10.12.2010

SESSİZLİK CESARET İSTER

GÖ(BE)BEĞİM

Sabah kalktı, her zaman yaptığı gibi ayaklarını görmeye çalıştı ama karın bölgesinde mahsur kaldı gözleri. Bir sevindi “yaşasın bebeğim hala karnımda”, sanki ondan habersiz yok olabilirmiş gibi. Yıllarca neredeyse her cümlenin içinde kendine yer bulan “bir gün anne olduğunda....” nın ta çocuk yaşlarda oyuncak bebekle başlayan provasının “gala”sını yaşayacak olmanın bir tutam huzursuz bir avuç da heyecanlı ve şımarık başrolünü üstlenmişti, normaldi ona göre bunlar.

Dışarı çıkacaktı, kahvaltısını yaptıktan ve fındık kabuğu özentisindeki minnacık evini toplama işlerinden sonra şekilsizliklerinden gurur duyduğu, elbise adının arkasında sırıtan çuval bozması kılığına bürünüp, gö(be)beğini içine alamayan palto sayesinde terfi ettirdiği pelerini üstüne atarak, çantası, şemsiyesi ve ne kadar engellemeye çalışırsa çalışsın son anda bir mesnet bulup kendini eline tutuşturan torbayla birlikte evden çıktı.

Oturduğu semt İstanbul’un en rüzgarlı semtlerinden biri, hava ise o gün hem rüzgarlı hem yağmurluydu. Güzide koca karnı, uçuşan pelerini, havadaki elinde şemsiyesi, diğer elindeki torbası ve omzunda çantasıyla sokakta tekil bir gerilla harekatı gibi ilerliyordu. Taksi bakındı, ve evet, bir tanesi geliyordu. Torbalı elini kaldırıp o kendini cebren tutuşturmuş torbayı salladı, taksici durdu.

Kapıyı açtı, pelerinini uçuşuyordu, saçları da öyle, omzundaki çanta kaydığından düşmesin diye o omzu hafif yukarıda, torba inatla elinde, bu sefer torbanın arasından onu tutan elinin münhal parmaklarının yardımını kullanarak diğer elindeki şemsiyeyi kapattı, sol elindeki şemsiyeyi önden taksiye sokup ardından geri kalan koca gö(be)beği, pelerini, ıslanan saçları, ve sağ elindeki torba hep birlikte taksinin arka koltuğuna yerleştiler. Tüm bu tarifin içinde bir de “arkadan gelen trafiği engellememek empatisinin zorladığı telaş” ı başroldeydi elbette.

Taksiye bindikten sonra gideceği yeri söylemek için taksiciye baktığında profilin sessiz bir acıyla kasılmış olduğunu görüp duraksadı, ve fakat, ardından sol elindeki şemsiyenin, hani o taksiye ilk giren parçanın, iki ön koltuğun arasındaki boşluktan taksicinin sağ böğrüne saplanmış olduğunu farketti. Ardından gelen büyük bir mahcubiyet ve içinde boğmaya çalıştığı kahkahaları....

· Çok çok özür dilerim şöför bey, telaştan işte, yağmur da üstüne, kem küm.... Nişantaşı’na gidebilir miyiz lütfen....

“Hayır” dese hemen inmeye hazırdı, ama demedi taksici, ve Nişantaşı’na gidene kadar karısının, üç çocuklarına hamile kalışıyla başlayan ve doğumevinde biten hikayelerini büyük bir dikkat ve gereken yerlerde verilmesini uygun gördüğü “aaa”, “ah canıımm”, “ayol bilmez miyim”, lerle de süsleyerek şemsiyesinin cürümünün bedelini ödedi ve nihayetinde taksiden indi.

Hamile olmasının diğer bir avantajı olan, yaya kaldırımı olmayan caddelerde karnını iyice dışarı çıkartarak kendini caddenin ortasın atmasını müteakip tüm arabaların durması avantajını doya doya kullandıktan ve işlerini bitirdikten sonra gelişi kadar trajikomik olmayan sade bir sürüşle eve döndü.

Akşam kocası eve geldiğinde, Güzide adını koyamadığı bir huzursuzluğun içindeydi, aldırmamaya çalışarak sofra kurma hazırlığına giriştiğinde kasığındaki keskin kasılmayla irkildi. Sofra kurulamadı zira kasılmalar sıraya dizilmişlerdi ve birkaç telefon trafiğinden sonra gö(be)beği, o ve ailenin tüm büyükleriyle birlikte, hastahaneye gittiler. 1,5 saat sonra kendine geldiğinde ise göbeği yatakta bomboş, bebeği ise anneannesinin kollarında ona uzatılmıştı. Başı döndü keyiften. Bu baş dönmesini tanıyordu. Doktor kontrolünde karnına buz gibi bir öpücük konduran o aletin bağlı olduğu makinadan bebeğinin kalp atışlarının sesini ilk duyduğunda da böyle dönmüştü başı. Mutluluk sarhoşluğunun narasıydı bu baş dönmesi onun için.

İşte olmuştu, işte o da anne olmuştu, ne görecekse, ne anlayacaksa, senelerdir kah tehdit, kah nispet, kah ödül olarak önüne sunulan bu tadı artık o da yaratmıştı.. 4 kiloluk kocaman bir erkek diyorlardı, adı hazır, Ender. Bir tatilde, nedenini anlayamadığı bir sevgi ve düşkünlükle
anne-babasından çok Güzide’yle olan ve tatil bittiğinde ayrılırken arabalarının arka camındaki el sallayan görüntüsü sonsuza dek hafızasında “donmuş” olan sarı saçlı Ender’in işiydi bu. Ender ismine o gün karar vermişti, ve işte bugün onun da bir Ender’i vardı. Bütün provaları temize çekip sahneye koyuyordu, çok mutluydu.

5 günlük, emzirmeden emzirmeye yanına getirilen ve arda kalan zamanlarda göbeğindeki boşluğa bakıp özlediği Ender’iyle, sonunda hastahaneden terhis oldular ve eve vardılar.

Fındık kabuğu taklidi evinde Ender’in odası hazırdı, küçücük evinin küçücük odasını, bebeği göbeğindeyken doldurduğunu sanmıştı, meğer o oda, hatta o fındık kabuğu ev ne boşmuş da o bilmezmiş. Evden içeri girmeleriyle birlikte ev öyle bir doldu ki, sokak kapısını ha gayret ittirerek kapattılar. Ender’i karyolasına yatırdıklarında o ve kocası ve tüm evi sarmış olan adını koyamadığı mutluluk/gurur/heyecan/sevgi kokteyli, dışarıda sessizce yağan kara inat evi serin bir sıcaklıkla sarmıştı, uzanıp bebeğin üstünü biraz açtı.

Bebekle birlikte küçülen evde aynı oranda sesler büyümüştü. Her zaman çok asude bulduğu evi, apartmanı, sokağı, onları çevreleyen her şey, eskiye oranla şimdi daha kısık sesle konuşmalarına, televizyonun sesini iyice kısmalarına ve parmaklarının ucunda kelebek adımlarıyla yürümelerine rağmen inadına gürültülü olmuştu. Asansörün sesi, komşunun kapısının kapanması, üst kattakilerin ayak sesleri, alt kattakilerin televizyonu, kapının zili, kalorifer borularından gelen tıkırtılar, sokaktan geçen arabaların sesleri, seyyar satıcılar, hatta pencerenin önünde nazlı nazlı salınan hatminin aniden ortaya çıkan hışırtısı, ne kadar çok ses vardı. Gürültü yumağının içinde yaşar gibiydiler.

Anne olmanın koruyuculuğunu henüz daha kavrayamadığından, bu içgüdüsünü kullandığı tehlikeler silsilesi sanki sadece seslerle sınırlıydı. Gürültüyle boğuşma günleri birer birer dizilip 33’lük bir tespih olduğunda bir nebze rahatlamıştı. Daha organize olabilmiş, gürültülere karşı bebeğini bir tespih boyunda koruyabilmişti. Hijyen kaygısı fazla yoktu, bembeyaz döşediği evinin rengiydi belki bunu sağlayan.

Bütün renkler aynı süratle kirleniyordu
Birinciliği beyaza verdiler

Özdemir Asaf’ın bu dizelerinin etkisi olmuştu evini bembeyaz döşerken. Annesi “Kızım hastahane gibi oldu” derken, kayınvalidesi “Bence laboratuar” diye düzeltmişti. Anlamıyorlardı onu. Olsun. Büyümüş, evini kurmuş, evlenmiş, anne olmuştu. Göbeğinden kucağına aldığı bebeğini ise tüm gürültülere karşı cansiperane koruyabiliyordu.




En kısık sese ayarlanmış telefon çaldığında henüz yatırmıştı bebeğini ve şimdi kahvesini içecekti keyifle. Anneydi ya o, yorulmuştu, anneler yorulurdu ya hep. Telefonu açtı, arayan annesiydi. Yorgun konuştu annesiyle, “kızım biraz uyu sen de madem oğlanı uyuttun” dedi annesi. “Anneyken evlat olmanın keyfi de bir başkaymış” diye gülümseyerek telefonu kapattıktan sonra kahvesini alıp ani bir kararla bebeğin odasına yöneldi. Huzurla uyuyordu Ender bebek. Sırtüstü yatırmış ama birbiriyle çelişen bir sürü görüşten kendince bir sentez yaptığından ya sağ ya da sol tarafını bir battaniye desteğiyle kaldırıyordu ki, bebek uykusunda boğulmasın. Bebekle ilgili tüm detaylar onun “ölmesine mani olmak” adına diye düşündü ve dehşete düştü bir kere daha. Ne kadar tehlikeli bir dünyaydı, nasıl koruyacaktı. O güne dek sıradan eşya olarak gördüğü her şey potansiyel birer ölüm makinası olup çıkmışlardı.

Pencerenin önündeki koltuğa oturdu, kahvesini yanına aldı, bebeğini emzirdiği o kutsal saatlere saygı ayini yaparcasına yudumladı. Sessizdi ortalık, yaşasın bebeği sesten steril bir uykuda büyüyecekti bir arpa boyu daha. Camın önünde oturmasına rağmen yüzü bebeğin karyolasına dönüktü, kulakları anten gibi olmuş, yavrusunu ellemeye çalışanlara sırtındaki tüyleri dikleştirerek tırnaklarını çıkartan anne kediye dönüşmeye başlamıştı. Sebebini bilmiyordu. Huzursuz bir telaşla kalktı, karyolanın parmaklıklarına geçirdikleri yastıktan yapılmış korumayı çekti attı, şimdi oturduğu yerden bebeği net olarak görebilirdi. Dışardan bir araba geçerken “şu motor sesi” diye sinirlendi.

Aylık kontrolde sütünün bebeği beklendiği kadar beslemediği ortaya çıkmış, emzirmeye devam etmesi ama her emzirmeden sonra hazır mamayla desteklemesini buyurmuştu doktor. Mamayı evinin rengine yakıştırılan sıfata uygun olarak elleri titreyerek ve azami hijyen kullanarak hazırlıyordu.

İçindeki huzursuzluğu dindirmek istercesine arkasına yaslandı, gözleri kapanıyordu, gece dört kere kalkmışlardı, hafifçe kaykıldı, gözlerini kapattı. Bebeğin nefesini duyuyordu, ninni gibiydi. Kendi nefesini bebeğininkine uydurdu, küçük bir kızken babasıyla yolda yaptıkları sağ sol ayak oyununu hatırladı gülümsedi. Birden gözlerini açtı, nefeslerde gecikme olmuştu. Fırladı, toplam 4 adımlık bir çapı olan odada tek adımla karyolanın yanına gitmesi çok uzun sürmüştü. Titriyordu. Bebeği yataktan kaparak ne yaptığını bilmez bir şekilde yüzüstü çevirdi kollarında. Bebek tuhaf hırıltılar çıkartıyor, kasılarak şekilden şekile giriyordu. Bağırmak istedi. Bağırırsa bebeğin sesini duyamazdı. Sustu. Bebek ağırlaşmış mıydı. İmdat demek istedi, diyemedi, dilsiz olmuştu, dünya dilsiz olmuştu, lal olmuştu her şey, camın önündeki hatmi bile. Ayağına lappadanak bir şeyin düştüğünü hissetti, ardından bir lap daha bir lap daha, bebekten ses yoktu hala. Sırtı dondu, sessizlikte çaresizdiler.

Beş duyusu birden çaresizdi ki, bebek, etraflarını kopkoyu bir ağ gibi kaplamış o sessizliği yırtarak parçalayan bir feryat koparttı. Çevirmeye cesaret ettiğinde yüzü kıpkırmızı olmuş oğlu gayet sağlıklı bir şekilde ağlıyordu. Devam eden dakikalarda birlikte ağlayarak bu travmanın girdabından çıkabildiler.


Aldıkları bebek arabasında uyuttu oğlunu o gün, ve minnacık evin neresine giderse onu da yanında taşıdı. Eczaneyle telefonda yaptığı, bir gün evvel aldığı mamanın bozukluğuyla ilgili kavgası sırasında bile bebek yanındaydı, aldırmadı bile uyumasına. Sessizlik gelemezdi yanlarına artık, gelmemeliydi.

O akşam bebeğin yatağının üstüne, hamileliğini öğrendiği gün aldığı sesli oyuncağı astı, düğmesini çevirdi, ve kısa bir an da olsa çocukluğunda oynadığı dutluğun yanıbaşındaki Sağır ve Dilsizler Okulu’ndaki talebeleri düşündü. “Ben onlar kadar cesur değilim”.