesli seveceğim. Hayır, sizlerle inatlaşmıyorum, demek istediğim, bu çocukların modelleriyiz biz, benden gördüğünü önce “taklid sonra da tavır” edinecek ve kardeşini sevmeyi de benden ve babasından ve, ikna olursanız eğer, sizlerden öğrenecek..

dediğimde burun kıvırıp hatta biraz da “ukalalıkla” itham etmişlerdi beni sessizce. Ben ise, bu fikir ayrılığından birkaç hafta sonra, mutfakta bir işle meşgul iken Ömer’in hemen mutfağın yanında olan bebeğin odasından gelen şu sözleriyle haklılığımın gururunu yaşamıştım:

- Aman da uyumuş da güllere mi boyanmış, şeftali miymiş, canı mıymış?

Ömer, Emir’in karyolasının kenarına tırmanmış, ve henüz uyanmış ve onu gülen gözler ve kıpır kıpır oynayan kollar ve bacaklarla izleyen kardeşini hatırlayabildiği “benim cümlelerimle” seviyordu.

Nereden nereye atladım, evet, annemi birebir taklid ederek annemin bile abla dediği anneannemin komşudan “aileden biri” olmaya terfi ettirdiği “Leman abla”yı çok severdim. Bahçenin beni sarmalayan güvenli özgürlüğünde çok tanıdık ve sevgili bir köşetaşıydı Leman abla. Çakır gözlüydü demiştim ya, bu çakır göz tuhaf birşey, içinde yakamozlar var, hele ki Leman abla gülüyorsa, mutlaka gözlerinden yaşlar gelirdi, gözyaşlarıyla yıkanan o çakır irisler ise yaşlarla beliren kırmızı damarlarla renklenen gözlerin ortasında denizin içinde bizi şaşkınlığa düşürecek canlılıkta parlayan çakıltaşları gibi sürpriz renklerle yanıp sönerdi. Kendi gözlerimin çakır olmadığını öğrenmeme rağmen, bir ümit, gülerken ağlayamayan ben, ağlarken aynanın karşısına geçip kendi gözlerimde o pırıltıları bulmayı ümid ettim uzunca bir süre. Parlamadı o çakıl taşları benim gözlerimde.

Leman ablanın üç çocuğu vardı, kızı Güner, oğulları Cemalettin ve Fehmi. Bu üç çocuğun babası ve Leman ablanın kocası da Asım Efendi. Nedense “abla” denilen Leman’ın kocası Arnavut Asım, ne Asım Bey, ne Asım abi olabilmişti. Bunun arkasındaki hikayenin ne olduğunu hala daha tam bilmemekle birlikte hafızamdaki silik bir hatıra ve onun cılız cızırtılı sesi şöyle bir kayıt sunuyor bana sanki. Asım efendi aksi bir insan, huysuz, Leman abla anneanneme kısık sesle birşeyler anlatıyor, çocukların yanında bazı şeyler konuşulmaz ya, çocuk duymasın diye konuşmanın ses düğmesi birden kısılır ya, ve işte tam da bu sebepten çocuklar seslerin alışılmış frekanstan aşağı inmesine hemen dikkat kesilirler, o ana kadar takip bile etmedikleri, sadece tanıdık bir gürültü olarak çevrelerine sarmaladıkları konuşmayı bu volüm değişikliği sebebiyle “dinlemeye” başlarlar ya. En azından ben böyle yapmış olmalıyım ki, Leman ablanın küçük harflerle anlattıklarını dinlemişim demekki, bunlar onu üzmüş şeylerdi ve üzen de kocasıydı. Bugün düşündüğümde ise, Leman ablayı üzüyor olması sebebiyle Asım, “Bey” liğe ya da “Abi” liğe layık görülmüyor, ama belki Leman ablaya daha yumuşak davranmasına duygu vesilesi olur düşüncesiyle, ters empatiyle belki, “Efendi” sıfatı biçiliyordu üstüne. Demiştim ya, anneannemin adı Nazire idi, hayatı da “nazire” yaparak yaşadı, tam da annesinin ona uygun gördüğü ölçü ve formatta.

Leman abla bana tavuk kümesini hatırlatır, kümesteki horozu, kümesten yumurta toplamayı, bir de hindi kabartmayı:

- Kabaraaaamazsın kel Fatmaaaaa, anneeeen güüzel sen çirkiiiiin

Sahiden de hindinin karşısına geçip bunu söylediğimde, daha ilk seferinde bile, kabarmıştı hindi. İlk denememde başarılı olmuştum, tek hareketle neticeye varmıştım, müthiş bir kadındı bu Leman abla, güldüğünde gözlerinden yaşlar gelen, gözlerinin içinde yakamozlar parlayan, aksi ve huysuz Asım efendi’nin karısı, anneannemin arkadaşı, annem teyzem ve benim Leman ablamız.

UYANANLARIM III. BÖLÜM

Anneanneme dönüyor tekrar dimağım. Anneannemin adı Nazire idi, ama nüfusunda “Ayşe Sıdıka” yazıyordu, bu muamma hiçbir zaman çözülmedi. Kendi ifadesine göre doğduğunda annesi “adı Nazire olsun” demiş, anneannemin annesi naiv ve hasta bir kadınmış genç yaşına rağmen, kimbilir, belki de kızını, bebeğine erken veda edeceğini hissederek kendi yansıması olarak, “nazire” olarak birakmak istedi hayata, nazire yaptı kızına bu ismi koyarak kadere,

- Ey hayat, sen beni erken gönderiyorsun ya, al sana bir tane daha benden, üstelik adı da Nazire, anlayana......

dedi belki... Hayatı erken terkedişinin şuursuz bilinci içinde bu ayrılığı kendince bu isimle mi protesto etti ve hayata meydan okudu, bilinmez, ama nedense büyükleri küçük Nazire’nin adını kayda “Ayşe Sıdıka” olarak geçirmişler. Onlar bu konuşulmayan kader ayrılığını farklı isimle değiştirebileceklerini sandılar belki, ama anne “Nazire” sini ve hayatı pek erken terkettikten sonra bu çaresiz kabullenişi, bebeği Nazire olarak çağırarak dile getirmişler besbelli.

Anneannemi teyzesi büyütmüş, Nazire diye çağırmış, herkes de öyle bilirdi zaten. Nüfus kayıtlarına bile “nazire” yaptı anneannem hayatı boyunca.

Çok doğal bir komedyendi anneannem. İnsanların isimlerinden etkilenip buna göre bir kişilik ve yaşam haritası/felsefesi geliştirdiklerine her gün biraz daha inanır oldum.

13 yaşındayken Hayri Bey’le evlendirmişler Nazire’yi. Hayri Bey anneannemden yaşça çok büyükmüş ve iki de çocuğu varmış, dulmuş Hayri Bey ve hastaymış da zaten. Çocukluğumun geçtiği o koskocaman anahtarlı koskocaman evi Hayri Bey yaptırmış. Hasta olduğu için hep yatarmış, anneannem de onun hemen yanıbaşında yer yatağı yapar orada uyurmuş nedense? Anlatırdı anneannem,

- “Nazire Hanım, siz bana pek güzel bakıyorsunuz, Allah sizden razı
olsun” der, eğilip saçlarımı, yüzümü okşayarak teşekkür ederdi
bana.

Henüz 13 yaşında olan Nazire, evlendiğinin hemen ertesinde sokakta diğer yaşıtlarıyla ip atlamaya devam ederken, kendisine “uygun bir dille” artık evli bir kadın olduğu ve sokakta oynayamayacağı söylendiğinde, ismini hakkını vererek taşıyan ve yaşayan Nazire buna da “nazire” yaparaktan

- o zamanlar zaten Lütfiye’ye (en büyük teyzem) gebeymişim, iyi ki ip atlamaya devam etmemişim, Allah muhafaza düşüverecekmişim Lütfiye’mi”

diyerek hem hayata 13 yaşında “kadın” edilmenin nispetini yapıyor, hem de Hayri Bey’in teşekkür okşamalarının hangi sınırlara kadar gidebildiğini de “hınzır” bir şekilde anlatmış oluyordu bizlere, ömür kadındı! Küçücük dünyasında öyle büyük bir hayat yaşıyordu ki, büyük hayatlarda küçücük kalmış birsürü insana inat. Kısıtlı gelişimini öyle güzel hazmetmiş ve öyle zengin yansıtır hale gelmişti ki, hayatla gerçekten de annesinin ona verdiği isim gibi tatlı bir nisbet, nazire boyutunda dokunuyorlardı birbirlerine.

Nazire 13 yaşını sürerken anne olmuş, Lütfiye’yi doğurmuş. Anlatırdı bize,

- Lütfiye’yi emzirdikten sonra bahçeye çıkardık, elma ağacının altına kalın bir keçe, keçenin üstüne de bir battaniye serer, kundaktaki bebeği oraya yatırırdım, ben de ağaca tırmanıp elma toplardım, süt olurmuş, öyle demişlerdi (yalan vallahi, onun canı oyun oynamak, ağaçlara tırmanmak istiyormuş besbelli), ben ağacın dallarından elmaları kopardıkça dallar ve yapraklar sallanır, Lütfiye de gözlerini kırpıştırırdı, pek eğlenirdik...

İlerleyen zamanlarda, Nazire kendisine bahçede bir salıncak yapacak, artık palazlanmış Lütfiye’yi de kucağına oturtup salıncakta “kolon vurarak” sallanacak, Nazire her “kolon vurduğunda” Lütfiye çığlıklarla karışık korku heyecanıyla süslenmiş kahkahalar atacaktı. Birlikte büyümüşlerdi Nazire ve Lütfiye anlayacağınız.

Anneannemin o koskocaman kapısı koskocaman anahtarla açılan koskocaman evinin çok da kocaman olmayan bir bahçesi vardı. Küçük değildi ama sarmalayan ruhuyla beni gökyüzü ve toprak arasında açıkhavada kucağına alan bir bahçeydi. İki setten oluşuyordu ve üç yanı evlerle çevriliydi, tam karşısı ise mahallenin saygıdeğer hanımefendisi, belki de Salihat-ı nisvandan olan, Mühübe Hanım’ın (Mühübaanım) bostanına sınırdı. O zamanki bedenime göre omuz hizamda bir duvarla belirlenmişti bu sınır ve yığma taşlarla oluşturulmuş bu duvarın diğer yanından başlayıp Vatan Caddesi’ne kadar devam eden bu uçlu bucaklı ama ona rağmen “sonsuzluk hissini” bana ilk tattıran bu bostana danalar girer miydi, ben en çok bunu merak ederdim. Mühübaanım’ın bostancısı da vardı. Bostancının o danaları sopasıyla kovaladığını hayal ederdim bostandaki lahanalara bakarken, bir taraftan danaların lahana yediklerini belleğime kazırken, diğer yandan da sopayla danaları kovalayan bostancıdan korkardım

UYANANLARIM II. BÖLÜM

Gene dönüyorum anneannemin zamanlarına. O zamanlarda, Karagümrük semtinin Keçeciler mahallesinde üç katlı, bahçeli, ahşap kagir bir evi vardı anneannemin. Bugün edindiğim bilgilere göre kagir tuğla ev demekmiş, ahşap kagir ise hem tuğla hem de ahşapla yapılmış olması sebebiyle zaten zamanının iddialı binalarındanmış anlaşılan. Giriş kapısının, anneannem ona “cümle kapısı” derdi, neyse işte o kapının kocaman, demir, siyah bir anahtarı vardı, ürkütücü ama tok bir ses çıkartırdı kilitte dönerken anahtar, ve o kocaman evin gene kocaman cümle kapısının ahşabı o ürkütücü sesi emer, dışarıya derinlerden gelen, güven verici, bir bariton frekansında, sahiplenici bir şekilde şöyle derdi sanki:

- Hoşgeldiniz, girin içeri, burası çok güvenli, ben olduğum müddetçe içerde emniyettesiniz.

İşte bu koskocaman kapının hemen yanında anneannemin kiracısı Bakkal Hikmet, bana göre Hikmet Abi’ni dükkanı vardı. Hikmet abi belki ve büyük bir ihtimalle aslında o zamanlar 20’li yaşlarındaydı, ama benim için Hikmet abi idi, hem de aslında “Hikmet amca” olması gerekirken malsahibinin torunu olmam ayrıcalığıyla Hikmet abi! İşte o Hikmet abinin dükkanı, anneannemin evini çocuk değerlerimle öylesine önemli yapardı ki... Koskocaman ev, koskocaman kapısı, koskocaman kapısının gene koskocaman siyah demir anahtarı, evin içinde merdivenleri, üstelik inip çıkarken de konuşan merdivenler (evin tamamı konuşuyordu benimle), çok yüksek tavanları, odaların kapıları koskocaman, onların da anahtarları var, o anahtarlar da kocaman. Ben ise daha küçük bir kız çocuğu. Boyutlardan azami etkilendiğim, hayatı ancak “küçükler ve büyükler” olarak kategorize edebildiğim yaştayım, ama her çocukta olduğu gibi bedenimin küçüklüğüne ters orantılı kocaman bir kalbim ve onun içinde zıplayan duygularım, hepsinden daha önemlisi o zamanlar henüz farkında olamadığım büyük algılamamla, yürüyen/yaşayan bir paradoksum.

Şimdi görüyorum ki, aslında bütün çocuklar birer paradoks. Fiziksel ve ruhsal paradoks şöleni çocuklar. Şaka gibi. Çok zekice yapılmış ve her hatırlandığında insanı kalpten güldüren dünyanın en tatlı ve vazgeçilmez şakaları.

İşte bu tarif etmeye çabaladığım “şaka” Derya, anneannesinin kiracısı Bakkal Hikmet Abi’sinin dükkanında keşfettiği Çokella tüpünü de, evvelce anlatmış olduğum aceleyle, bir seferde ağzına alıp, bitirene kadar ağzından çıkartmazdı. O krema çikolatanın ağzında bıraktığı eşsiz lezzeti, çiğnenme zahmetini bile yüklemeksizin, damakta gönüllüce dolaştıktan sonra ağızda tarifsiz bir tad bırakarak boğazdan mideye akışının, o anın ayinsel keyfini bile kaçırırdı. Acele neydi, oysa diğer çocuklar tüpten bir ağız dolusu çikolatayı emdikten sonra tüpü ellerine alır, ağzılarındaki kremayı yavaş yavaş içerde döndürüp boğaza yollama ve damaktaki o muazzam lezzetin tadını çıkartma işlemini ellerindeki tüpü, bir sonraki emmeye karşı yüreklendirmek istermişçesine seyrederek, arada bir de etraflarındaki diğer çocuklara gururlu ve bir o kadar da “acaba kiminki önce bitecek, en son ben bitireyim” kaygısıyla bakarak süslerlerdi bu ritüeli, kiminkinin önce bittiğini söylemeye gerek var mı? Elbette benimki... Hiç ağzımdan çekmeden, bir yandan da dibinden sıkarken çene kaslarımla emerek koordine sömürdüğüm tüp tombulluğunu hızla kaybedip elimde buruşuk ve ihtiyar bir aluminyum levha haline geldiğinde sindirim sistemime yüklenmiş olmakla kalmayıp, hala daha keyifle Çokella’larının tadını çıkartan diğer çocukların yanında, menzile herkesten evvel erişmiş ama aniden olayın aslında yarış değil keyifli bir gezinti olduğunu geç anlamış bir yaban atının hüzünlü yanlızlığında kalakalırdım. Bundan ders alır mıydım? Elbette hayır!

Yaşım 49, bir miktar törpülenmiş olduğunu söyleyebilrim, ama itiraf etmeliyim ki bu kendi irademle ulaştığım bir sonuç değil, sadece ve sadece hayatın kafama vura vura öğrettiği geç kalmış ve henüz hala natamam bir eğitim olarak yer almakta bugüne kadarki yaşam yolculuğumda.

İlerleyen zamanlarda benzer, hatta bazen tıpa tıp aynı şeyleri neden tekrar tekrar yaşadığımıza şaşırıyoruz ya hani! Aslında şaşıracak da fazla birşey yok, öğrenene kadar yaşamak zorundayız. “A” harfini düzgün yazana kadar yazdırılmak zorunda bırakılıyoruz. Bunu anlamak A harfini ilelebet düzgün yazma alışkanlığını yerleştiriyor mu sistemimize, bilemem, bunun cevabı hala daha o harfi yazmak zorunda olup olmadığımızda! A harfi burada sadece bir semboldü gerçi, ama hoş bir “tesadüf” olmuş alfabenin ilk harfi olması bakımından, bunu derhal kullanıyor ve demek istiyorum ki, kimilerimiz “b” harfine bile ilerleyemiyor, kimilerimiz “g” de takılıyor, kimilerimiz ise “z” harfini dahi erken dönemlerde halledip başka alfabelere geçiyorlar.

İmrendim diyemeyeceğim, olay “geçmek, ilerlemek” olduğunda genetik bir şifre olduğundan kuşkulandığım “hayatımın duraklarını biran evvel ziyaret etme” dürtüsü derhal uyuduğu yerden kalkarak beni kuşatıyor, işte gene geldi, kollarındayım onun! Ama artık şikayetçiyim bu içgüdümden, bana sadece “git, durma, koş, onu da bitir, bir sonrakine yetiş!” diyor. Tamam yapacağım bunları,yapıyorum da zaten, ama artık bilmek istiyorum, ya bir gün artık gidecek hiçbiryer, yapacak hiçbirşey, yetişecek hiçbir olay, varacak hiçbir durak kalmazsa, o zaman bu içimde beni sürekli dürtükleyen içgüdüm belki de huzurlu bir uykuya geçecek ve ben yapayanlız ve çaresiz mi kalacağım? O zaman da, beni bilmediğim yeni bir açılımın “başlama noktasına” mı bırakacak, yoksa bıraktı mı bile? Ah benim sabırsız ruhum, huzurlu sabırsızlığı kendine şiar edinmiş benliğim, ondan öyle tatlı şikayetçiyim ki!

Bu bir kitap olacaktı - UYANANLARIM.1. Bölüm..

Bildiğimiz köy meydanı,
Çok tanıdık
Çok bildik
Hayat Bilgisi kitaplarından
Biraz da eski Türk filmlerinden

Çok bildik bir yabancı, çok derinlerde kalmış
Günlük hayatımızın
Şehrimizin gürültüsünün altında
Gizlenmiş, sinmiş, ama ölmemiş

Uyandı bu sabah, demli çay, zeytin, peynir, nane, domates eşliğinde tanıdık bir kahvaltı uyandırdı o taa derinlerde uzunca zamandır süregelen uykudan keyifle, esneyerek, gerinerek uyandı. Anneannemin kahvaltısıydı önüme gelen ve yüreklendirdi adeta eskiyi, eski sıfatını gururla taşıyan ama asla eskimemiş olan hatıraları, o günleri, alıştığım, sevdiğim, kendimi iyi hissettiren, hayatın enfes bir serüven, sonsuz bir keşif ve eğlenceli bir oyun olduğunu düşündüğüm yaşlarımı, hepsini yüreklendirerek, sırtına cesaret vuruşları, yanağına sevgi dolu bir öpücük, saçlarına yumuşacık bir dokunuş kondurarak uyandırdı. Çok güzel bir şeye uyandım bu kahvaltıyla.... Gülümsüyorum, sadece mimiklerimle değil, tüm duygularım, kalbim, ruhum ve onların yansıması olan gözlerimle, yani toplamda gülümsüyorum keyifle....

Eskiye olan özlemin sebebini düşünmek istemiyorum, “eski”yle tekrar buluşmanın ve o tanıdık, vefalı, tatlı geçmişe ait görüntülerin biryerlerde varolmaya devam ettiğini görmenin keyfini çıkartmak istiyorum.

Çok keyiflendiğimde bu keyfi arttırmak için ek birşeyler daha yapma telaşına girerim bazen. Bu telaş kimi zaman o kadar komik sonuçlar doğurur ki, debelenmekten kaçırdığım “an” a üzülmektense, kaçırma sebep ve sürecinde yaptığım şeylerin gülünçlüğünün tadını çıkartmayı tercih ederim, işte bu da “an-mekan”ın vermiş olduğu mayhoş “kayısı pestili” tadındaki huzurun bir toleransıdır bana göre.

Kayısı pestilini anneannem yedirmişti bana ilk. Henüz daha damak tadımın “bunları yemeli ve büyüyüp gelişmelisin” lerin lezzetsizliğinde emeklediği dönemdi, hepimizin çocukluğunda muzdarip olduğu, hani şu “çok besleyici sütün kaymağını” zorla yutmaya çalışırken korka korka öğürdüğümüz zamanlar, işte o zamanlara ait duygularım, hatıralarım, olaylarla, seslerle, lezzet/sizlik/lerle, kısaca beş duyuyla direk ve doğru orantılı idi.

O mayhoş ve bol aromalı lastik dokusundaki “pestil”i zorlanarak ısırdıktan sonra ağzımın içine yayılan ve güzelliğiyle beni afallatan lezzeti unutmam mümkün değil. Hiç beklemediğiniz bir anda, büyük bir doğallıkla peri kızı ya da peri padişahının oğluyla karşılaşmak gibiydi.

İşte bunun içindir ki, anılarımın, zaman mekan ve beş duyuyla giyinmiş olmasındandır ki, anneannemin evini, orada geçirdiğim günleri, ezcümle anneannemi unutmam mümkün değil. Tuhaf gelebilir bu “unutmam mümkün değil” ifadesi, doğru, banada tuhaf geldi, düzeltiyorum, anneannemi hatırlamadığım gün yok. Bu daha anlamlı oldu.

Birgün bunları yazacağımı içimde bir “bilen” vardı, arada bir başını hafif doğrultup fısıldıyordu bana, benimse bir kulağım duyuyor, diğeri hayret ve keyiften biraz evvel anlattığım telaşa düşerek komik debelenmeler yaşıyordu, ve günün sonunda ben gene biri duymuş, diğeri duymuş ama keyif sabırsızlığından tescil edememiş kulaklarımdan bana “eksik” olarak ulaşan bu bilgiyle tarifisiz bir sevinç ama aynı zamanda meçhul bir bekleyişle kucağım boş, kalbim dopdolu, ellerim sabırsız, dağarcığım ikircikli, kısaca hoş ama karışık duygularla kalakalıyordum. Bakalım bu sefer bu süreç dairesini tamamlamış mı, bakalım bu sefer artık bu işlem sistemim tarafından kayda alınmış ve tepsi içinde bana gelmiş mi?

Minik bir defter var yanımda, bir çeşit not defteri, bense kalkmış tepsidekileri bu minnacık şeye dökmeye başlamaktan bahsediyorum.

Yeşilyurt’dayım, Kaz Dağları’nda. Yanıma defter alamadım bir sebepten, son anda durduğu yerden “gözümün içine bakan” bu küçük defter zorla çantama attırdı kendisini. Duyan kulağım devreye girdi ve bu seferlik idareyi eline aldı sanırım. Bu kadar uzun zamandır biriktirdiklerimi aktarmak için ala ala böylesine minik bir defter almam ironik, biliyorum...

Hayatım boyunca bile bile uyguladığım, terbiye etmek için hiçbirşey yapamadığım “sabırsızlığım”a yeni bir sınav olsa gerek bu.

- Çok mu istiyorsun yazmayı, o zaman bari bir kez, aceleyle koşturmak yerine daha sabırlı başlamayı böyle öğreteceğiz sana! Önemli olan biran evvel bitirmek değil, esnasında tadını çıkartmaktır.!!!!

Doğru, hem de çok doğru! Bunu öğrenmem lazım.

Devam ediyor.....

EREN




FOR EREN

Standing with you at Troy remembering Homer’s tales
And hearing some phantom clash of sword on shield.
Or standing in those heartless trenches of Gallipoli,
Our mutual tears remembering those young men of long ago.
Shared emotions in altered states of consciousness
Brought on by wine and some shared state of insight.
I can’t believe we’ll talk no more dear friend but I’ll remember,
Ah yes, I’ll remember.
Sunlight on the Bosporus, sparkling like that twinkle in your eye
That roguish smile beneath your gypsy locks.
Softness in the evening, an Istanbul of misty remembrance,
Some sultan’s palace on a hill.
Reminiscences of words, poetic in prose and passion
Phrases that lit the fires of imagery in our hearts,
Bringing place and time to the heart of consciousness.
I’m touched by a sense of wonder at the things that come to mind
And touched by just how deep our friendship was.
I’ll miss you always but in the tears are gladness that I knew you
And that special place I’ll always keep, the heart that is a friend
The heart that always lives no matter what the end.

Anthony Quigley
April 2003

Eren'in anısına yazılmıştı....

21.09.2007

MUTLULUK BÖYLE BİRŞEY...




Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolaşan kırmızı balığınkini
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
1961 yazı ortalarındaki Küba'nın resmini yapabilir misin?
Çok şükür çok şükür bugünü de gördüm
ölsem gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstad?

BİR MASAL BU KADAR MI GÜZEL ŞİİREDİLİR

Masalların Masalı

Su başında durmuşuz,
çınarla ben.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana.

Su başında durmuşuz,
çınarla ben, bir de kedi.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim, bir de kedinin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana, bir de kediye.

Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, bir de güneş.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, bir de güneşe.

Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze .

Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek...

Su başında durmuşuz.
Su serin,
Çınar ulu,
Ben şiir yazıyorum.
Kedi uyukluyor
Güneş sıcak.
Çok şükür yaşıyoruz.
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze...


Nazım Hikmet Ran

ARAMIZA....

ARAMIZA GİRDİ....

Aramıza girdi
İkide bir olmuşken
Bir de ikiyi yaşarken
Aramıza hayat girdi
İçinde olduğumuzu sanırken
Aramıza girdi

Hayat kucaklar
Hayat barındırır
Hayat canlandırır
Hayat besler, kollar
Derken
Aramıza girdi

Dışına mı çıkartmıştı
İçinde mi değildik aslında
Hayatta mıydık
Hayat mı bizimle vardı
Derken
Hayat aramıza girdi

Kalabalıklar arasında yalnızken
Tek başınalıkta kalabalıkken
Üşenirken kah yaşamaya
Acele ederken kah katılmaya
Tam bunların ortasında
Hayat aramıza girdi

Şaşırdık
Telaşlandık
Hayat dedik Ey hayat!
Efendim dedi önemsemeyerek
Sen dedik, bizi var edendin
Aramızda durmaya devam etti

Sen dedik,
Devamını getiremedik
Lafa karıştı
Anlamıyorsunuz dedi
Belki yoksunuz
Belki ben de yokum

Hayat aramıza girdi
Kalakaldık.....

Derya

HEPİMİZDE BİRAZ VARDIR.... PLEASE HEAR WHAT I AM NOT SAYİNG BY CHARLES C. FINN

Please Hear What I'm Not Saying

Don't be fooled by me.
Don't be fooled by the face I wear
for I wear a mask, a thousand masks,
masks that I'm afraid to take off,
and none of them is me.
Pretending is an art that's second nature with me,
but don't be fooled,
for God's sake don't be fooled.
I give you the impression that I'm secure,
that all is sunny and unruffled with me, within as well
as without,
that confidence is my name and coolness my game,
that the water's calm and I'm in command
and that I need no one,
but don't believe me.
My surface may seem smooth but my surface is my mask,
ever-varying and ever-concealing.
Beneath lies no complacence.
Beneath lies confusion, and fear, and aloneness.
But I hide this. I don't want anybody to know it.
I panic at the thought of my weakness exposed.
That's why I frantically create a mask to hide behind,
a nonchalant sophisticated facade,
to help me pretend,
to shield me from the glance that knows.
But such a glance is precisely my salvation, my only hope,
and I know it.
That is, if it's followed by acceptance,
if it's followed by love.
It's the only thing that can liberate me from myself,
from my own self-built prison walls,
from the barriers I so painstakingly erect.
It's the only thing that will assure me
of what I can't assure myself,
that I'm really worth something.
But I don't tell you this. I don't dare to, I'm afraid to.
I'm afraid your glance will not be followed by acceptance,
will not be followed by love.
I'm afraid you'll think less of me,
that you'll laugh, and your laugh would kill me.
I'm afraid that deep-down I'm nothing
and that you will see this and reject me.
So I play my game, my desperate pretending game,
with a facade of assurance without
and a trembling child within.
So begins the glittering but empty parade of masks,
and my life becomes a front.
I idly chatter to you in the suave tones of surface talk.
I tell you everything that's really nothing,
and nothing of what's everything,
of what's crying within me.
So when I'm going through my routine
do not be fooled by what I'm saying.
Please listen carefully and try to hear what I'm not saying,
what I'd like to be able to say,
what for survival I need to say,
but what I can't say.
I don't like hiding.
I don't like playing superficial phony games.
I want to stop playing them.
I want to be genuine and spontaneous and me
but you've got to help me.
You've got to hold out your hand
even when that's the last thing I seem to want.
Only you can wipe away from my eyes
the blank stare of the breathing dead.
Only you can call me into aliveness.
Each time you're kind, and gentle, and encouraging,
each time you try to understand because you really care,
my heart begins to grow wings--
very small wings,
very feeble wings,
but wings!
With your power to touch me into feeling
you can breathe life into me.
I want you to know that.
I want you to know how important you are to me,
how you can be a creator--an honest-to-God creator--
of the person that is me
if you choose to.
You alone can break down the wall behind which I tremble,
you alone can remove my mask,
you alone can release me from my shadow-world of panic,
from my lonely prison,
if you choose to.
Please choose to.
Do not pass me by.
It will not be easy for you.
A long conviction of worthlessness builds strong walls.
The nearer you approach to me
the blinder I may strike back.
It's irrational, but despite what the books say about man
often I am irrational.
I fight against the very thing I cry out for.
But I am told that love is stronger than strong walls
and in this lies my hope.
Please try to beat down those walls
with firm hands but with gentle hands
for a child is very sensitive.
Who am I, you may wonder?
I am someone you know very well.
For I am every man you meet
and I am every woman you meet.
Charles C. Finn
September 1966

TERCÜMESİ : DOĞAN CÜCELOĞLU

SÖYLEMEDİKLERİMİ İŞİTİN LÜTFEN

Bana aldanmayin!
Yüzüm bir maskedir,
Sizi aldatmasin.
Binlerce maskem var,
Çikarmaya korktugum,
Ve,
Hiçbiri ben degilim...
Olmadigimi göstermek
Ikinci dogam oldu.

"Kendinden emin biri" dersiniz,
Sanki güllük gülistanlik,
Benim için hersey...
Adim güven belirtir, Ve,
Oyunumun adi
"Agirbasliliktir".

Içimde ve disimda denizler sakin,
Herseyin kumandani ben...
Kimseye gereksinme duymayan
Ben...
Fakat, inanmayin bana,
Lütfen...

Her sey dista düzgün ve cilali,
Hiç yipranmayan, her zaman saklayan
O maske!...
Altta ne güven ne de rahatlik...
Altta,
Karisiklik, korku ve yalnizlik içinde bocalayan
Gerçek ben!...

Ama saklarim bu gerçegi savunuculukla...
Kimsenin bilmesini istemem...
Zayif taraflarimi düsündükçe,
Titrer ve sararirim...
Ya baskalari görürse iç dünyami...
Gerçek ben ve yalnizligimi!
Iste,
Maskelerimi onun için takarim...
Onun için arkalarina saklanacak
Maskeler yaratirim...
Onlar,
Gösteriste kullanabilecegim
Parlatilmis yüzlerim.
Beni korur, bakan gözlerden...
Beni oldugum gibi kabul edecek,
Sevecek
Bakislar bulamazsam,
Solacak kuruyacak gerçek ben...
Ve,
Ben bunu biliyorum.
Beni kendi maskelerimden kurtaracak,
Kurdugum hapishaneden kaçiracak,
Diktigim engellerden asiracak,
Beni seven,
Beni anlayan
Bakislar olacak.
Bana,
"Sen degerlisin" diyecek
"Maskesizken daha bir insansin"
"Daha yakinsin,daha bir dostsun"
Diyecek bir bakisa
Beni gören bir bakisa
Muhtacim...

Benim yanima sokulman kolay olmayacaktir!...
Uyaririm seni dost!...
Uzun yillar kendini yetersiz hissetmis ben,
Sana kendini kolay açamayacaktir...
Bütün gücümle tutunacagim maskelerime,
Ne kadar sokulursan yakinima,
O denli siddetli itecegim seni...
Kim oldugumu merak ediyor musun?
Hiç merak etme...
Ben çevrendeki
Her erkek ve kadinim...
Maske takan bir insanim

Charles C.Finn
Eylül 1966