22.09.2007

ÖMRÜMÜZ VE ŞU AN..:)

DENEYİM

60'lık ünlü ressam, bir lokantaya girer. Gerçi cebinde parası
yoktur ama aldırmaz. Lokantacıya yapacağı portresine karşılık yemek yemek
istedigini söyler. Güzelce karnini doyurur. Sonra bir çırpıda lokantacının
portresini çizerek masaya bırakır. Kalkarken adam gelir, resme bakar,
beğenir.


-Güzel ama

der lokantacı

-Bir dakikada yaptınız bunu, oysa bir saattir
yiyorsunuz

Ressam:

- Bir dakika değil, 60 yıl ve bir dakika

diye karşılık verir.

BİR DE KAZ GÖNDERİRSEM....

PADİŞAH VE İHTİYAR
Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil'i kıyafet gezmeye karar vermiş.
Yanına başvezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı
bir adam görmüşler.
Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah,
ihtiyarı selamlamış.
" Selamünaleyküm ey pir'i fani..."
" Aleykümselam ey serdar'i cihan..." Padişah sormuş.
" Altılarda ne yaptın ?"
" Altıya alti katmayınca, otuz ikiye yetmiyor..." Padişah gene sormuş.
" Geceleri kalkmadın mi ?"
" Kalktık. Lakin, ellere yaradı." Padişah gülmüş.
" Bir kaz göndersem yolar mısın ?"
" Hem de ciyaklatmadan..."
Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah
başvezire dönmüş.
" Ne konuştuğumuzu anladın mı ?"
" Hayır padişahım..." Padişah sinirlenmiş.
" Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım." Korkuya
kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere
kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada calışıyor..
" Ne konuştunuz siz padişahla..." Adam, başveziri şöyle bir süzmüş.
" Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.."
Başvezir, yüz altın vermiş.
" Sen padişahı, serdar'i cihan, diye selamladın. Nasıl anladın
padişah olduğunu?"
" Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi."
Vezir kafasını kaşımış.
" Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek."
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
" Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü
çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış
çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim." Vezir bir soru daha sormuş...
" Geceleri kalkmadın mı ne demek ?"Adam bir yüz altın daha almış.
" Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler,
başkasına yaradılar, dedim." Vezir gene kafasını sallamış.
" Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek..." Adam gülmüş.
" Onu da sen bul..."

ŞEHİR EFSANESİ Mİ BİLMEM AMA OKUMASI GÜZEL

KÖPEK İLE TAVSAN

Köpeği ile yasayan bir genç İstanbul'da bir
bahçe kati daire kiralar.
Dairenin önünde bir teras vardır.
Yan dairede de ev sahibi yaslı kadın ve oğlu
oturmaktadır.
İki dairenin teraslarından birbirine
geçilebilmektedir.
Kiracı genç taşınırken ev sahibinin oğlu
kiracıya söyle der:
"Köpeğinize ne olur dikkat edin, annemin
tavşanına birşey yapmasın.
Annem yaşlı, o hayvana da çok bağlandı,
birşey olursa tavsana
yaşayamaz.
Tavşanın kafesi terasta duruyor, aman
dikkat....". Kiracı da dikkat
edeceğini söyler.

Gel zaman git zaman, köpek ve tavşanın
birbirileri ile hicbir sorunu
olmaz, beyaz tavsan da iyice büyür. Tavşan bazen
kafesinde duruyor, bazen
de terasta dolaşıyordur.
Bir gece köpek ağzında birşey ile sahibinin
yanına gelir. Sahibi bir de bakar ki
köpeğin ağzındaki şey ev sahibinin beyaz
tavşanı, ama ölü ve çamur içinde!

Kiracı paniğe kapılır, ölü tavşanı alıp bir
güzel yıkar, tüylerini saç kurutma makinesi
ile kurutup kabartır ve usulca yan terasa
süzülüp tavşanı kafesine bırakır.
O gece, suç üzerine kalacak korkusu ile
köpeği alıp annesine gider.

Bir hafta sonra döndüğünde ev sahibin oğlunu
görür. Genç kederlidir.
Kiracı tedirgin tedirgin ne olduğunu sorar.
Ev sahibinin oğlu cevap verir:

"Siz yoktunuz tabi, bilmiyorsunuz... annem
vefat etti...".
Kiracı suçlulukla yutkunarak sorar: "Başınız
sağ olsun, nasıl vefat etti anneniz?".
Ev sahibinin oğlu cevap verir: "Tavşanı
beslemeyi unutmuşuz,
hayvancağız ölmüş.
Annemle birlikte tavşanı bahçeye gömdük.
Ertesi sabah annem tavşanı
hortlamış, kafesinde görünce kalbi dayanmadı
zavallının....."

EINSTEIN'DAN

THE WORLD AS I SEE IT
An Essay by Albert Einstein



"How strange is the lot of us mortals! Each of us is here for a brief sojourn; for what purpose he knows not, though he sometimes thinks he senses it. But without deeper reflection one knows from daily life that one exists for other people -- first of all for those upon whose smiles and well-being our own happiness is wholly dependent, and then for the many, unknown to us, to whose destinies we are bound by the ties of sympathy. A hundred times every day I remind myself that my inner and outer life are based on the labors of other men, living and dead, and that I must exert myself in order to give in the same measure as I have received and am still receiving...

"I have never looked upon ease and happiness as ends in themselves -- this critical basis I call the ideal of a pigsty. The ideals that have lighted my way, and time after time have given me new courage to face life cheerfully, have been Kindness, Beauty, and Truth. Without the sense of kinship with men of like mind, without the occupation with the objective world, the eternally unattainable in the field of art and scientific endeavors, life would have seemed empty to me. The trite objects of human efforts -- possessions, outward success, luxury -- have always seemed to me contemptible.

"My passionate sense of social justice and social responsibility has always contrasted oddly with my pronounced lack of need for direct contact with other human beings and human communities. I am truly a 'lone traveler' and have never belonged to my country, my home, my friends, or even my immediate family, with my whole heart; in the face of all these ties, I have never lost a sense of distance and a need for solitude..."


"My political ideal is democracy. Let every man be respected as an individual and no man idolized. It is an irony of fate that I myself have been the recipient of excessive admiration and reverence from my fellow-beings, through no fault, and no merit, of my own. The cause of this may well be the desire, unattainable for many, to understand the few ideas to which I have with my feeble powers attained through ceaseless struggle. I am quite aware that for any organization to reach its goals, one man must do the thinking and directing and generally bear the responsibility. But the led must not be coerced, they must be able to choose their leader. In my opinion, an autocratic system of coercion soon degenerates; force attracts men of low morality... The really valuable thing in the pageant of human life seems to me not the political state, but the creative, sentient individual, the personality; it alone creates the noble and the sublime, while the herd as such remains dull in thought and dull in feeling.
"This topic brings me to that worst outcrop of herd life, the military system, which I abhor... This plague-spot of civilization ought to be abolished with all possible speed. Heroism on command, senseless violence, and all the loathsome nonsense that goes by the name of patriotism -- how passionately I hate them!

"The most beautiful experience we can have is the mysterious. It is the fundamental emotion that stands at the cradle of true art and true science. Whoever does not know it and can no longer wonder, no longer marvel, is as good as dead, and his eyes are dimmed. It was the experience of mystery -- even if mixed with fear -- that engendered religion. A knowledge of the existence of something we cannot penetrate, our perceptions of the profoundest reason and the most radiant beauty, which only in their most primitive forms are accessible to our minds: it is this knowledge and this emotion that constitute true religiosity. In this sense, and only this sense, I am a deeply religious man... I am satisfied with the mystery of life's eternity and with a knowledge, a sense, of the marvelous structure of existence -- as well as the humble attempt to understand even a tiny portion of the Reason that manifests itself in nature."

CESARET İSTER.... IT TAKES COURAGE

It Takes Courage
Author Unknown


It takes strength to be firm,
It takes courage to be gentle.

It takes strength to conquer,
It takes courage to surrender.

It takes strength to be certain,
It takes courage to have doubt.

It takes strength to fit in,
It takes courage to stand out.

It takes strength to feel a friend's pain,
It takes courage to feel your own pain.

It takes strength to endure abuse,
It takes courage to stop it.

It takes strength to stand alone,
It takes courage to lean on another.

It takes strength to love,
It takes courage to be loved.

It takes strength to survive,
It takes courage to live.

TOLUNOĞULLARI HANEDANI

Babamın soyadı Tolun idi... Benim de evlenene kadar buydu soyadım. Soyadı kanunu çıktığında dedem hayatta olmadığı için babaannem almış bu soyadını ve sebep olarak da Mısır kökenli dedemin "onlardan" olduğunu söylemiş.

Mısır, ama eski Mısır, bu yüzden mi ilgimi çekmiştir hep yoksa ilgimi çekmesi kendimce bir statü arayışı mıydı bu söylemden etkilenerek giyinmeye çalıştığım, bunu irdelemeyeceğim, ama, birgün otururken aniden google'ladım soyadımızı ve bulduğum şey:

Tolunoğulları
Vikipedi, özgür ansiklopedi
(Tolunğulları sayfasından yönlendirildi)
Git ve: kullan, ara


Gerçek adı: Dolunayoğullarıdır. Mısır'da kurulmuş ilk Türk- müslüman devletidir. Kurucuları, yöneticiler ve askerler Türk kökenli olmasına rağmen, halkı yerli halktır.

Kuruluş tarihi: 868.
Kuruluş bölgesi: Mısır.
Başkent:Fustat (Kahire)
Kurucusu:Ahmet Bin Tolun.
Yıkılışı:905 ( Abbasiler yıkmıştır)
En güçlü dönemi kurucusu Ahmet bin Tolun dönemidir. Mısır Tolunoğullarıyla birlikte ilk kez bağımsız olarak yönetilmiştir. Ahmet bin Tolun ekonomi alanında yaptığı düzenlemeler ile Mısır tarihinde yer edinmiştir. Bu dönemde Filistin, Bingazi,Suriye, Antakya ve Mersin alınmıştır.

Oğlu Humareveyh döneminde elden çıkan Suriye tekrar geri alınmıştır. Bu dönemde ekonomik kökenli ayaklanmalar çıkmıştır.

905'de Abbasiler tarafından yıkılmıştır.

"http://tr.wikipedia.org/wiki/Toluno%C4%9Fullar%C4%B1"'dan alındı

E evet, heyecan vericiydi bunu öğrenmek ve devam ettim araştırmaya, hepsini buraya koymayacağım zira bende dahi var olan "akademik bilgileri okumaktan sıkılma" çemberine okuyacak olanları sokmak istemiyorum. Ben özetleyeyim,

Zamanın Halife'sine Buhara'dan bir köle hediye edilmiş, Ahmed Bin Tolun bu kölenin oğlu imiş ve Halife'nin tavassutuyla özel eğitim almış, vakti geldiğinde de Mısır'a gönderilmiş. İşte tüm hikaye buradan başlıyor. Baba tarafımın kökünün bir yandan Mısır'dan geldiğini düşünürken birden işin içine Buhara da girdi, ve ben, "Anadolu mozaiği" nin muhteşemliğini toplumsal bir ezber olarak dile getiren ben, aniden kendimin de o mozaiğin içindeki farklı renkte taşlardan biri olduğumu anlamanın önce gurur, sonra afallama, sonra da keyif ve huzuru içinde yüzümde bir gülümseme, içimde bir burukluk, duruşumda zamanla gelişeceğini umduğum bir "Prenses" ümidi içinde buldum kendimi.....:)

Yazılı tarihi olmayan bir ulusa mensup olmanın bende yarattığı "gökten mi düştüm acaba ben" endişesini bir nebze de olsa gidermiş olmanın keyfini yaşıyorum ve daha araştırmaya devam edeceğim, bu bir "ilk adım" dı şimdilik, bebek adımı....

UYANANLARIM VIII. BÖLÜM

Teyzemden bahsetmeye başlamışken içimden biraz da diğer teyzelerimden bahsetmek geldi. Efendim, Nazire’nin Hayri Bey’den Lütfiye’den başka bir kızı daha olmuş, anlaşılan Hayri Bey hasta yatağından en az iki kere “saçlarını okşamış” anneannemin. İkinci kızın adı da Muazzez. Sert bir isim, z harfinin irkilten tınısı Muazzez’in kimliğinde ayan beyan görülüyordu zaten.

Muazzez çok akıllı ve devrimci bir kadındı, güzelmiş, herkes öyle diyor, ben eski resimlerine baktığımda bile, belki de o “z” lerin etkisiyle, güzellik pek göremiyorum ama bu da zamana bağlı olarak değişen bir kavram. Neyse, Hayri Bey Muazzez 6 yaşındayken hayatı terkettiğinden anneannem onu “leyli mektebe” göndermiş. Leyli kelimesinin “yatılı” olduğunu bilmeme rağmen bana hep leylek çağrıştırdığından Muazzez teyzemin, “beni küçücük bir çocukken evden gönderdin anne” diyerek anneannemi ağlattığı zamanlarda bile, ben leylekten esinlenen hayalgücümün bana gösterdiği yüksek ve çok güzel manzaralı bir Okul düşler ve teyzemin bunu neden sevmemiş olduğunu anlayamazdım.

Muazzez öğretmen olmuş, Tabiiye ve Beden Öğretmeni. Tabiiye Bioloji demekmiş, Beden öğretmenliği nasıl eklenmiş onu hiçbir zaman anlayamadım. Atletik bir kadındı ama da kocaman bir kadındı, iriydi yani. İsmindeki z harflerinin sertliğine bir de haşmetli bedeni eklendiğinde sahiden de ürkütücü bir teyze idi benim için.

İki evlilik yapmış, ilkini ben hiç bilmiyorum ama ikinci kocası, Hulusi Bey çok sevdiğimiz bir insandı. O kadar severdik ve o da bizi, yani ablam abim ve beni o kadar çok severdi ki, ona “dayı” derdik, bu arada Muazzez teyze de, apaş ve entellektüel kimliğinin bir yansıması olarak, babamı kendine daha yakın hissettiğini söyleyerek bizlerin ona “teyze” yerine “hala” dememizi buyurmuş. Ortaya çıkan durumu, Nazire Hanım’ın ailesi olmamız hasebiyle hayretle karşılamamak lazım.

Teyzemize hala, eniştemize dayı diyen bir aileyiz biz. Annem anlatırdı, “halam, dayım”, annem, Nermin teyzem ve ben, ben pek küçükken daha, taksiye binmişiz ve o zamanlar Yeniköy’de olan Sipahi Ocağı Kulübü’ne gidiyoruz, oradan denize girerdik, taksi şöförü Hacıosman Bayırı’nın başında arabayı sağa çekip durdurmuş ve şöyle demiş anneme:

- Hanımefendi, ben arabayı kullanmaya daha fazla devam edemeyeceğim, konuşmalarınızı ister istemez dinliyorum, arkada oturan bey ve hanım belli ki evliler, yanlarındaki hanım (Nermin teyzemi kastediyor) diğer hanıma abla, Beyefendiye de enişte diyor, siz de öyle, ama kucağınızdaki çocuk size anne, arkadaki tek hanıma teyze, diğer hanımefendiye hala, beyefendiye de dayı diyor. Ben bu işin içinden çıkamadım, lütfen bana izah edebilir misiniz, dikkatim dağıldı, araba kullanamıyorum....

Annem İlkokul Öğretmeni idi, bu sebeple taksi şöförüne en pratik ve en anlaşılır izahatı yaptığından şüphem yok, taksi şöförünün ise bu tuhaf aileyi tüm tanıdıklarına anlatmış olduğundan hiç kuşkum yok.

Annem demişken, hem de annemin İlkokul Öğretmeni olması sebebiyle genel ifade duruşundan bahsetmişken, tam da bu noktada hafızamın derinliklerinden kendini aklıma, oradan da parmaklarımın ucundan sayfaya dökülmek üzere ileriye atmış olan şu anlatacağım olayı engelleyemediğim için, geliyor...

Yıl 1968 sonu ya da 1969 ilk çeyreği, Alman Lisesi’ne girmişim, 6 yaşımda evde okuma yazma öğrendiğim için İlkokula 7 yaşımda 2. sınıftan başlatılmıştım ve doğal olarak Hazırlık sınıfının en küçük talebesiydim. Babam Alman Lisesi’nin Türk Müdür’üydü, ben de Hazırlık A’da okuyan Müdür’ün kızı, sınıf arkadaşlarından en az bir yaş küçük Derya, bu küçük olma kaderimin ısrarla devam ettiği yıllardı, evde tekne kazıntısı, Okulda hem Müdürün kızı hem gene sınıfın en küçüğü...

Neyse, Okula doğal olarak babamla gidip geliyorum, ve fakat o yıllarda Tünel tamiratta olduğu için biz babam arabasını almadığı zamanlarda Karaköy’e Tünel’den Yüksekkaldırım’ı yürüyerek ulaşıyoruz. Babam elimi tutuyor ve koca yokuşu iniyoruz birlikte. O gün, bir bakıyorum, sol tarafta iki bina yıkılmış ve sol paralel sokak gözüküyor, ama bir tuhaflık var, eğlenceli birşey var, ne mi, şu: o gözüken sokaktaki evlerin hepsinin üstünde aynı tabela asılı, üzerinde “Genelev” yazıyor, şaşırıyorum ve hemen babama dönüp, o yaşımın (aslında bugün bile biraz öyleyim itiraf etmeliyim) olmazsa olmazı “sabırsızlık kurbanı bağıran sesimle”

- Aaa, baba bak soldaki sokaktaki apartmanların hepsinin isimleri aynı, nasıl oluyor buuuu?

diyorum. Babam hiçbir anlam veremediğim sessiz bir asabiyetle elimi sıkıyor ve hızlanıyoruz, sürüklüyor beni birşeyden kaçarcasına. Yüzüne bakıyorum hafif eğilip, sinirlenmiş gibi bir hali yok ama hala çekiştiriyor beni ve elimi hala çok sıkı tutuyor. Çok da önemsemiyorum, ilgim hemen başka şeylere kayıyor ve unutuveriyorum.

Akşam yemekten sonra, annem benden sofrayı toplamaya yardım etmemi istiyor, çok gururlanıyorum bana “büyük” muamelesi yapıldığı için ve keyifle tabakları tepsiye toplamaya başlıyorum özenle, mutfağa gittiğimde annem elimden tepsiyi alıyor ve tezgaha koyduktan sonra, kapağındaki dökme harflerden okumayı öğrendiğim “Prestcold” marka buzdolabımızın önünde bana bir izahat yapıyor:

- Deryacığım, bugün babana bir soru sormuşsun, yan sokaktaki apartmanlarla ilgili öyle mi?
- Hıı, ay evet, anneee biliyor musun, o sokaktaki apartmanların hepsinin adı aynıydı, “Genelev” yazıyordu, babama sordum ama cevap vermedi...
- İşte onu diyorum, bak kızım ben şimdi sana anlatıyorum , o soruyu bir daha sorma, , onlar ev değil, onlar bir çeşit Oteldir, ama o Otellere sadece erkekler gider ve ama o Otellerde çalışanlar da sadece kadınlardır. Anladın mı canım?

Ben, gerek annemin sesinin anneannemle Leman Ablanın konuştukları zamanki gibi kısılmasının bu kez, daha da önemlisi ilk kez benimle uygulanıyor olmasının verdiği haklı gururla, gerekse de annemin anlatmaya çalıştığı “ayıp” şeyi bir seferde anlamış olmanın keyfiyle, içimden böbürlenerek ama anneme karşı da kendimce “olgunluk” göstermek amaçlı ciddi bir yetişkin edasıyla

- Anladım annecim, çok iyi anladım,

Diyorum aynı kısık sesle. Annemle böylece hem anneannem-Leman Abla ilişkisine en azından ses volümü anlamında bir giriş yapmış oluyoruz, hem de annem babam, abim ve ablamla , yani ben hariç evin tüm diğer bireyleriyle yapmakta olduğu “mutfak konuşmaları” ritüeline beni de dahil etmiş oluyor, ve tüm bunların neticesinde ben hem “ayrıcalıklı bir bilgi” edinmiş olmanın hem de yukardaki formata dahil edilmiş olmanın etkisiyle aile içindeki “tekne kazıntısı” tarifiyle üzerime biçilmiş olan “küçük Derya” elbisesini soyunarak daha doyurucu bir kimliği giyinme hazırlığına geçmiş olmanın unutulmaz gururunu yaşıyordum, annesinin ayakkabılarını giyip zorla yürüyen kız çocuklarının paytak ve beceriksiz yürüyüşünden sanki kendi ayağıma göre yapılmış topuklu pabuçlarla güven ve dengeyle yürüyen bir küçük kadın gibi. Bunun bir yansıması olarak da, sofrayı o kadar çabuk ve beceriyle topluyordum ki, ilerleyen yıllarda bu sevimsiz işten kendimi soyutlayabilmek için “midem bulandı benim çook” bahanesinin tohumlarının zihnime serpildiğini farketmiyordum bile.

UYANANLARIM VII. BÖLÜM

Bayram ve tatillerde anneannemde olurdum hep. Kendi evimizdeki “evin en küçüğü” kimliğimden, anneannemin evindeki “prenses” kimliğime keyifle atlardım.

Bahçeye bakan küçük odanın store’ları bayramlarda kapanırdı.

- Sakın açma, divan örtülerinin rengini solduruyor güneş

derdi anneannem. Oysa ben çoktan keşfetmiştim birkaç gün evvel bahçeye getirilen koyunun mahalle kasabı tarafından kesildiğini, benim de bunu görmemi istemediklerini. Bu sebeptendir ki, bana gerçeği söylemediklerinden yani, onlara inat o vahşeti, dualar ve okşamalar ardından başlayan ve koyunun yan yatmış, gözleri bir bezle bağlanmış bedeninin gırtlağına vurulan bıçak darbesi ve oradan toprağa akan kanlardan sonra birkaç titreyişi takiben hareketsiz kalışıyla son bulan kanlı ritüeli seyredip hem korkar, hem ağlar, koyunun bacaklarının titremesi bittiğinde ise acısının sona erdiğine sevinerek kendimi avuturdum.

Anneannemin, koyunun bahçede kaldığı o birkaç gün içinde onu sevip elleriyle beslediği ve bunları yaparken de hep anlam veremediğim bir acıma duruşuna tezat teşkil eden kesilme sırasındaki sabırsızlığı ve sonrasındaki keyifli telaşını ise kalbimdeki “anlaşılmazlar” arasına koyup hiç sorgulamazdım. Anlayamayacaktım çünki! Aslında kendimi de anlamıyor olmanın bir yansımasıydı bu belki de, zira o dehşet sahnesinin ardından sofraya gelen bol kekikli kavurmayı hiçbirşey olmamışçasına keyifle yerken kendimden de saklanırdım. Belki de bu yüzden geceleri tehlikeli balkona çıkıp danaları kovalayan bostancı fantazisiyle kendimi korkutarak cezalandırıyordum, kimbilir?

Küçük odada, soldaki divanın dayandığı duvarda anneannemin duvar saati asılıydı, anahtarla kurulan bir duvar saati. Divanın üstüne çıkıp öyle yetişebiliyordu annennem saate. Cümle kapısının koskocaman anahtarının küçük bir kopyası olan saat anahtarını porselen kadranın tam ortasındaki yuvaya sokarak sağa doğru tıkır tıkır çevirmek gerekiyordu kurmak için.

Nedense, bu saatin zamanı doğru, hatta dakik göstermesi anneannem için bir gurur meselesiydi. Hemen divanın yanında duran etajerin üstündeki Grundig marka radyodan ana ajans takib edilir, ajansın saat başlarında verildiği ölçü alınarak duvar saatinin dakikliği test edilirdi sürekli.

- Nermin, bu saat gene bugün 2 dakika geri kaldı, kızım şu saatçiye söyle, gelsin baksın, olmaz ama bu kadar, aaaaaa!

Nermin teyzem, zarif, şık, soylu görünümlü bir kadındı, hiç evlenmedi o. Anneannemle birlikte yaşadılar, Nazire’nin en küçük kızı zaman içinde annesiyle yer değiştirerek anneannemi evin küçük ve kaprisli kızı olmaya terfi ettirdi bilmeden, bilseydi gene yapar mıydı, emin değilim. O eğlenceli, şefkat dolu, toleranslı Nazire, Nermin teyzeme o kadar sudan sebeplerden kaprisler yapardı ki, teyzem belki de şaşkınlıktan refleks cevaplar verir, annesinin anlamsız ve biraz da acımasız taleplerini sorgusuz sualsiz, hani ha gayret zevk alarak yerine getirirdi sonsuz bir hoşgörüyle.

Nermin teyzem hayatını yaşamadı hiç, hep başkalarının hayatını yaşadı, bunu kendisi mi seçmişti, ona dikte mi ettirilmişti, neden itiraz etmemişti, bunları bilmek mümkün değil, ama neticede kendi hayatını yaşayamayan Nermin teyzem, genç yaşında kendisini de terketti zaten, Alzheimer denen barınağa göç etti ve bilmediği bir kişi olarak da hayatı terketti. Nermin yumuşak, hoşgörülü demekmiş, isim anlamı bakımından, anneannem gene nazire yapmış, ama sonucunun böyle olacağını bilseydi yapmazdı demek geliyor içimden. Kızının ismini böylesine, kendinden, kendisine sunulan hayattan dahi vazgeçecek ölçüde acımasız neticeler ve beyhude bir hayat yaratacak bir özveriyle yaşayacağını bilseydi, başka bir nazire yapardı, evet evet, bilemedi, ölçü kaçtı...

UYANANLARIM VI. BÖLÜM

Komşuları kısaca tanıdıktan sonra anneannemin koskocaman anahtarla açılan koskocaman cümle kapılı koskocaman evinin içine girelim.

Kapının eşiğinden sağ ayakla giriyoruz ve hemen kapının arkasında , sağda duran ayakkabılığın alt rafındaki terliğimizi giyip, ayakkabılarımızı da üst rafa koyuyoruz, eğer altları temizse elbette. Altları temiz değilse, ayakkabı altlarını temizlemek üzere tahsis edilmiş muhtemelen kenarı oyalı bir bezle altları silindikten sonra yerleştiriliyordu.

Terlik soyunmaktır
Sokağın tehlikelerinden
Hem giyinmektir
Evin huzur ve konforunu

Terlik eve gelmektir
Terlik durağa varmak
Varmakla kalmayıp
Beklenen otobüsün hemen gelmesi
Biran evvel binilip
Üstelik de biletçinin karşısında yer bulmaktır

Ev annemiz
Otobüs hayatımız
Biletçi babamız
Terlik duygularımız
İçinde biz....

Ayakkabılığın hizasından bir merdiven mutfağın ve hamamın sağda, bahçe kapısının ise karşıda olduğu sahanlığa iner, koskocaman evin koskocaman demir anahtarlı cümle kapısının tam karşısından ise evin giriş katına “çıkan” merdivenler,ne komik, girişe çıkan merdiven, oysa kapıya inen merdiven de olabilirdi, ama burada ana hedef eve girmek demek ki, ne sıcak, ne şefkatli... eğlenceli de aynı zamanda, o merdivenlerden evden çıkmak üzere indiğimde hep özel izinle kuralları çiğneme ayrıcalığına sahip özel birisi gibi hissederdim kendimi, eğlendiriyordu o ev beni.

Bu merdivenlerin çıktığı sofa ortada, sağda önce tuvalet, yanında bahçeye bakan küçük oda, karşıda da iki merdiven, biri aşağıya mutfak sahanlığına inen, diğeri ise üst katlara çıkan. Damdaki Kemancı’da Tevye’nin hayal ederek Tanrı’dan zenginlik simgesi olarak istediği üç merdivenli ev şarkısı, hani şu biri aşağıya inen, biri yukarıya çıkan, diğeri ise hiçbiryere gitmeyen, sadece gösteriş için olan üç merdiven, bana hep anneannemin evini hatırlatır. Küçük yaşlarımda ablam beni Atatürk Kültür Merkezi yanmadan evvel gösterime giren Damdaki Kemancı müzikaline götürdüğünde Tevye bu şarkıyı söylerken aynı anda anneannemin evini düşünüp”o evde hiç üç merdiven yanyana yoktu, acaba sandığım kadar görkemli bir ev değil miydi” diye bir tereddüt yaşadığımı hatırlıyorum.

Bugünkü bilgi ve duygularımla oysa, diyebiliyorum ki, “gösteriş” olarak elit sınıfına etiketlediğimiz nice artık kaybolmuş, silinmiş detayların arasında mütevazi ama hayali bile hala gülümseten gerçek anılar duygularımızı ve egomuzu esas parlatanlar. Kaybolan, yiten gösterişler ise ucuz varaklardan yapılmış geçici pırıltılar, varak dökülür ve altında çaresizce saklanmaya çalışan sıradanlık kendini saklayamaz hale geldiğinde belleğin “hatırlanmayasılar, unutulasılar” çekmecesinde büzülüp kalırlar. Bu kadar uzun tarif ise vaktiyle uğraşa didine giyinme cesareti gösterdikleri o ağır “gösteriş/caka” kostümünün hatırına sarfedilmektedir tarafımdan. Emeğe saygı adına yani!

Bahçeye bakan küçük odada soba yanardı, kocaman kapısı bu yüzden hep kapalı tutulmalıydı, borusu tütmemeliydi küçük odadaki sobanın, ateşi geçmemeliydi, ama ateşi de sönmeden uyunmamalıydı, ya uykumuzda soba borusu tüter de bizi uyanılmayacak uykuya götütüverirseydi Allah muhafaza. Küçük odanın küçüklüğüne zıt orantılı büyük ve sayıca fazla kuralları vardı ve hepsine de harfiyen uyulurdu.

Küçük oda üç tarafı pencereli, giyotin çerçeveli, çerçevelerin üstünde anneannemin sabun kuruttuğu bir oda idi. Karşılıklı sağ ve solda birer divan vardı. Sağdaki divandan Leman ablanın evi, soldaki divandan ise Sabire Hanım’ın bahçesi gözükürdü, karşıdaki pencerelerden de aşağıdaki bana kucağını açan bahçemiz ve karşıda da Mühübaanım’ın bostanı.

UYANANLARIM V. BÖLÜM

Bahçenin sol köşesinde, bahçeye açılan kapı ile tam karşısındaki, gövdesine fulbahri dolanmış leylak ağacının arasında, bir tahtaperde vardı. Tahtadan perde mi olurmuş sorusunu, cevabını bulamayacağımı anladığım, o tahtaperdenin raylara oturmadığını, sağa sola çekiştirilemediğini keşfettikten sonra belleğimin cevapsızlar bölümüne koyarak “kabulleniş” tecrübeme bir yenisini daha eklemiştim.

İşte bu tahtaperdenin de sol kenarında bir kapı vardı, kapı bizim bahçeden açılıp kapanıyordu, yani anneannem istediğinde açılıyor, istemediğinde ise kapanıyordu, bu bana hep aslında yandaki evin de anneannemin kontrolunda olduğu gibi bir his verirdi ve bu sebeple yan komşuların nezaketle tolere ettikleri bu davranışı kendi kendime ancak böyle izah edebilirdim. Sonraları bu kapının açma-kapama mekanizması çift taraflı olarak değiştirildi ama ne onlar kapattılar, ne de anneannem, kapı çift tarafında kullanılmayan kulp ve kilitleri olan komik ve işlevsiz bir dekor olarak yer almaya devam etti tahtaperdede.

İşte o tahtaperdenin arkasında, bizim eve bitişik Sabire Hanım’ın evi vardı. Sabire Hanım Denizli’liydi ama İstanbul Karagümrük semtinin Keçeciler mahallesinde iki büyük kızı Nezahat ve Vesile evli, isimleri Ayten, Zehra ve Tahir olan üç bekar çocuğuyla anneannemin komşusu olan Sabire Hanım bütün ruhuyla Denizli’de kalmıştı aslında. En çok da konuşması.. Bana göre çok eğlenceliydi kelimeleri telaffuz edişi ve konuşma melodisi. Evet, aynen böyleydi, “eğlenceli”! Çocuk olmanın büyülü bilgeliğinin bir diğer ürünü bu işte. Yetişkin olunduğunda belki de “alay” ya da “küçümseme” olarak algılanabileceği kuşkusuyla farklı konuşan/davranan kişiler karşısında içimizden kahkahalar atarken en ciddi ve anlayışlı tavrımızı takınmak mecburiyetimize patetik bir tezat teşkil eder çocukların “eğlenceli” bulma ve bunu özgürce gülerek, o insanı keyifle dinleyerek, o insan geldiğinde sevinçle karşılayarak verdikleri tepki.

Ne oluyor da kendi kaybettiklerimizi özlerken bir yandan, diğer yandan büyük bir özen ve inatla kendi çocuklarımızın da bu büyülü bilgeliği kaybetmeleri pahasına onları “eğitmek” adı altında doğallıklarını yapay sosyal kalıpların içine hapsedebiliyoruz. Hiç mi dönüp bakmıyoruz kendimize, özlediğimiz duyguların çocuklarımızda aynı saflık ve doğallıkla varolduğunun hiç mi farkına varamıyoruz. Belli ki evet, maalesef evet, hiç göremiyoruz.

Sabire Hanım’ın da evi üç katlıydı ; anneannemin evi gibi. Onların en üst katı ama terastı, ya da balkondu, üstü açıktı yani. Oysa bizim evin en üst katı çatı idi, tavanı üçgen ve alçak hafif, içinde birkaç eşya, önünde ise tahta korkuluğu oymalı “tehlikeli balkon” vardı. Anneanneme göre balkon çoktan çürümüştü ve Allah korusun oraya birisi bastığında çökecekti. Öyle cezbederdi ki bu beni.

Bostan sahibesi Mühübaanım’ın bostancısını, lahanaları yiyen danaları sopasıyla kovalamasını seyredebilmek için tehlikeli balkona çıkıp beklediğimi hayal ederek, kendimi en çılgın korku fantazimin içine atardım geceleri teyzemin koynunda, pilavı yapılamayacağına karar verdiğim “pirinç karyolada” yatarken. Teyzemin sıcaklığı ve pirinç karyolanın güvenli rahatlığının kucağında gizlenmişken bu kendi eserim olan korku filmini seyretmeyi adet haline getirmiştim.

O çocuk halimdeyken bile kendi yarattığım korkuyla alay edebilen ben, ne oldu da bunca yaşayıp tecrübelendikten, kendi gücümün yaşayarak farkına varabildikten sonra, bu yaşımda kendi yarattığımın bile farkına varamadığım korkularımın arasında titrer buluyorum kendimi. Büyümek denen şey aslında bilinen, daha doğrusu hatırlanan ilahi gerçeklerin hafızadan silinmesine verilen isim mi? Bilge doğuyor ve büyüdükçe aklımıza hükmedecek kalıcılıkta dimağımıza, ruhumuza zorla yerleştirilen kalıp kandırmacalar yüzünden bu bilgelik ipuçlarını teker teker kaybediyor, günün koşullarına göre birilerinin karar verip değişmez kurallaştırdığı “sözde doğrular”ın yapay kucağında, bildiklerini hatırlaması engellenmiş “eski bilgeler” olarak devam mı ediyoruz hayatımıza? Buna devam etmek denirse! Aslında kişisel gelişim olarak geri gitmekteyken istemediğimiz ya da kontrol edemediğimiz bir istikamete sürüklüyor muyuz hayatı. Sonra bir gün, hani şu hep dillerde dolaşan “içimizdeki çocuk”, bana göre ise unutturulmaya ve saklanmaya zorlanan bilgelik ortaya çıkıyor. O zaman da evrenselleştik, geliştik, mükemmelleştik gibi kandırıkçı ezberlerle mi ifade ederek aynı aymazlığı devam ettiriyoruz?

Yaşlandıkça çocuklaşmaktan bahsedilir ya hep, peki bu iki eşsiz “bilgelik” yani çocukluk ve yaşlılık arasına sıkıştırdığımız ya da yaydığımız “ömrümüz” neden bambaşka bilgilerle geçirilmesi gereken bir zaman? Başlanılan noktadaki algılama ve formata geri dönülüyor madem hayatın son devresinde, arada yaşananların rolünü nasıl tanımlayacağız? Cevabı olmayan bir soru daha...

UYANANLARIM IV. BÖLÜM

Bahçenin sağ köşesinde Leman Abla’ların evi vardı. Leman ablayı anneannem çok severdi, bu yüzden komşuluktan, özel sevgi bağı sebebiyle, adeta ailenin bir parçası olmaya terfi etmiş Leman ablanın evinin arka küçük avlusu bir merdivenle anneannemin bahçesine bağlanmıştı.

Leman abla sarışın, bembeyaz tenli, çakır gözlü, ufak tefek ama kıpır kıpır bir kadındı. Aslında koca kadındı ama annem ve teyzem ona “Leman abla” dedikleri için ben de ona abla diyordum çocukluğun vazgeçilmez ezberine uyarak. Bu “anne-baba”yı kayıtsız şartsız taklid etme bilgisi hafızama nasıl yerleşip yapı taşlarımdan birisi olmuşsa, ilerleyen yıllarda büyük oğlum Ömer henüz iki yaşında iken küçük oğlum Emir doğduğunda onu minnacık bir “abi” yapmış olmam cürmü ile beni kibarca suçlayan aile büyükleri

- Aman, Ömer’in yanında bebeği fazla sevme, hatta şikayet falan et, çocuk sarsılmasın, kıskanmasın, üzülmesin..

buyurduklarında,

- Siz ne kadar yanlış modeller çiziyorsunuz, elbette bebeği seveceğim, hem de özellikle Ömer’in yanında sesli seveceğim. Hayır, sizlerle inatlaşmıyorum, demek istediğim, bu çocukların modelleriyiz biz, benden gördüğünü önce “taklid sonra da tavır” edinecek ve kardeşini sevmeyi de benden ve babasından ve, ikna olursanız eğer, sizlerden öğrenecek..

dediğimde burun kıvırıp hatta biraz da “ukalalıkla” itham etmişlerdi beni sessizce. Ben ise, bu fikir ayrılığından birkaç hafta sonra, mutfakta bir işle meşgul iken Ömer’in hemen mutfağın yanında olan bebeğin odasından gelen şu sözleriyle haklılığımın gururunu yaşamıştım:

- Aman da uyumuş da güllere mi boyanmış, şeftali miymiş, canı mıymış?

Ömer, Emir’in karyolasının kenarına tırmanmış, ve henüz uyanmış ve onu gülen gözler ve kıpır kıpır oynayan kollar ve bacaklarla izleyen kardeşini hatırlayabildiği “benim cümlelerimle” seviyordu.

Nereden nereye atladım, evet, annemi birebir taklid ederek annemin bile abla dediği anneannemin komşudan “aileden biri” olmaya terfi ettirdiği “Leman abla”yı çok severdim. Bahçenin beni sarmalayan güvenli özgürlüğünde çok tanıdık ve sevgili bir köşetaşıydı Leman abla. Çakır gözlüydü demiştim ya, bu çakır göz tuhaf birşey, içinde yakamozlar var, hele ki Leman abla gülüyorsa, mutlaka gözlerinden yaşlar gelirdi, gözyaşlarıyla yıkanan o çakır irisler ise yaşlarla beliren kırmızı damarlarla renklenen gözlerin ortasında denizin içinde bizi şaşkınlığa düşürecek canlılıkta parlayan çakıltaşları gibi sürpriz renklerle yanıp sönerdi. Kendi gözlerimin çakır olmadığını öğrenmeme rağmen, bir ümit, gülerken ağlayamayan ben, ağlarken aynanın karşısına geçip kendi gözlerimde o pırıltıları bulmayı ümid ettim uzunca bir süre. Parlamadı o çakıl taşları benim gözlerimde.

Leman ablanın üç çocuğu vardı, kızı Güner, oğulları Cemalettin ve Fehmi. Bu üç çocuğun babası ve Leman ablanın kocası da Asım Efendi. Nedense “abla” denilen Leman’ın kocası Arnavut Asım, ne Asım Bey, ne Asım abi olabilmişti. Bunun arkasındaki hikayenin ne olduğunu hala daha tam bilmemekle birlikte hafızamdaki silik bir hatıra ve onun cılız cızırtılı sesi şöyle bir kayıt sunuyor bana sanki. Asım efendi aksi bir insan, huysuz, Leman abla anneanneme kısık sesle birşeyler anlatıyor, çocukların yanında bazı şeyler konuşulmaz ya, çocuk duymasın diye konuşmanın ses düğmesi birden kısılır ya, ve işte tam da bu sebepten çocuklar seslerin alışılmış frekanstan aşağı inmesine hemen dikkat kesilirler, o ana kadar takip bile etmedikleri, sadece tanıdık bir gürültü olarak çevrelerine sarmaladıkları konuşmayı bu volüm değişikliği sebebiyle “dinlemeye” başlarlar ya. En azından ben böyle yapmış olmalıyım ki, Leman ablanın küçük harflerle anlattıklarını dinlemişim demekki, bunlar onu üzmüş şeylerdi ve üzen de kocasıydı. Bugün düşündüğümde ise, Leman ablayı üzüyor olması sebebiyle Asım, “Bey” liğe ya da “Abi” liğe layık görülmüyor, ama belki Leman ablaya daha yumuşak davranmasına duygu vesilesi olur düşüncesiyle, ters empatiyle belki, “Efendi” sıfatı biçiliyordu üstüne. Demiştim ya, anneannemin adı Nazire idi, hayatı da “nazire” yaparak yaşadı, tam da annesinin ona uygun gördüğü ölçü ve formatta.

Leman abla bana tavuk kümesini hatırlatır, kümesteki horozu, kümesten yumurta toplamayı, bir de hindi kabartmayı:

- Kabaraaaamazsın kel Fatmaaaaa, anneeeen güüzel sen çirkiiiiin

Sahiden de hindinin karşısına geçip bunu söylediğimde, daha ilk seferinde bile, kabarmıştı hindi. İlk denememde başarılı olmuştum, tek hareketle neticeye varmıştım, müthiş bir kadındı bu Leman abla, güldüğünde gözlerinden yaşlar gelen, gözlerinin içinde yakamozlar parlayan, aksi ve huysuz Asım efendi’nin karısı, anneannemin arkadaşı, annem teyzem ve benim Leman ablamız.

UYANANLARIM III. BÖLÜM

Anneanneme dönüyor tekrar dimağım. Anneannemin adı Nazire idi, ama nüfusunda “Ayşe Sıdıka” yazıyordu, bu muamma hiçbir zaman çözülmedi. Kendi ifadesine göre doğduğunda annesi “adı Nazire olsun” demiş, anneannemin annesi naiv ve hasta bir kadınmış genç yaşına rağmen, kimbilir, belki de kızını, bebeğine erken veda edeceğini hissederek kendi yansıması olarak, “nazire” olarak birakmak istedi hayata, nazire yaptı kızına bu ismi koyarak kadere,

- Ey hayat, sen beni erken gönderiyorsun ya, al sana bir tane daha benden, üstelik adı da Nazire, anlayana......

dedi belki... Hayatı erken terkedişinin şuursuz bilinci içinde bu ayrılığı kendince bu isimle mi protesto etti ve hayata meydan okudu, bilinmez, ama nedense büyükleri küçük Nazire’nin adını kayda “Ayşe Sıdıka” olarak geçirmişler. Onlar bu konuşulmayan kader ayrılığını farklı isimle değiştirebileceklerini sandılar belki, ama anne “Nazire” sini ve hayatı pek erken terkettikten sonra bu çaresiz kabullenişi, bebeği Nazire olarak çağırarak dile getirmişler besbelli.

Anneannemi teyzesi büyütmüş, Nazire diye çağırmış, herkes de öyle bilirdi zaten. Nüfus kayıtlarına bile “nazire” yaptı anneannem hayatı boyunca.

Çok doğal bir komedyendi anneannem. İnsanların isimlerinden etkilenip buna göre bir kişilik ve yaşam haritası/felsefesi geliştirdiklerine her gün biraz daha inanır oldum.

13 yaşındayken Hayri Bey’le evlendirmişler Nazire’yi. Hayri Bey anneannemden yaşça çok büyükmüş ve iki de çocuğu varmış, dulmuş Hayri Bey ve hastaymış da zaten. Çocukluğumun geçtiği o koskocaman anahtarlı koskocaman evi Hayri Bey yaptırmış. Hasta olduğu için hep yatarmış, anneannem de onun hemen yanıbaşında yer yatağı yapar orada uyurmuş nedense? Anlatırdı anneannem,

- “Nazire Hanım, siz bana pek güzel bakıyorsunuz, Allah sizden razı
olsun” der, eğilip saçlarımı, yüzümü okşayarak teşekkür ederdi
bana.

Henüz 13 yaşında olan Nazire, evlendiğinin hemen ertesinde sokakta diğer yaşıtlarıyla ip atlamaya devam ederken, kendisine “uygun bir dille” artık evli bir kadın olduğu ve sokakta oynayamayacağı söylendiğinde, ismini hakkını vererek taşıyan ve yaşayan Nazire buna da “nazire” yaparaktan

- o zamanlar zaten Lütfiye’ye (en büyük teyzem) gebeymişim, iyi ki ip atlamaya devam etmemişim, Allah muhafaza düşüverecekmişim Lütfiye’mi”

diyerek hem hayata 13 yaşında “kadın” edilmenin nispetini yapıyor, hem de Hayri Bey’in teşekkür okşamalarının hangi sınırlara kadar gidebildiğini de “hınzır” bir şekilde anlatmış oluyordu bizlere, ömür kadındı! Küçücük dünyasında öyle büyük bir hayat yaşıyordu ki, büyük hayatlarda küçücük kalmış birsürü insana inat. Kısıtlı gelişimini öyle güzel hazmetmiş ve öyle zengin yansıtır hale gelmişti ki, hayatla gerçekten de annesinin ona verdiği isim gibi tatlı bir nisbet, nazire boyutunda dokunuyorlardı birbirlerine.

Nazire 13 yaşını sürerken anne olmuş, Lütfiye’yi doğurmuş. Anlatırdı bize,

- Lütfiye’yi emzirdikten sonra bahçeye çıkardık, elma ağacının altına kalın bir keçe, keçenin üstüne de bir battaniye serer, kundaktaki bebeği oraya yatırırdım, ben de ağaca tırmanıp elma toplardım, süt olurmuş, öyle demişlerdi (yalan vallahi, onun canı oyun oynamak, ağaçlara tırmanmak istiyormuş besbelli), ben ağacın dallarından elmaları kopardıkça dallar ve yapraklar sallanır, Lütfiye de gözlerini kırpıştırırdı, pek eğlenirdik...

İlerleyen zamanlarda, Nazire kendisine bahçede bir salıncak yapacak, artık palazlanmış Lütfiye’yi de kucağına oturtup salıncakta “kolon vurarak” sallanacak, Nazire her “kolon vurduğunda” Lütfiye çığlıklarla karışık korku heyecanıyla süslenmiş kahkahalar atacaktı. Birlikte büyümüşlerdi Nazire ve Lütfiye anlayacağınız.

Anneannemin o koskocaman kapısı koskocaman anahtarla açılan koskocaman evinin çok da kocaman olmayan bir bahçesi vardı. Küçük değildi ama sarmalayan ruhuyla beni gökyüzü ve toprak arasında açıkhavada kucağına alan bir bahçeydi. İki setten oluşuyordu ve üç yanı evlerle çevriliydi, tam karşısı ise mahallenin saygıdeğer hanımefendisi, belki de Salihat-ı nisvandan olan, Mühübe Hanım’ın (Mühübaanım) bostanına sınırdı. O zamanki bedenime göre omuz hizamda bir duvarla belirlenmişti bu sınır ve yığma taşlarla oluşturulmuş bu duvarın diğer yanından başlayıp Vatan Caddesi’ne kadar devam eden bu uçlu bucaklı ama ona rağmen “sonsuzluk hissini” bana ilk tattıran bu bostana danalar girer miydi, ben en çok bunu merak ederdim. Mühübaanım’ın bostancısı da vardı. Bostancının o danaları sopasıyla kovaladığını hayal ederdim bostandaki lahanalara bakarken, bir taraftan danaların lahana yediklerini belleğime kazırken, diğer yandan da sopayla danaları kovalayan bostancıdan korkardım

UYANANLARIM II. BÖLÜM

Gene dönüyorum anneannemin zamanlarına. O zamanlarda, Karagümrük semtinin Keçeciler mahallesinde üç katlı, bahçeli, ahşap kagir bir evi vardı anneannemin. Bugün edindiğim bilgilere göre kagir tuğla ev demekmiş, ahşap kagir ise hem tuğla hem de ahşapla yapılmış olması sebebiyle zaten zamanının iddialı binalarındanmış anlaşılan. Giriş kapısının, anneannem ona “cümle kapısı” derdi, neyse işte o kapının kocaman, demir, siyah bir anahtarı vardı, ürkütücü ama tok bir ses çıkartırdı kilitte dönerken anahtar, ve o kocaman evin gene kocaman cümle kapısının ahşabı o ürkütücü sesi emer, dışarıya derinlerden gelen, güven verici, bir bariton frekansında, sahiplenici bir şekilde şöyle derdi sanki:

- Hoşgeldiniz, girin içeri, burası çok güvenli, ben olduğum müddetçe içerde emniyettesiniz.

İşte bu koskocaman kapının hemen yanında anneannemin kiracısı Bakkal Hikmet, bana göre Hikmet Abi’ni dükkanı vardı. Hikmet abi belki ve büyük bir ihtimalle aslında o zamanlar 20’li yaşlarındaydı, ama benim için Hikmet abi idi, hem de aslında “Hikmet amca” olması gerekirken malsahibinin torunu olmam ayrıcalığıyla Hikmet abi! İşte o Hikmet abinin dükkanı, anneannemin evini çocuk değerlerimle öylesine önemli yapardı ki... Koskocaman ev, koskocaman kapısı, koskocaman kapısının gene koskocaman siyah demir anahtarı, evin içinde merdivenleri, üstelik inip çıkarken de konuşan merdivenler (evin tamamı konuşuyordu benimle), çok yüksek tavanları, odaların kapıları koskocaman, onların da anahtarları var, o anahtarlar da kocaman. Ben ise daha küçük bir kız çocuğu. Boyutlardan azami etkilendiğim, hayatı ancak “küçükler ve büyükler” olarak kategorize edebildiğim yaştayım, ama her çocukta olduğu gibi bedenimin küçüklüğüne ters orantılı kocaman bir kalbim ve onun içinde zıplayan duygularım, hepsinden daha önemlisi o zamanlar henüz farkında olamadığım büyük algılamamla, yürüyen/yaşayan bir paradoksum.

Şimdi görüyorum ki, aslında bütün çocuklar birer paradoks. Fiziksel ve ruhsal paradoks şöleni çocuklar. Şaka gibi. Çok zekice yapılmış ve her hatırlandığında insanı kalpten güldüren dünyanın en tatlı ve vazgeçilmez şakaları.

İşte bu tarif etmeye çabaladığım “şaka” Derya, anneannesinin kiracısı Bakkal Hikmet Abi’sinin dükkanında keşfettiği Çokella tüpünü de, evvelce anlatmış olduğum aceleyle, bir seferde ağzına alıp, bitirene kadar ağzından çıkartmazdı. O krema çikolatanın ağzında bıraktığı eşsiz lezzeti, çiğnenme zahmetini bile yüklemeksizin, damakta gönüllüce dolaştıktan sonra ağızda tarifsiz bir tad bırakarak boğazdan mideye akışının, o anın ayinsel keyfini bile kaçırırdı. Acele neydi, oysa diğer çocuklar tüpten bir ağız dolusu çikolatayı emdikten sonra tüpü ellerine alır, ağzılarındaki kremayı yavaş yavaş içerde döndürüp boğaza yollama ve damaktaki o muazzam lezzetin tadını çıkartma işlemini ellerindeki tüpü, bir sonraki emmeye karşı yüreklendirmek istermişçesine seyrederek, arada bir de etraflarındaki diğer çocuklara gururlu ve bir o kadar da “acaba kiminki önce bitecek, en son ben bitireyim” kaygısıyla bakarak süslerlerdi bu ritüeli, kiminkinin önce bittiğini söylemeye gerek var mı? Elbette benimki... Hiç ağzımdan çekmeden, bir yandan da dibinden sıkarken çene kaslarımla emerek koordine sömürdüğüm tüp tombulluğunu hızla kaybedip elimde buruşuk ve ihtiyar bir aluminyum levha haline geldiğinde sindirim sistemime yüklenmiş olmakla kalmayıp, hala daha keyifle Çokella’larının tadını çıkartan diğer çocukların yanında, menzile herkesten evvel erişmiş ama aniden olayın aslında yarış değil keyifli bir gezinti olduğunu geç anlamış bir yaban atının hüzünlü yanlızlığında kalakalırdım. Bundan ders alır mıydım? Elbette hayır!

Yaşım 49, bir miktar törpülenmiş olduğunu söyleyebilrim, ama itiraf etmeliyim ki bu kendi irademle ulaştığım bir sonuç değil, sadece ve sadece hayatın kafama vura vura öğrettiği geç kalmış ve henüz hala natamam bir eğitim olarak yer almakta bugüne kadarki yaşam yolculuğumda.

İlerleyen zamanlarda benzer, hatta bazen tıpa tıp aynı şeyleri neden tekrar tekrar yaşadığımıza şaşırıyoruz ya hani! Aslında şaşıracak da fazla birşey yok, öğrenene kadar yaşamak zorundayız. “A” harfini düzgün yazana kadar yazdırılmak zorunda bırakılıyoruz. Bunu anlamak A harfini ilelebet düzgün yazma alışkanlığını yerleştiriyor mu sistemimize, bilemem, bunun cevabı hala daha o harfi yazmak zorunda olup olmadığımızda! A harfi burada sadece bir semboldü gerçi, ama hoş bir “tesadüf” olmuş alfabenin ilk harfi olması bakımından, bunu derhal kullanıyor ve demek istiyorum ki, kimilerimiz “b” harfine bile ilerleyemiyor, kimilerimiz “g” de takılıyor, kimilerimiz ise “z” harfini dahi erken dönemlerde halledip başka alfabelere geçiyorlar.

İmrendim diyemeyeceğim, olay “geçmek, ilerlemek” olduğunda genetik bir şifre olduğundan kuşkulandığım “hayatımın duraklarını biran evvel ziyaret etme” dürtüsü derhal uyuduğu yerden kalkarak beni kuşatıyor, işte gene geldi, kollarındayım onun! Ama artık şikayetçiyim bu içgüdümden, bana sadece “git, durma, koş, onu da bitir, bir sonrakine yetiş!” diyor. Tamam yapacağım bunları,yapıyorum da zaten, ama artık bilmek istiyorum, ya bir gün artık gidecek hiçbiryer, yapacak hiçbirşey, yetişecek hiçbir olay, varacak hiçbir durak kalmazsa, o zaman bu içimde beni sürekli dürtükleyen içgüdüm belki de huzurlu bir uykuya geçecek ve ben yapayanlız ve çaresiz mi kalacağım? O zaman da, beni bilmediğim yeni bir açılımın “başlama noktasına” mı bırakacak, yoksa bıraktı mı bile? Ah benim sabırsız ruhum, huzurlu sabırsızlığı kendine şiar edinmiş benliğim, ondan öyle tatlı şikayetçiyim ki!

Bu bir kitap olacaktı - UYANANLARIM.1. Bölüm..

Bildiğimiz köy meydanı,
Çok tanıdık
Çok bildik
Hayat Bilgisi kitaplarından
Biraz da eski Türk filmlerinden

Çok bildik bir yabancı, çok derinlerde kalmış
Günlük hayatımızın
Şehrimizin gürültüsünün altında
Gizlenmiş, sinmiş, ama ölmemiş

Uyandı bu sabah, demli çay, zeytin, peynir, nane, domates eşliğinde tanıdık bir kahvaltı uyandırdı o taa derinlerde uzunca zamandır süregelen uykudan keyifle, esneyerek, gerinerek uyandı. Anneannemin kahvaltısıydı önüme gelen ve yüreklendirdi adeta eskiyi, eski sıfatını gururla taşıyan ama asla eskimemiş olan hatıraları, o günleri, alıştığım, sevdiğim, kendimi iyi hissettiren, hayatın enfes bir serüven, sonsuz bir keşif ve eğlenceli bir oyun olduğunu düşündüğüm yaşlarımı, hepsini yüreklendirerek, sırtına cesaret vuruşları, yanağına sevgi dolu bir öpücük, saçlarına yumuşacık bir dokunuş kondurarak uyandırdı. Çok güzel bir şeye uyandım bu kahvaltıyla.... Gülümsüyorum, sadece mimiklerimle değil, tüm duygularım, kalbim, ruhum ve onların yansıması olan gözlerimle, yani toplamda gülümsüyorum keyifle....

Eskiye olan özlemin sebebini düşünmek istemiyorum, “eski”yle tekrar buluşmanın ve o tanıdık, vefalı, tatlı geçmişe ait görüntülerin biryerlerde varolmaya devam ettiğini görmenin keyfini çıkartmak istiyorum.

Çok keyiflendiğimde bu keyfi arttırmak için ek birşeyler daha yapma telaşına girerim bazen. Bu telaş kimi zaman o kadar komik sonuçlar doğurur ki, debelenmekten kaçırdığım “an” a üzülmektense, kaçırma sebep ve sürecinde yaptığım şeylerin gülünçlüğünün tadını çıkartmayı tercih ederim, işte bu da “an-mekan”ın vermiş olduğu mayhoş “kayısı pestili” tadındaki huzurun bir toleransıdır bana göre.

Kayısı pestilini anneannem yedirmişti bana ilk. Henüz daha damak tadımın “bunları yemeli ve büyüyüp gelişmelisin” lerin lezzetsizliğinde emeklediği dönemdi, hepimizin çocukluğunda muzdarip olduğu, hani şu “çok besleyici sütün kaymağını” zorla yutmaya çalışırken korka korka öğürdüğümüz zamanlar, işte o zamanlara ait duygularım, hatıralarım, olaylarla, seslerle, lezzet/sizlik/lerle, kısaca beş duyuyla direk ve doğru orantılı idi.

O mayhoş ve bol aromalı lastik dokusundaki “pestil”i zorlanarak ısırdıktan sonra ağzımın içine yayılan ve güzelliğiyle beni afallatan lezzeti unutmam mümkün değil. Hiç beklemediğiniz bir anda, büyük bir doğallıkla peri kızı ya da peri padişahının oğluyla karşılaşmak gibiydi.

İşte bunun içindir ki, anılarımın, zaman mekan ve beş duyuyla giyinmiş olmasındandır ki, anneannemin evini, orada geçirdiğim günleri, ezcümle anneannemi unutmam mümkün değil. Tuhaf gelebilir bu “unutmam mümkün değil” ifadesi, doğru, banada tuhaf geldi, düzeltiyorum, anneannemi hatırlamadığım gün yok. Bu daha anlamlı oldu.

Birgün bunları yazacağımı içimde bir “bilen” vardı, arada bir başını hafif doğrultup fısıldıyordu bana, benimse bir kulağım duyuyor, diğeri hayret ve keyiften biraz evvel anlattığım telaşa düşerek komik debelenmeler yaşıyordu, ve günün sonunda ben gene biri duymuş, diğeri duymuş ama keyif sabırsızlığından tescil edememiş kulaklarımdan bana “eksik” olarak ulaşan bu bilgiyle tarifisiz bir sevinç ama aynı zamanda meçhul bir bekleyişle kucağım boş, kalbim dopdolu, ellerim sabırsız, dağarcığım ikircikli, kısaca hoş ama karışık duygularla kalakalıyordum. Bakalım bu sefer bu süreç dairesini tamamlamış mı, bakalım bu sefer artık bu işlem sistemim tarafından kayda alınmış ve tepsi içinde bana gelmiş mi?

Minik bir defter var yanımda, bir çeşit not defteri, bense kalkmış tepsidekileri bu minnacık şeye dökmeye başlamaktan bahsediyorum.

Yeşilyurt’dayım, Kaz Dağları’nda. Yanıma defter alamadım bir sebepten, son anda durduğu yerden “gözümün içine bakan” bu küçük defter zorla çantama attırdı kendisini. Duyan kulağım devreye girdi ve bu seferlik idareyi eline aldı sanırım. Bu kadar uzun zamandır biriktirdiklerimi aktarmak için ala ala böylesine minik bir defter almam ironik, biliyorum...

Hayatım boyunca bile bile uyguladığım, terbiye etmek için hiçbirşey yapamadığım “sabırsızlığım”a yeni bir sınav olsa gerek bu.

- Çok mu istiyorsun yazmayı, o zaman bari bir kez, aceleyle koşturmak yerine daha sabırlı başlamayı böyle öğreteceğiz sana! Önemli olan biran evvel bitirmek değil, esnasında tadını çıkartmaktır.!!!!

Doğru, hem de çok doğru! Bunu öğrenmem lazım.

Devam ediyor.....

EREN




FOR EREN

Standing with you at Troy remembering Homer’s tales
And hearing some phantom clash of sword on shield.
Or standing in those heartless trenches of Gallipoli,
Our mutual tears remembering those young men of long ago.
Shared emotions in altered states of consciousness
Brought on by wine and some shared state of insight.
I can’t believe we’ll talk no more dear friend but I’ll remember,
Ah yes, I’ll remember.
Sunlight on the Bosporus, sparkling like that twinkle in your eye
That roguish smile beneath your gypsy locks.
Softness in the evening, an Istanbul of misty remembrance,
Some sultan’s palace on a hill.
Reminiscences of words, poetic in prose and passion
Phrases that lit the fires of imagery in our hearts,
Bringing place and time to the heart of consciousness.
I’m touched by a sense of wonder at the things that come to mind
And touched by just how deep our friendship was.
I’ll miss you always but in the tears are gladness that I knew you
And that special place I’ll always keep, the heart that is a friend
The heart that always lives no matter what the end.

Anthony Quigley
April 2003

Eren'in anısına yazılmıştı....