24.12.2010

YANLIŞ GECENİN YILDIZI

Televizyonun karşısında ayaklarını uzatmış, yanında kahvesi, elinde kumandası, her ihtimale karşı gene yanıbaşından ayırmadığı kitabı, hep birlikte yayılmışlardı kanepeye. Bir saat evvel telefonuna gelen mesajı yirmidört kere okumuş olması bile, mesaja cevap yazmamış olmaktan dolayı kendini kutlamasını engellemiyordu. Hatta mesajı bir kez daha açıp okudu “Yıldızlara anlatıyorum ama seni bulamıyorlar, lütfen anlatmama izin ver.” “Yirmibeş” diye geçirdi içinden. Bütün kanallarda aşk filmleri vardı ve o bir süredir, ama özellikle de bu akşam aşka dair hiçbirşey duymak, izlemek, hatırlamak istemiyordu. Evet tamam dışarda yağmur ve fırtına vardı, evet tamam yalnızdı, hatta güzel ve alımlı olmasına rağmen yalnızdı, ama istemiyordu ne aşk, ne meşk, "AYYHHH" deyiverdi.

“Ayyhhh”ın ardından belleğinin içinde hapis kaldı, kendi hafızasının kumandası elinde değildi ki, aklı uçuvermişti o geceye işte. Lanet olsun.

Tek başına geçireceği tatilin huzursuzluğundan, sımsıcak bir ev havasında olmasına özen gösterilmiş ve bunda da gayet de başarılı olunmuş pansiyonda uyuduğu ilk gecenin sabahında terasta hazırlanmış “anneanne sofrası” görünümündeki kahvaltısını denize nazır yaparken kurtulmuştu. Cırcır böceklerinin eşliğinde geçirdiği gece deliksiz bir uykuyla taçlanmış, başarıyla ve vukuatsız bir şekilde sabah olmuş, tek başına olması henüz hiçbir rahatsızlık yaratmamıştı. İpi göğüslemiş gibi hissediyordu kendini, hele ki kahvaltının üstüne yudumladığı nefis kahvenin fonuna yayılmış şahane deniz manzarasının karşısındayken.

Deniz-güneş ve kitap üçlüsünün esiri olmaya gelmişti ama bunu mümkün olabilecek en sakin ve bakir şekilde yapmak istiyordu. Yalnızlığını saklamak içgüdüsünü kontrollü bir şekilde bastırma stratejisinin zayıf halkasıydı bu durum. “Pardon, şu malum ‘beach’ler ya da ‘tekne turları’ dışında şöyle gönlümce ve sakin deniz-güneş yapabileceğim bir yer var mı bildiğiniz” diye sormuştu Kubilay Bey’e. Dün gece pansiyona vardığında eşiyle birlikte her konuda yardımcı olabileceklerini söyleyerek hısım sınıfına geçen, göbekli, neşeli pansiyoncu şıppadanak anlamıştı ne istediğini. “Hanım kızım, kapıdan çıkıyorsun, 50 metre ileride mendirek var bak, hem sakindir, hem denizi temizdir, hem buraya yakındır, memnun kalmazsan başka yerleri düşünürüz ama bir dene”.

Mendirekte güneşlenirken taşın üstüne yaydığı havlusunun altına öğleden sonra bir şilte ya da birkaç yastık getirmeye karar vermişti çünkü kıçına batıyordu taş. Bunun dışında her şey tam istediği gibiydi, üç bir yanı deniz, taşlar gayet muntazam, su derin atlamaya elverişli, enfes bir meltem, o ve kitabı, pek keyifliydi. Yüzüstü döndü, bikinisinin arkasını çözdü iz kalmasın diye, kitabına gömüldü. “İyi banyolar” sesiyle irkildi, usturuplu bir şekilde doğrularak sese doğru döndüğünde Beyaz Diziler’in değişmez erkek kahramanıyla karşılaştı. Bronz tenli, ıslak kaslı falan hani. “Teşekkür ederim” diyebildi, ama tedirgin olmuştu. Doğrularak düzgün bir şekilde oturdu, bakmamaya çalışıyordu ama allahtan hem güneş gözlüğü hem de astiğmatı, bakmadığı ve başını çevirmediği yönleri de görmesine yardımcı oluyorlardı. Kitabı sadece arada çevirdiği gözleri okuyordu artık.

Duruma biraz daha alıştıktan sonra bir sigara yaktı, Beyaz Dizi’den fırlamış adam bir şeylerin üstünde tepiniyordu, ayaklarının altı bembeyaz köpük olmuştu. İlgisini çekti, gizlemeden izlemeye başladı. “Sünger bunlar, öldürüyorum aslında şu anda, yani bir katliama tanık oluyorsunuz, hahha” dedi umursamazca. “Ateşinizi alabilir miyim, yok yok sigaranızdan yakayım malum rüzgar.., ellerim de ıslak zaten, ben Ali bu arada” diyerek ağzındaki sigarayı diğeriyle öpüştürürken elini uzattı. “Ben de Emine, memnun oldum”.

Süngerler iyice köpürüp artık tek damla köpük salgılamaz olduktan sonra bir torbaya yerleştirildiler, torba kenarda beklerken Ali suya daldı. Öğleden sonra daha büyük bir katliam başlamıştı Emine’nin huzur denizinin mendireğinde. Bir ahtapot çıkartmıştı Ali, bu kez daha vahşi bir sahne vardı. Ahtapotun önce derisi soyulmuş, ardından da yerden yere çarpılma evresi başlamıştı. Korkudan yüzünü kapattığı ellerinin arasından korku filmi izleyen yaramazlar gibi hissediyordu Emine kendini. Ali de bu durumun şerefine olayı biraz abartıyor muydu ne.

Akşam kıyıda bir balıkçıda karşı karşıya oturmuşlardı, “Emine demek, peki bu Emine kimdir, ne yapar, ne zaman geldi, nerede kalıyor ve ne kadar kalacak?” diye sıraladı Ali sorularını. “Ali demek, bütün gün sırayla denizden çıkarttığı canlıları yerden yere vurarak hunharca öldüren birisine, sen benim yerimde olsan, bu bilgileri verir miydin” diye kıvırdı Emine. Sorularla ve laf ebeliğiyle başlayan akşam devamında içkinin de tesiriyle iyice hınzırlaştı ve lacivert gökyüzünü süsleyen yıldızların sessizliğine, öpüşmelerinin sessizliği karıştı. Birbirine karışan bedenlerden daha bronz olanı o gece “sen bir yıldızsın, aniden çıkıveren ama ilham veren” demişti bir ara. Emine sabah uyandığında yanında yatan adamın bronz bedeni çarşafta vahşice, yakıştırdığı benzetme zihninde tutkuyla parlıyorlardı. “Daha ilk günde yoldan çıktın ya, hadi bakalım” dedi kendi kendine.

Devamında gelen beş eşsiz gün, edepsiz zevk geceleri, soru sorulmayan, ya da cevabı beklenmeyen sorularla kurnazca kurulan cümleler, birbirleri hakkında bedenlerinden başka hiçbir ipucu olmayan bir “anonim hatıra”nın kahramanları yapmıştı onları. Kah Emine’nin pansiyonunda, kah Ali’nin barakasında kalmışlar, birbirleri hakkında isimlerinden ve bedenlerinden başka hiçbirşey bilmeden “gelişine vole” bir keyif paylaşmışlardı.

Emine’nin son gecesinde, deniz fenerine yüzmüş, bileklerine geçirdikleri naylon torbaların içine koydukları biralarını, tenlerinde ışıldayan yakamozları birleştirirken içmiş, ertesi günün gerçeğinden sıyrılmaya çalışmışlardı. Telefonlar kaydedilmiş, iki hafta sonrasında tekrar buluşulmaya kavilleşilmişti.

Emine, televizyondan yükselen jenerik müziğinin şiddetiyle irkildi, sesi biraz kısarak kahvesinden bir yudum aldı ve ağzındaki kahve aromasını yaktığı sigaranın dumanıyla harmanladı. Yirmialtıncı kez mesaja bakmak istedi, tam telefonu eline almıştı ki, telefon ekranında “Ali” yazısıyla titreşmeye başladı. “Yuh”, dedi içinden, bir müddet ekrana bakakaldı, ardından açtığı telefonda “Hayırdır rüyana mı girdim” diyen sesi karşıdan gelen sesle karıştı. Telsiz sesleri, cadde gürültüsü, tanımadığı bir erkek “Emine Yıldız” dedi, “Merkez karakola gelebilir misiniz, ben Komiser Cevdet”.

Karakola giderken kafası karmakarışıktı, yağmur sileceklerden daha hızlı, rüzgar kalbinin ritmine rakip, adrenalin tüm vücudunda dolaşım halinde, aklı ise anı-duygu-öfke-merak ve korku çemberinde esirdi.


İki hafta sonra gittiğinde, pansiyona yerleşir yerleşmez Ali’yi telefonla aramış, cevap vermeyen telefondan hiçbir endişe duymamış ve mendireğe gitmişti. Denizden her çıkışında telefonunu kontrol etmiş, gittiği yalnızlıkta pansiyona geri dönmüştü. Akşam kıyıdaki balıkçıya giderken iyice bronzlaşan tenini daha da parlatacak beyaz bir elbise giymiş, kendince yıldız kılığına girmişti. Girer girmez gördü. Ali, bir masada genç bir kadın ve minik bir bebekle oturuyordu. “Yok artık daha neler Emine” diye kendini yüreklendirerek masaya gitti, önünde durdu ve “süngerler ve ahtapotlar bugün bayram ettiler Bay Canavar” diye laf attı Ali’ye. Kucağındaki bebekle oynayan Ali “Aa Emine Hanım, hoşgeldiniz, sizi eşim Aysun’la tanıştırayım, bu da Kerem’imiz”. Ardından tamamen nezaket klişesi içinde karşılıklı sarfedilen üç beş kelime ve “Afiyet olsun, iyi akşamlar”. Emine seri bir şekilde, arkasını dönerek oturduğu masada ağzına mı burnuna mı yediğini bilemediği salata, balık ve arada yuvarladığı 4 duble rakıdan sonra kalktığında Ali ve “ailesinin” masası boştu.

Karakola girdiğinde, dingin ama ruhen fırtınalı hatıralarından gene telsizlerin cızırtılı sesleri, taş zeminde yankılanan duygusuz ayak sesleriyle kendine geldi.

Boğaz köprüsünde bırakılmış boş bir araba, sürücüsü kayıp, bir tek telefonu elimizde, onda da son arananlarda sizin isminiz olduğundan sizi buraya kadar yorduk Emine Hanım” diyordu Cevdet Komiser.

Emine, hüsranla neticelenen tatilini ertesi gün bitirerek evine dönmüş, kendini salak bir “tatil çerezi” hissettiğinden en yakın arkadaşı Sevil’in kollarına sığınmıştı. Ağlayarak ve kopuk cümlelerle anlatırken Sevil lafını keserek birden “dur dur bir dakika, Bodrum, Kaktüs Çiçeği Pansiyon, mendirek, sünger, ahtapot, Ali, karısı Aysun, bebek Kerem, Emine, emin misin?” demişti. Ondan sonrası tam bir kabustu. Kesik cümlelerle de olsa olayın çerçevesini çizmişti çoktan Emine, hatta çerçeveyi Sevil’in boynuna asmıştı üstelik. Aysun Sevil’in kuzeni, Ali onun kocası, Kerem bebek de Sevil’in aylardır bahsettiği tombalaktı. Berbat bir şekilde sobelenmişti, bilmeden ama bir yandan da bile bile. O akşam bu konuyu bir daha konuşmamaya karar vermişlerdi. Omerta!* Yılların kadim dostluğu böylesi bir kepaze tesadüfü mühürlemeye hak tanıyordu ikisine.

Komiserin karşısında soyunmak istemiyordu Emine. Bir kere Sevil’in karşısında soyunmuştu zaten. Aradan geçen 3 ay süresince Ali aralıklı ama muntazam mesajlar ve açmadığı aramalarıyla o utanç verici çıplaklığını yeteri kadar gözüne sokmuştu Emine’nin. Bir kez daha soyunamazdı. Ayrıca Emine Düzgören olan gerçek kimliği “Emine Yıldız” kayıtlı ismiyle yepyeni bir çıplaklığa davetiye çıkartıyordu.

Komiser Bey, ben size eşinin kuzeninin adını ve telefonunu vereyim, çok dolaylı olarak tanırım kendisini, çok da endişe verici bir durum, ama size daha fazla yardımcı olamayacağım, zira telefonumda cevapsız aramalarda duruyor kendisi, yani bugün konuşmadık hiç” derken mesajlardaki metni görmeyeceklerini, ya da Ali’nin onu yazdıktan sonra silmiş olacağını umuyordu.

Komiser Cevdet Sevil’le telefonda konuşurken Emine ayağa kalktı, komiserden başıyla “gidebilirsiniz” onayını aldıktan sonra karakoldan çıkarak arabasına yürüdü. Direksiyona geçtiğinde bir sigara yaktı, mecali kalmamıştı. Yağmur durmuş, rüzgar bir yandan hafiflerken, bir yandan da gökyüzünü kaplayan bulutları aralamıştı. Yıldız gördü Emine bir tane. Sigarasını söndürdü, kontak anahtarını çevirirken “Yanlış gecenin yıldızısın sen Emine” dedi kendine. “Gittikçe daha da yanlış hem de.”

Derya
23.12.2010