6.12.2010

SOLDAN SAĞA ÜÇ

Uykusunun arasında sol eliyle yataktan destek alarak hafifçe doğruldu, gözlerini açmadan geceliğinin üstüne giydiği hırkayı başından geçirerek çıkarttı, yorganın üstüne attı ve kendini yatağa usulca bırakırken üstünü de biraz açmayı ihmal etmedi. “Hırkayı ters bıraktım, bu iyi bir şey değildi, neyse kalkınca sabah bakarım” diye düşündü. Tekrar uykuya dalabileceğini umuyordu ama, hala düşünebildiğine, hatta caddeden geçen arabaların seslerini duyabildiğine göre, demek ki uykuya dalamamıştı. Yavaşça gözlerini araladı, aydınlıktı, sabah olmuştu. Doğrularak yatakta oturdu, elleriyle saçlarını düzeltti. Sabahları aynada kendini tarla cadısı gibi görmek moralini bozuyordu. Boyamaktan çoktan vazgeçtiği saçları düzgün olduğunda sempatikti belki ama, beyazlayan saç cansuyu çekilmiş gibi taras taras duruyordu, hele taranmadığında, hele ki sabahları.

Yatağın sağ tarafından kalktı, terliklerini giydi, ürpermişti, hırkasını aradı gözleri. Koltuğun üstünde bel yastığı, onun yanındaki sehpanın üstünde gazetenin bulmaca eki , gözlüğü ve kalemi. “Allah Allah nereye koydum hırkamı” diye düşünerek kapının arkasındaki askılığa baktı. Sabahlığı, bornozu, annesinden kalma pembe kapitone askılı kılıf içinde kuran-ı kerim, oradaydılar.Hırka orada da yoktu. Bornozu çekti askıdan ve giydi, yüzünü yıkamaya giderken üstündeki fazlalıktan rahatsızdı, hatta koridorda bir ara duraksadı. Kafasının içinde, bu bornozla koridorun aksi istikametine yürümesini fısıldayan bir ses vardı. Sola hamle ettiğinde annesiyle babasının dizlerine tutunmuş kendisiyle karşılaştı. Bembeyaz ve neredeyse kafasından büyük kurdeleli, rugan pabuçlu, kabarık etekli gülümseyen kendisi. Çerçeve çarpıktı, özenle düzeltti ve koridor boyunca sağlı sollu asılı olan sararmış fotoğraflı çerçevelerde ona selam duran geçmişinin kortejinde ilerleyerek gidip yüzünü yıkadı.

Mutfağa girdiğinde güne başlamıştı. Her sabah yaptığı gibi çaydanlığı iyi suyla doldurdu, demliğe 2 tatlı kaşığı çay, bir çay kaşığı da şekeri koyarak çaydanlığın üstüne yerleştirdi ve yatağını düzeltmeye gitti. Yatak odasına girdiğinde burnuna dolan hafif küfle karışık lavanta kokusunu seviyordu. Yastığına her gece damlattığı lavantanın o geniz yakan keskinliğini yutarak geriye yumuşacık lavantayı üflüyordu küf. Değişmemiş ve onu terk etmemiş hatıraların iki sembolüydüler. Lavanta ve küf. Sandıkta gizli lavanta tarlası. Koridordaki kocaman bembeyaz fiyonklu rugan ayakkabılı kabarık etekli kızken açtığı anneannesinin sandığında keşfetmişti onları. “Ne güzel, zaman geçiyor ama uzağa değil, yanıbaşıma çekiliyor ve orada bekliyor” diye düşündü. Çarşafı gergince düzeltip yanlarını sıkıştırdıktan sonra eliyle de düzeltti.
“Kızım bu senin annen ütü elli, katladığı çamaşırları, düzelttiği yatakları görsen, sanırsın yeni ütüden çıkmış, elektrikten de tasarruf ediyoruz vallahi” Kocasının sesi hala kulaklarındaydı, doğruldu, ağrıyan belini geriye doğru esnetirken ellerine baktı. “Ütü eller artık bumburuşuk”. Bileğinden elinin üstündeki deriyi geriye doğru çekmeyi denedi, kaçıncıdır yapıyordu bunu ama nafile. Çekilen deri parmakların arasından oluşturduğu potlarla provaya alel acele yetiştirilmiş teğelli elbise gibi çarpık ve eğreti duruyordu. Yorganını silkelerken hırkası düştü yere. Hırkayı tersyüz etti ve kapının arkasındaki askıya astı.

Yatak odası, açtığı pencereden egzozlu da olsa taze havayla hemhal olurken, çayı demlemeye gitti. Ocağın önüne geldiğinde çaydanlık ve demliği bıraktığı gibi buldu, duraksadı, arkasını döndü, ekmek sepetinden ekmeği çıkartıp bir dilim kesti. Kırıntıları özenle toplayıp, aralık mutfak penceresinin dış pervazına bıraktı. Dilimi kızartma makinasına attı ve buzdolabını açarak kahvaltı servis tabağını çıkarttı. Mutfaktaki minik masanın üstüne küçük kahvaltı sofrasını kurdu, kızartma makinasından fırlayan nar gibi kızarmış dilimi aldı. Çaydanlık ve demlik hala ocakta ilk bıraktığı gibi duruyorlardı. Durdu, döndü, buzdolabından sütü aldı, bir bardak doldurdu, hemen sağında, pencerenin içinde duran transistörlü radyosunu açtı. “Kız sen geldin Çerkes’ten, pek güzelsin herkesten” zarifçe sallıyordu ayağını sütünü içerken.

Keyifliydi bugün, hafif bir güneş bulutların arasından yüzünü gösteriyor, sanki ona gülümsüyordu, yok yok doğrudan ona gülümsüyordu. “Soldan sağa 3, keyifle gülümsemek, buldum tebessüm,” telaşla yatak odasına gitti, tatlı bir rüzgar perdeyi nazlı nazlı savuruyordu. “Sakat havalar bunlar, iğne deliğinden hasta olunur maazallah” diye düşünerek pencereyi kapattı. Perdeyi düzelterek odadan çıktı, sağlı sollu fotoğraflara baka baka ilerledi. Herkes oradaydı. Her sabah, her öğlen, her akşam, oradaydılar.

Koridorun sonundaki sahanlığa geldiğinde kapının hala zincirli olduğunu gördü ve zinciri açtı ardından salona geçti, pencerenin önündeki Berjer’ine yerleşti. Gözü guguklu saate takıldı, çalışıyordu saat, rahatladı. Caddenin karşısındaki otobüs durağına insanlar birikmişti, köşedeki taksi durağında 3 taksi müşteri bekliyordu, hafifçe doğrularak aşağı baktı, hah o her sabah kapıda bekleyen gri büyük araba da oradaydı. “Tamam, her zamanki saatimde uyanmışım, afferim bana” dedi kendi kendine, gülümsedi tekrar. Otobüs geldi o arada, insanlar ite kaka otobüse binmeye başladılar, otobüs doldukça durak boşalıyordu, “hayat gibi” diye düşündü önce, sonra aklı “siz dışarda kaç kişisiniz” diyen akıl hastasına zıplayıverdi, babacığı anlatırdı, fıkranın başını hatırlamamasına rağmen gene gülümsedi. Ne güzel günlerdi. Ellerini kucağında birleştirdi, kendi elini tutuyordu ama aslında her iki eli de birbirini tutuyordu.



Çalan zili duyar duymaz yüreği hopladı keyifle, aceleyle telefona gitti, ahizeyi kaldırdı, tam “günaydın karakızım” diyecekken kulağına ahizeden akan tekdüze sinyal sesiyle irkildi, şaşırdı, elindeki ahizeye bakarken zil çalmaya devam etti. Ocağın üstünde, bıraktığı haliyle duran çaydanlığa baktığı gibi bakakaldı, ahizeyi yerine koyduğunda zil bir kere daha çaldı ancak bu kere zilin arasından “Merzuka Teyze benim Halis, sütçü” sesini duydu ve rahatladı. “Ah benim akılsız kafam, ah şapşal Merzuka” diye içinden söylenirken “Geliyorum Halis Efendi dur” diye seslenerek kapıya yöneldi, kilidin üstündeki anahtarı sola iki defa çevirdi, anahtarı kilitten çıkarttı ve kapıyı açtı.

- Günaydın Merzuka Teyze, merak ettim açmayınca
- Günaydın Halis Efendi, vallahi tam zamanında, son bardak sütümü de bu sabah içtim, ömrüne bereket.
- Teyzeciğim her sabah geliyorum ya
- Dur, kabı getireyim.

Elindeki anahtarı o telaşla mutfak masasının üstüne bırakarak lavabonun altındaki dolaptan yeşil çiçekli emaye tencereyi aldı, tam mutfaktan çıkmıştı ki bammmm. Sokak kapısı kapanmıştı. Aynı anda telefon çalmaya başladı. Salona baktı, döndü kapıya baktı, dizleri boşalıyordu, elinde tencere titriyordu, her tarafı titriyordu. İçinde dehşet bir korku yayılıyordu, her zerresine süratle, ölüm korkusu gibi. Tehlikenin ortasında kaybolmuştu. Tüm refleksleri kör olmuştu. Yapayalnızdı. Telefon çalmaya devam ediyordu, nasıl açsındı, anahtar yoktu ki. Paniğin karanlık çukuruna düştüğünde son bir gayretle avucunu sokak kapısına vurmaya başladı. “Lütfen yardım edin, kapım kapandı dışarda kaldım!” Telefon hala çalıyordu. Sesi birkaç tonda yankılanıyordu, ne kadar vurduğunu acıyan sağ avucundan anladı. Elini çektiğinde sütçü Halis’in sesini ayırdetti “Merzuka Teyze, dur telaş etme, içerdesin sen, sen içerdesin, aç kapıyı”.

Kapıyı açtığında ağzını zor toparlayan Halis elinde ölçü maşrapasıyla önüne bakıyordu. Titreyen terli elleriyle tencereyi uzattı, yüzü kül gibi olmuştu, gülümsemeye çalışarak:

- Allasen kimseye söyleme, ayol tersim döndü, kapı kapanınca dışarıda kaldım sandım.
- Söylemem teyzem, hepimize oluyor, yarım litre değil mi gene.

Merzuka, sütü iki taşım kaynatırken bıraktığı gibi duran çaydanlığın altını açtı, sonra masanın üstündeki anahtarı alıp askıya astı. Seri adımlarla yatak odasına gitti, kapının arkasındaki askıdan hırkasını aldı, üstüne geçirip düğmelerini özenle ilikledi, aynaya bakıp yakasını düzeltti. Üç firketeyle tutturduğu yan topuzunun altından firar eden birkaç saç telini ustalıkla yerlerine yerleştirdi. Ardından pencerenin önündeki koltuğuna oturdu, gözlüğünü takıp bulmacayı aldı eline, soldan sağa üç, “tebessüm” yazdı. Gazeteyi sehpaya gözlüğünü üstüne bıraktı. Mutfağa giderek çayı demledi, altını kıstı. Salona girip telefonun önünde durdu. Sahneye çıkmış da konuşma yapacakmış gibi duruşunu dikleştirdi, sesini küçük bir öksürükle akort ederken aynada kendine baktı. Ahizeyi kaldırdı, bu kez sinyale şaşırmadan numarayı çevirdi. Aynadaki gözlerinden gözlerini ayırmadan konuşmaya başladı:

- Karakızım günaydın, .......sorma yetişemedim demin, ........biliyorum biliyorum, yok iyiyim, hem de gayet iyiyim lakin ne kadar sürer bilmiyorum, gel de konuşalım ama sallanma ne olur. Gelirken de şu methedip durduğun Huzurevi’nin dosyasını getirmeyi unutma, bir de yeşil valizimi.
- E yok, şaşırma, gel de konuşuruz, .....iyiyim, hadi.

İnce belli bardaktaki çayını sehpaya koyarak pencerenin önüne oturdu, otobüs durağı boşalmıştı. Çayından bir yudum aldıktan sonra ellerine baktı, döndü guguklu saate baktı dokuzu yirmi geçiyordu. Sol eli sağ elini tuttu. Soldan sağa üç, tebessüm.