24.12.2010

YANLIŞ GECENİN YILDIZI

Televizyonun karşısında ayaklarını uzatmış, yanında kahvesi, elinde kumandası, her ihtimale karşı gene yanıbaşından ayırmadığı kitabı, hep birlikte yayılmışlardı kanepeye. Bir saat evvel telefonuna gelen mesajı yirmidört kere okumuş olması bile, mesaja cevap yazmamış olmaktan dolayı kendini kutlamasını engellemiyordu. Hatta mesajı bir kez daha açıp okudu “Yıldızlara anlatıyorum ama seni bulamıyorlar, lütfen anlatmama izin ver.” “Yirmibeş” diye geçirdi içinden. Bütün kanallarda aşk filmleri vardı ve o bir süredir, ama özellikle de bu akşam aşka dair hiçbirşey duymak, izlemek, hatırlamak istemiyordu. Evet tamam dışarda yağmur ve fırtına vardı, evet tamam yalnızdı, hatta güzel ve alımlı olmasına rağmen yalnızdı, ama istemiyordu ne aşk, ne meşk, "AYYHHH" deyiverdi.

“Ayyhhh”ın ardından belleğinin içinde hapis kaldı, kendi hafızasının kumandası elinde değildi ki, aklı uçuvermişti o geceye işte. Lanet olsun.

Tek başına geçireceği tatilin huzursuzluğundan, sımsıcak bir ev havasında olmasına özen gösterilmiş ve bunda da gayet de başarılı olunmuş pansiyonda uyuduğu ilk gecenin sabahında terasta hazırlanmış “anneanne sofrası” görünümündeki kahvaltısını denize nazır yaparken kurtulmuştu. Cırcır böceklerinin eşliğinde geçirdiği gece deliksiz bir uykuyla taçlanmış, başarıyla ve vukuatsız bir şekilde sabah olmuş, tek başına olması henüz hiçbir rahatsızlık yaratmamıştı. İpi göğüslemiş gibi hissediyordu kendini, hele ki kahvaltının üstüne yudumladığı nefis kahvenin fonuna yayılmış şahane deniz manzarasının karşısındayken.

Deniz-güneş ve kitap üçlüsünün esiri olmaya gelmişti ama bunu mümkün olabilecek en sakin ve bakir şekilde yapmak istiyordu. Yalnızlığını saklamak içgüdüsünü kontrollü bir şekilde bastırma stratejisinin zayıf halkasıydı bu durum. “Pardon, şu malum ‘beach’ler ya da ‘tekne turları’ dışında şöyle gönlümce ve sakin deniz-güneş yapabileceğim bir yer var mı bildiğiniz” diye sormuştu Kubilay Bey’e. Dün gece pansiyona vardığında eşiyle birlikte her konuda yardımcı olabileceklerini söyleyerek hısım sınıfına geçen, göbekli, neşeli pansiyoncu şıppadanak anlamıştı ne istediğini. “Hanım kızım, kapıdan çıkıyorsun, 50 metre ileride mendirek var bak, hem sakindir, hem denizi temizdir, hem buraya yakındır, memnun kalmazsan başka yerleri düşünürüz ama bir dene”.

Mendirekte güneşlenirken taşın üstüne yaydığı havlusunun altına öğleden sonra bir şilte ya da birkaç yastık getirmeye karar vermişti çünkü kıçına batıyordu taş. Bunun dışında her şey tam istediği gibiydi, üç bir yanı deniz, taşlar gayet muntazam, su derin atlamaya elverişli, enfes bir meltem, o ve kitabı, pek keyifliydi. Yüzüstü döndü, bikinisinin arkasını çözdü iz kalmasın diye, kitabına gömüldü. “İyi banyolar” sesiyle irkildi, usturuplu bir şekilde doğrularak sese doğru döndüğünde Beyaz Diziler’in değişmez erkek kahramanıyla karşılaştı. Bronz tenli, ıslak kaslı falan hani. “Teşekkür ederim” diyebildi, ama tedirgin olmuştu. Doğrularak düzgün bir şekilde oturdu, bakmamaya çalışıyordu ama allahtan hem güneş gözlüğü hem de astiğmatı, bakmadığı ve başını çevirmediği yönleri de görmesine yardımcı oluyorlardı. Kitabı sadece arada çevirdiği gözleri okuyordu artık.

Duruma biraz daha alıştıktan sonra bir sigara yaktı, Beyaz Dizi’den fırlamış adam bir şeylerin üstünde tepiniyordu, ayaklarının altı bembeyaz köpük olmuştu. İlgisini çekti, gizlemeden izlemeye başladı. “Sünger bunlar, öldürüyorum aslında şu anda, yani bir katliama tanık oluyorsunuz, hahha” dedi umursamazca. “Ateşinizi alabilir miyim, yok yok sigaranızdan yakayım malum rüzgar.., ellerim de ıslak zaten, ben Ali bu arada” diyerek ağzındaki sigarayı diğeriyle öpüştürürken elini uzattı. “Ben de Emine, memnun oldum”.

Süngerler iyice köpürüp artık tek damla köpük salgılamaz olduktan sonra bir torbaya yerleştirildiler, torba kenarda beklerken Ali suya daldı. Öğleden sonra daha büyük bir katliam başlamıştı Emine’nin huzur denizinin mendireğinde. Bir ahtapot çıkartmıştı Ali, bu kez daha vahşi bir sahne vardı. Ahtapotun önce derisi soyulmuş, ardından da yerden yere çarpılma evresi başlamıştı. Korkudan yüzünü kapattığı ellerinin arasından korku filmi izleyen yaramazlar gibi hissediyordu Emine kendini. Ali de bu durumun şerefine olayı biraz abartıyor muydu ne.

Akşam kıyıda bir balıkçıda karşı karşıya oturmuşlardı, “Emine demek, peki bu Emine kimdir, ne yapar, ne zaman geldi, nerede kalıyor ve ne kadar kalacak?” diye sıraladı Ali sorularını. “Ali demek, bütün gün sırayla denizden çıkarttığı canlıları yerden yere vurarak hunharca öldüren birisine, sen benim yerimde olsan, bu bilgileri verir miydin” diye kıvırdı Emine. Sorularla ve laf ebeliğiyle başlayan akşam devamında içkinin de tesiriyle iyice hınzırlaştı ve lacivert gökyüzünü süsleyen yıldızların sessizliğine, öpüşmelerinin sessizliği karıştı. Birbirine karışan bedenlerden daha bronz olanı o gece “sen bir yıldızsın, aniden çıkıveren ama ilham veren” demişti bir ara. Emine sabah uyandığında yanında yatan adamın bronz bedeni çarşafta vahşice, yakıştırdığı benzetme zihninde tutkuyla parlıyorlardı. “Daha ilk günde yoldan çıktın ya, hadi bakalım” dedi kendi kendine.

Devamında gelen beş eşsiz gün, edepsiz zevk geceleri, soru sorulmayan, ya da cevabı beklenmeyen sorularla kurnazca kurulan cümleler, birbirleri hakkında bedenlerinden başka hiçbir ipucu olmayan bir “anonim hatıra”nın kahramanları yapmıştı onları. Kah Emine’nin pansiyonunda, kah Ali’nin barakasında kalmışlar, birbirleri hakkında isimlerinden ve bedenlerinden başka hiçbirşey bilmeden “gelişine vole” bir keyif paylaşmışlardı.

Emine’nin son gecesinde, deniz fenerine yüzmüş, bileklerine geçirdikleri naylon torbaların içine koydukları biralarını, tenlerinde ışıldayan yakamozları birleştirirken içmiş, ertesi günün gerçeğinden sıyrılmaya çalışmışlardı. Telefonlar kaydedilmiş, iki hafta sonrasında tekrar buluşulmaya kavilleşilmişti.

Emine, televizyondan yükselen jenerik müziğinin şiddetiyle irkildi, sesi biraz kısarak kahvesinden bir yudum aldı ve ağzındaki kahve aromasını yaktığı sigaranın dumanıyla harmanladı. Yirmialtıncı kez mesaja bakmak istedi, tam telefonu eline almıştı ki, telefon ekranında “Ali” yazısıyla titreşmeye başladı. “Yuh”, dedi içinden, bir müddet ekrana bakakaldı, ardından açtığı telefonda “Hayırdır rüyana mı girdim” diyen sesi karşıdan gelen sesle karıştı. Telsiz sesleri, cadde gürültüsü, tanımadığı bir erkek “Emine Yıldız” dedi, “Merkez karakola gelebilir misiniz, ben Komiser Cevdet”.

Karakola giderken kafası karmakarışıktı, yağmur sileceklerden daha hızlı, rüzgar kalbinin ritmine rakip, adrenalin tüm vücudunda dolaşım halinde, aklı ise anı-duygu-öfke-merak ve korku çemberinde esirdi.


İki hafta sonra gittiğinde, pansiyona yerleşir yerleşmez Ali’yi telefonla aramış, cevap vermeyen telefondan hiçbir endişe duymamış ve mendireğe gitmişti. Denizden her çıkışında telefonunu kontrol etmiş, gittiği yalnızlıkta pansiyona geri dönmüştü. Akşam kıyıdaki balıkçıya giderken iyice bronzlaşan tenini daha da parlatacak beyaz bir elbise giymiş, kendince yıldız kılığına girmişti. Girer girmez gördü. Ali, bir masada genç bir kadın ve minik bir bebekle oturuyordu. “Yok artık daha neler Emine” diye kendini yüreklendirerek masaya gitti, önünde durdu ve “süngerler ve ahtapotlar bugün bayram ettiler Bay Canavar” diye laf attı Ali’ye. Kucağındaki bebekle oynayan Ali “Aa Emine Hanım, hoşgeldiniz, sizi eşim Aysun’la tanıştırayım, bu da Kerem’imiz”. Ardından tamamen nezaket klişesi içinde karşılıklı sarfedilen üç beş kelime ve “Afiyet olsun, iyi akşamlar”. Emine seri bir şekilde, arkasını dönerek oturduğu masada ağzına mı burnuna mı yediğini bilemediği salata, balık ve arada yuvarladığı 4 duble rakıdan sonra kalktığında Ali ve “ailesinin” masası boştu.

Karakola girdiğinde, dingin ama ruhen fırtınalı hatıralarından gene telsizlerin cızırtılı sesleri, taş zeminde yankılanan duygusuz ayak sesleriyle kendine geldi.

Boğaz köprüsünde bırakılmış boş bir araba, sürücüsü kayıp, bir tek telefonu elimizde, onda da son arananlarda sizin isminiz olduğundan sizi buraya kadar yorduk Emine Hanım” diyordu Cevdet Komiser.

Emine, hüsranla neticelenen tatilini ertesi gün bitirerek evine dönmüş, kendini salak bir “tatil çerezi” hissettiğinden en yakın arkadaşı Sevil’in kollarına sığınmıştı. Ağlayarak ve kopuk cümlelerle anlatırken Sevil lafını keserek birden “dur dur bir dakika, Bodrum, Kaktüs Çiçeği Pansiyon, mendirek, sünger, ahtapot, Ali, karısı Aysun, bebek Kerem, Emine, emin misin?” demişti. Ondan sonrası tam bir kabustu. Kesik cümlelerle de olsa olayın çerçevesini çizmişti çoktan Emine, hatta çerçeveyi Sevil’in boynuna asmıştı üstelik. Aysun Sevil’in kuzeni, Ali onun kocası, Kerem bebek de Sevil’in aylardır bahsettiği tombalaktı. Berbat bir şekilde sobelenmişti, bilmeden ama bir yandan da bile bile. O akşam bu konuyu bir daha konuşmamaya karar vermişlerdi. Omerta!* Yılların kadim dostluğu böylesi bir kepaze tesadüfü mühürlemeye hak tanıyordu ikisine.

Komiserin karşısında soyunmak istemiyordu Emine. Bir kere Sevil’in karşısında soyunmuştu zaten. Aradan geçen 3 ay süresince Ali aralıklı ama muntazam mesajlar ve açmadığı aramalarıyla o utanç verici çıplaklığını yeteri kadar gözüne sokmuştu Emine’nin. Bir kez daha soyunamazdı. Ayrıca Emine Düzgören olan gerçek kimliği “Emine Yıldız” kayıtlı ismiyle yepyeni bir çıplaklığa davetiye çıkartıyordu.

Komiser Bey, ben size eşinin kuzeninin adını ve telefonunu vereyim, çok dolaylı olarak tanırım kendisini, çok da endişe verici bir durum, ama size daha fazla yardımcı olamayacağım, zira telefonumda cevapsız aramalarda duruyor kendisi, yani bugün konuşmadık hiç” derken mesajlardaki metni görmeyeceklerini, ya da Ali’nin onu yazdıktan sonra silmiş olacağını umuyordu.

Komiser Cevdet Sevil’le telefonda konuşurken Emine ayağa kalktı, komiserden başıyla “gidebilirsiniz” onayını aldıktan sonra karakoldan çıkarak arabasına yürüdü. Direksiyona geçtiğinde bir sigara yaktı, mecali kalmamıştı. Yağmur durmuş, rüzgar bir yandan hafiflerken, bir yandan da gökyüzünü kaplayan bulutları aralamıştı. Yıldız gördü Emine bir tane. Sigarasını söndürdü, kontak anahtarını çevirirken “Yanlış gecenin yıldızısın sen Emine” dedi kendine. “Gittikçe daha da yanlış hem de.”

Derya
23.12.2010

10.12.2010

SESSİZLİK CESARET İSTER

GÖ(BE)BEĞİM

Sabah kalktı, her zaman yaptığı gibi ayaklarını görmeye çalıştı ama karın bölgesinde mahsur kaldı gözleri. Bir sevindi “yaşasın bebeğim hala karnımda”, sanki ondan habersiz yok olabilirmiş gibi. Yıllarca neredeyse her cümlenin içinde kendine yer bulan “bir gün anne olduğunda....” nın ta çocuk yaşlarda oyuncak bebekle başlayan provasının “gala”sını yaşayacak olmanın bir tutam huzursuz bir avuç da heyecanlı ve şımarık başrolünü üstlenmişti, normaldi ona göre bunlar.

Dışarı çıkacaktı, kahvaltısını yaptıktan ve fındık kabuğu özentisindeki minnacık evini toplama işlerinden sonra şekilsizliklerinden gurur duyduğu, elbise adının arkasında sırıtan çuval bozması kılığına bürünüp, gö(be)beğini içine alamayan palto sayesinde terfi ettirdiği pelerini üstüne atarak, çantası, şemsiyesi ve ne kadar engellemeye çalışırsa çalışsın son anda bir mesnet bulup kendini eline tutuşturan torbayla birlikte evden çıktı.

Oturduğu semt İstanbul’un en rüzgarlı semtlerinden biri, hava ise o gün hem rüzgarlı hem yağmurluydu. Güzide koca karnı, uçuşan pelerini, havadaki elinde şemsiyesi, diğer elindeki torbası ve omzunda çantasıyla sokakta tekil bir gerilla harekatı gibi ilerliyordu. Taksi bakındı, ve evet, bir tanesi geliyordu. Torbalı elini kaldırıp o kendini cebren tutuşturmuş torbayı salladı, taksici durdu.

Kapıyı açtı, pelerinini uçuşuyordu, saçları da öyle, omzundaki çanta kaydığından düşmesin diye o omzu hafif yukarıda, torba inatla elinde, bu sefer torbanın arasından onu tutan elinin münhal parmaklarının yardımını kullanarak diğer elindeki şemsiyeyi kapattı, sol elindeki şemsiyeyi önden taksiye sokup ardından geri kalan koca gö(be)beği, pelerini, ıslanan saçları, ve sağ elindeki torba hep birlikte taksinin arka koltuğuna yerleştiler. Tüm bu tarifin içinde bir de “arkadan gelen trafiği engellememek empatisinin zorladığı telaş” ı başroldeydi elbette.

Taksiye bindikten sonra gideceği yeri söylemek için taksiciye baktığında profilin sessiz bir acıyla kasılmış olduğunu görüp duraksadı, ve fakat, ardından sol elindeki şemsiyenin, hani o taksiye ilk giren parçanın, iki ön koltuğun arasındaki boşluktan taksicinin sağ böğrüne saplanmış olduğunu farketti. Ardından gelen büyük bir mahcubiyet ve içinde boğmaya çalıştığı kahkahaları....

· Çok çok özür dilerim şöför bey, telaştan işte, yağmur da üstüne, kem küm.... Nişantaşı’na gidebilir miyiz lütfen....

“Hayır” dese hemen inmeye hazırdı, ama demedi taksici, ve Nişantaşı’na gidene kadar karısının, üç çocuklarına hamile kalışıyla başlayan ve doğumevinde biten hikayelerini büyük bir dikkat ve gereken yerlerde verilmesini uygun gördüğü “aaa”, “ah canıımm”, “ayol bilmez miyim”, lerle de süsleyerek şemsiyesinin cürümünün bedelini ödedi ve nihayetinde taksiden indi.

Hamile olmasının diğer bir avantajı olan, yaya kaldırımı olmayan caddelerde karnını iyice dışarı çıkartarak kendini caddenin ortasın atmasını müteakip tüm arabaların durması avantajını doya doya kullandıktan ve işlerini bitirdikten sonra gelişi kadar trajikomik olmayan sade bir sürüşle eve döndü.

Akşam kocası eve geldiğinde, Güzide adını koyamadığı bir huzursuzluğun içindeydi, aldırmamaya çalışarak sofra kurma hazırlığına giriştiğinde kasığındaki keskin kasılmayla irkildi. Sofra kurulamadı zira kasılmalar sıraya dizilmişlerdi ve birkaç telefon trafiğinden sonra gö(be)beği, o ve ailenin tüm büyükleriyle birlikte, hastahaneye gittiler. 1,5 saat sonra kendine geldiğinde ise göbeği yatakta bomboş, bebeği ise anneannesinin kollarında ona uzatılmıştı. Başı döndü keyiften. Bu baş dönmesini tanıyordu. Doktor kontrolünde karnına buz gibi bir öpücük konduran o aletin bağlı olduğu makinadan bebeğinin kalp atışlarının sesini ilk duyduğunda da böyle dönmüştü başı. Mutluluk sarhoşluğunun narasıydı bu baş dönmesi onun için.

İşte olmuştu, işte o da anne olmuştu, ne görecekse, ne anlayacaksa, senelerdir kah tehdit, kah nispet, kah ödül olarak önüne sunulan bu tadı artık o da yaratmıştı.. 4 kiloluk kocaman bir erkek diyorlardı, adı hazır, Ender. Bir tatilde, nedenini anlayamadığı bir sevgi ve düşkünlükle
anne-babasından çok Güzide’yle olan ve tatil bittiğinde ayrılırken arabalarının arka camındaki el sallayan görüntüsü sonsuza dek hafızasında “donmuş” olan sarı saçlı Ender’in işiydi bu. Ender ismine o gün karar vermişti, ve işte bugün onun da bir Ender’i vardı. Bütün provaları temize çekip sahneye koyuyordu, çok mutluydu.

5 günlük, emzirmeden emzirmeye yanına getirilen ve arda kalan zamanlarda göbeğindeki boşluğa bakıp özlediği Ender’iyle, sonunda hastahaneden terhis oldular ve eve vardılar.

Fındık kabuğu taklidi evinde Ender’in odası hazırdı, küçücük evinin küçücük odasını, bebeği göbeğindeyken doldurduğunu sanmıştı, meğer o oda, hatta o fındık kabuğu ev ne boşmuş da o bilmezmiş. Evden içeri girmeleriyle birlikte ev öyle bir doldu ki, sokak kapısını ha gayret ittirerek kapattılar. Ender’i karyolasına yatırdıklarında o ve kocası ve tüm evi sarmış olan adını koyamadığı mutluluk/gurur/heyecan/sevgi kokteyli, dışarıda sessizce yağan kara inat evi serin bir sıcaklıkla sarmıştı, uzanıp bebeğin üstünü biraz açtı.

Bebekle birlikte küçülen evde aynı oranda sesler büyümüştü. Her zaman çok asude bulduğu evi, apartmanı, sokağı, onları çevreleyen her şey, eskiye oranla şimdi daha kısık sesle konuşmalarına, televizyonun sesini iyice kısmalarına ve parmaklarının ucunda kelebek adımlarıyla yürümelerine rağmen inadına gürültülü olmuştu. Asansörün sesi, komşunun kapısının kapanması, üst kattakilerin ayak sesleri, alt kattakilerin televizyonu, kapının zili, kalorifer borularından gelen tıkırtılar, sokaktan geçen arabaların sesleri, seyyar satıcılar, hatta pencerenin önünde nazlı nazlı salınan hatminin aniden ortaya çıkan hışırtısı, ne kadar çok ses vardı. Gürültü yumağının içinde yaşar gibiydiler.

Anne olmanın koruyuculuğunu henüz daha kavrayamadığından, bu içgüdüsünü kullandığı tehlikeler silsilesi sanki sadece seslerle sınırlıydı. Gürültüyle boğuşma günleri birer birer dizilip 33’lük bir tespih olduğunda bir nebze rahatlamıştı. Daha organize olabilmiş, gürültülere karşı bebeğini bir tespih boyunda koruyabilmişti. Hijyen kaygısı fazla yoktu, bembeyaz döşediği evinin rengiydi belki bunu sağlayan.

Bütün renkler aynı süratle kirleniyordu
Birinciliği beyaza verdiler

Özdemir Asaf’ın bu dizelerinin etkisi olmuştu evini bembeyaz döşerken. Annesi “Kızım hastahane gibi oldu” derken, kayınvalidesi “Bence laboratuar” diye düzeltmişti. Anlamıyorlardı onu. Olsun. Büyümüş, evini kurmuş, evlenmiş, anne olmuştu. Göbeğinden kucağına aldığı bebeğini ise tüm gürültülere karşı cansiperane koruyabiliyordu.




En kısık sese ayarlanmış telefon çaldığında henüz yatırmıştı bebeğini ve şimdi kahvesini içecekti keyifle. Anneydi ya o, yorulmuştu, anneler yorulurdu ya hep. Telefonu açtı, arayan annesiydi. Yorgun konuştu annesiyle, “kızım biraz uyu sen de madem oğlanı uyuttun” dedi annesi. “Anneyken evlat olmanın keyfi de bir başkaymış” diye gülümseyerek telefonu kapattıktan sonra kahvesini alıp ani bir kararla bebeğin odasına yöneldi. Huzurla uyuyordu Ender bebek. Sırtüstü yatırmış ama birbiriyle çelişen bir sürü görüşten kendince bir sentez yaptığından ya sağ ya da sol tarafını bir battaniye desteğiyle kaldırıyordu ki, bebek uykusunda boğulmasın. Bebekle ilgili tüm detaylar onun “ölmesine mani olmak” adına diye düşündü ve dehşete düştü bir kere daha. Ne kadar tehlikeli bir dünyaydı, nasıl koruyacaktı. O güne dek sıradan eşya olarak gördüğü her şey potansiyel birer ölüm makinası olup çıkmışlardı.

Pencerenin önündeki koltuğa oturdu, kahvesini yanına aldı, bebeğini emzirdiği o kutsal saatlere saygı ayini yaparcasına yudumladı. Sessizdi ortalık, yaşasın bebeği sesten steril bir uykuda büyüyecekti bir arpa boyu daha. Camın önünde oturmasına rağmen yüzü bebeğin karyolasına dönüktü, kulakları anten gibi olmuş, yavrusunu ellemeye çalışanlara sırtındaki tüyleri dikleştirerek tırnaklarını çıkartan anne kediye dönüşmeye başlamıştı. Sebebini bilmiyordu. Huzursuz bir telaşla kalktı, karyolanın parmaklıklarına geçirdikleri yastıktan yapılmış korumayı çekti attı, şimdi oturduğu yerden bebeği net olarak görebilirdi. Dışardan bir araba geçerken “şu motor sesi” diye sinirlendi.

Aylık kontrolde sütünün bebeği beklendiği kadar beslemediği ortaya çıkmış, emzirmeye devam etmesi ama her emzirmeden sonra hazır mamayla desteklemesini buyurmuştu doktor. Mamayı evinin rengine yakıştırılan sıfata uygun olarak elleri titreyerek ve azami hijyen kullanarak hazırlıyordu.

İçindeki huzursuzluğu dindirmek istercesine arkasına yaslandı, gözleri kapanıyordu, gece dört kere kalkmışlardı, hafifçe kaykıldı, gözlerini kapattı. Bebeğin nefesini duyuyordu, ninni gibiydi. Kendi nefesini bebeğininkine uydurdu, küçük bir kızken babasıyla yolda yaptıkları sağ sol ayak oyununu hatırladı gülümsedi. Birden gözlerini açtı, nefeslerde gecikme olmuştu. Fırladı, toplam 4 adımlık bir çapı olan odada tek adımla karyolanın yanına gitmesi çok uzun sürmüştü. Titriyordu. Bebeği yataktan kaparak ne yaptığını bilmez bir şekilde yüzüstü çevirdi kollarında. Bebek tuhaf hırıltılar çıkartıyor, kasılarak şekilden şekile giriyordu. Bağırmak istedi. Bağırırsa bebeğin sesini duyamazdı. Sustu. Bebek ağırlaşmış mıydı. İmdat demek istedi, diyemedi, dilsiz olmuştu, dünya dilsiz olmuştu, lal olmuştu her şey, camın önündeki hatmi bile. Ayağına lappadanak bir şeyin düştüğünü hissetti, ardından bir lap daha bir lap daha, bebekten ses yoktu hala. Sırtı dondu, sessizlikte çaresizdiler.

Beş duyusu birden çaresizdi ki, bebek, etraflarını kopkoyu bir ağ gibi kaplamış o sessizliği yırtarak parçalayan bir feryat koparttı. Çevirmeye cesaret ettiğinde yüzü kıpkırmızı olmuş oğlu gayet sağlıklı bir şekilde ağlıyordu. Devam eden dakikalarda birlikte ağlayarak bu travmanın girdabından çıkabildiler.


Aldıkları bebek arabasında uyuttu oğlunu o gün, ve minnacık evin neresine giderse onu da yanında taşıdı. Eczaneyle telefonda yaptığı, bir gün evvel aldığı mamanın bozukluğuyla ilgili kavgası sırasında bile bebek yanındaydı, aldırmadı bile uyumasına. Sessizlik gelemezdi yanlarına artık, gelmemeliydi.

O akşam bebeğin yatağının üstüne, hamileliğini öğrendiği gün aldığı sesli oyuncağı astı, düğmesini çevirdi, ve kısa bir an da olsa çocukluğunda oynadığı dutluğun yanıbaşındaki Sağır ve Dilsizler Okulu’ndaki talebeleri düşündü. “Ben onlar kadar cesur değilim”.

6.12.2010

SOLDAN SAĞA ÜÇ

Uykusunun arasında sol eliyle yataktan destek alarak hafifçe doğruldu, gözlerini açmadan geceliğinin üstüne giydiği hırkayı başından geçirerek çıkarttı, yorganın üstüne attı ve kendini yatağa usulca bırakırken üstünü de biraz açmayı ihmal etmedi. “Hırkayı ters bıraktım, bu iyi bir şey değildi, neyse kalkınca sabah bakarım” diye düşündü. Tekrar uykuya dalabileceğini umuyordu ama, hala düşünebildiğine, hatta caddeden geçen arabaların seslerini duyabildiğine göre, demek ki uykuya dalamamıştı. Yavaşça gözlerini araladı, aydınlıktı, sabah olmuştu. Doğrularak yatakta oturdu, elleriyle saçlarını düzeltti. Sabahları aynada kendini tarla cadısı gibi görmek moralini bozuyordu. Boyamaktan çoktan vazgeçtiği saçları düzgün olduğunda sempatikti belki ama, beyazlayan saç cansuyu çekilmiş gibi taras taras duruyordu, hele taranmadığında, hele ki sabahları.

Yatağın sağ tarafından kalktı, terliklerini giydi, ürpermişti, hırkasını aradı gözleri. Koltuğun üstünde bel yastığı, onun yanındaki sehpanın üstünde gazetenin bulmaca eki , gözlüğü ve kalemi. “Allah Allah nereye koydum hırkamı” diye düşünerek kapının arkasındaki askılığa baktı. Sabahlığı, bornozu, annesinden kalma pembe kapitone askılı kılıf içinde kuran-ı kerim, oradaydılar.Hırka orada da yoktu. Bornozu çekti askıdan ve giydi, yüzünü yıkamaya giderken üstündeki fazlalıktan rahatsızdı, hatta koridorda bir ara duraksadı. Kafasının içinde, bu bornozla koridorun aksi istikametine yürümesini fısıldayan bir ses vardı. Sola hamle ettiğinde annesiyle babasının dizlerine tutunmuş kendisiyle karşılaştı. Bembeyaz ve neredeyse kafasından büyük kurdeleli, rugan pabuçlu, kabarık etekli gülümseyen kendisi. Çerçeve çarpıktı, özenle düzeltti ve koridor boyunca sağlı sollu asılı olan sararmış fotoğraflı çerçevelerde ona selam duran geçmişinin kortejinde ilerleyerek gidip yüzünü yıkadı.

Mutfağa girdiğinde güne başlamıştı. Her sabah yaptığı gibi çaydanlığı iyi suyla doldurdu, demliğe 2 tatlı kaşığı çay, bir çay kaşığı da şekeri koyarak çaydanlığın üstüne yerleştirdi ve yatağını düzeltmeye gitti. Yatak odasına girdiğinde burnuna dolan hafif küfle karışık lavanta kokusunu seviyordu. Yastığına her gece damlattığı lavantanın o geniz yakan keskinliğini yutarak geriye yumuşacık lavantayı üflüyordu küf. Değişmemiş ve onu terk etmemiş hatıraların iki sembolüydüler. Lavanta ve küf. Sandıkta gizli lavanta tarlası. Koridordaki kocaman bembeyaz fiyonklu rugan ayakkabılı kabarık etekli kızken açtığı anneannesinin sandığında keşfetmişti onları. “Ne güzel, zaman geçiyor ama uzağa değil, yanıbaşıma çekiliyor ve orada bekliyor” diye düşündü. Çarşafı gergince düzeltip yanlarını sıkıştırdıktan sonra eliyle de düzeltti.
“Kızım bu senin annen ütü elli, katladığı çamaşırları, düzelttiği yatakları görsen, sanırsın yeni ütüden çıkmış, elektrikten de tasarruf ediyoruz vallahi” Kocasının sesi hala kulaklarındaydı, doğruldu, ağrıyan belini geriye doğru esnetirken ellerine baktı. “Ütü eller artık bumburuşuk”. Bileğinden elinin üstündeki deriyi geriye doğru çekmeyi denedi, kaçıncıdır yapıyordu bunu ama nafile. Çekilen deri parmakların arasından oluşturduğu potlarla provaya alel acele yetiştirilmiş teğelli elbise gibi çarpık ve eğreti duruyordu. Yorganını silkelerken hırkası düştü yere. Hırkayı tersyüz etti ve kapının arkasındaki askıya astı.

Yatak odası, açtığı pencereden egzozlu da olsa taze havayla hemhal olurken, çayı demlemeye gitti. Ocağın önüne geldiğinde çaydanlık ve demliği bıraktığı gibi buldu, duraksadı, arkasını döndü, ekmek sepetinden ekmeği çıkartıp bir dilim kesti. Kırıntıları özenle toplayıp, aralık mutfak penceresinin dış pervazına bıraktı. Dilimi kızartma makinasına attı ve buzdolabını açarak kahvaltı servis tabağını çıkarttı. Mutfaktaki minik masanın üstüne küçük kahvaltı sofrasını kurdu, kızartma makinasından fırlayan nar gibi kızarmış dilimi aldı. Çaydanlık ve demlik hala ocakta ilk bıraktığı gibi duruyorlardı. Durdu, döndü, buzdolabından sütü aldı, bir bardak doldurdu, hemen sağında, pencerenin içinde duran transistörlü radyosunu açtı. “Kız sen geldin Çerkes’ten, pek güzelsin herkesten” zarifçe sallıyordu ayağını sütünü içerken.

Keyifliydi bugün, hafif bir güneş bulutların arasından yüzünü gösteriyor, sanki ona gülümsüyordu, yok yok doğrudan ona gülümsüyordu. “Soldan sağa 3, keyifle gülümsemek, buldum tebessüm,” telaşla yatak odasına gitti, tatlı bir rüzgar perdeyi nazlı nazlı savuruyordu. “Sakat havalar bunlar, iğne deliğinden hasta olunur maazallah” diye düşünerek pencereyi kapattı. Perdeyi düzelterek odadan çıktı, sağlı sollu fotoğraflara baka baka ilerledi. Herkes oradaydı. Her sabah, her öğlen, her akşam, oradaydılar.

Koridorun sonundaki sahanlığa geldiğinde kapının hala zincirli olduğunu gördü ve zinciri açtı ardından salona geçti, pencerenin önündeki Berjer’ine yerleşti. Gözü guguklu saate takıldı, çalışıyordu saat, rahatladı. Caddenin karşısındaki otobüs durağına insanlar birikmişti, köşedeki taksi durağında 3 taksi müşteri bekliyordu, hafifçe doğrularak aşağı baktı, hah o her sabah kapıda bekleyen gri büyük araba da oradaydı. “Tamam, her zamanki saatimde uyanmışım, afferim bana” dedi kendi kendine, gülümsedi tekrar. Otobüs geldi o arada, insanlar ite kaka otobüse binmeye başladılar, otobüs doldukça durak boşalıyordu, “hayat gibi” diye düşündü önce, sonra aklı “siz dışarda kaç kişisiniz” diyen akıl hastasına zıplayıverdi, babacığı anlatırdı, fıkranın başını hatırlamamasına rağmen gene gülümsedi. Ne güzel günlerdi. Ellerini kucağında birleştirdi, kendi elini tutuyordu ama aslında her iki eli de birbirini tutuyordu.



Çalan zili duyar duymaz yüreği hopladı keyifle, aceleyle telefona gitti, ahizeyi kaldırdı, tam “günaydın karakızım” diyecekken kulağına ahizeden akan tekdüze sinyal sesiyle irkildi, şaşırdı, elindeki ahizeye bakarken zil çalmaya devam etti. Ocağın üstünde, bıraktığı haliyle duran çaydanlığa baktığı gibi bakakaldı, ahizeyi yerine koyduğunda zil bir kere daha çaldı ancak bu kere zilin arasından “Merzuka Teyze benim Halis, sütçü” sesini duydu ve rahatladı. “Ah benim akılsız kafam, ah şapşal Merzuka” diye içinden söylenirken “Geliyorum Halis Efendi dur” diye seslenerek kapıya yöneldi, kilidin üstündeki anahtarı sola iki defa çevirdi, anahtarı kilitten çıkarttı ve kapıyı açtı.

- Günaydın Merzuka Teyze, merak ettim açmayınca
- Günaydın Halis Efendi, vallahi tam zamanında, son bardak sütümü de bu sabah içtim, ömrüne bereket.
- Teyzeciğim her sabah geliyorum ya
- Dur, kabı getireyim.

Elindeki anahtarı o telaşla mutfak masasının üstüne bırakarak lavabonun altındaki dolaptan yeşil çiçekli emaye tencereyi aldı, tam mutfaktan çıkmıştı ki bammmm. Sokak kapısı kapanmıştı. Aynı anda telefon çalmaya başladı. Salona baktı, döndü kapıya baktı, dizleri boşalıyordu, elinde tencere titriyordu, her tarafı titriyordu. İçinde dehşet bir korku yayılıyordu, her zerresine süratle, ölüm korkusu gibi. Tehlikenin ortasında kaybolmuştu. Tüm refleksleri kör olmuştu. Yapayalnızdı. Telefon çalmaya devam ediyordu, nasıl açsındı, anahtar yoktu ki. Paniğin karanlık çukuruna düştüğünde son bir gayretle avucunu sokak kapısına vurmaya başladı. “Lütfen yardım edin, kapım kapandı dışarda kaldım!” Telefon hala çalıyordu. Sesi birkaç tonda yankılanıyordu, ne kadar vurduğunu acıyan sağ avucundan anladı. Elini çektiğinde sütçü Halis’in sesini ayırdetti “Merzuka Teyze, dur telaş etme, içerdesin sen, sen içerdesin, aç kapıyı”.

Kapıyı açtığında ağzını zor toparlayan Halis elinde ölçü maşrapasıyla önüne bakıyordu. Titreyen terli elleriyle tencereyi uzattı, yüzü kül gibi olmuştu, gülümsemeye çalışarak:

- Allasen kimseye söyleme, ayol tersim döndü, kapı kapanınca dışarıda kaldım sandım.
- Söylemem teyzem, hepimize oluyor, yarım litre değil mi gene.

Merzuka, sütü iki taşım kaynatırken bıraktığı gibi duran çaydanlığın altını açtı, sonra masanın üstündeki anahtarı alıp askıya astı. Seri adımlarla yatak odasına gitti, kapının arkasındaki askıdan hırkasını aldı, üstüne geçirip düğmelerini özenle ilikledi, aynaya bakıp yakasını düzeltti. Üç firketeyle tutturduğu yan topuzunun altından firar eden birkaç saç telini ustalıkla yerlerine yerleştirdi. Ardından pencerenin önündeki koltuğuna oturdu, gözlüğünü takıp bulmacayı aldı eline, soldan sağa üç, “tebessüm” yazdı. Gazeteyi sehpaya gözlüğünü üstüne bıraktı. Mutfağa giderek çayı demledi, altını kıstı. Salona girip telefonun önünde durdu. Sahneye çıkmış da konuşma yapacakmış gibi duruşunu dikleştirdi, sesini küçük bir öksürükle akort ederken aynada kendine baktı. Ahizeyi kaldırdı, bu kez sinyale şaşırmadan numarayı çevirdi. Aynadaki gözlerinden gözlerini ayırmadan konuşmaya başladı:

- Karakızım günaydın, .......sorma yetişemedim demin, ........biliyorum biliyorum, yok iyiyim, hem de gayet iyiyim lakin ne kadar sürer bilmiyorum, gel de konuşalım ama sallanma ne olur. Gelirken de şu methedip durduğun Huzurevi’nin dosyasını getirmeyi unutma, bir de yeşil valizimi.
- E yok, şaşırma, gel de konuşuruz, .....iyiyim, hadi.

İnce belli bardaktaki çayını sehpaya koyarak pencerenin önüne oturdu, otobüs durağı boşalmıştı. Çayından bir yudum aldıktan sonra ellerine baktı, döndü guguklu saate baktı dokuzu yirmi geçiyordu. Sol eli sağ elini tuttu. Soldan sağa üç, tebessüm.

14.10.2010

Köşetaşları - Köşeler - Vicdanlar - Taşlar

Hayat denen süresinin sırrı bir kelebek ömründe gizli bu serüveni çevremizle ve çevremizi çevreleyen insanlarla paylaşıyoruz, kollektif bir durum bu yaşamak. İstesek de istemesek de, hayatımıza girenler, içinden geçenler, kıyısından ilişenler,uzağında duranlar, tam ortasında yer alanlar, hepsiyle mütemmim bir cüz aslında. Evren ve kosmosu düşündüğümüzde sahiden de bir cüz, yaşadıklarımızı düşündüğümüzde ise bir destan, süresinden bağımsız olarak.

Vereceğim son nefeste bu cüz içindekileri kare kare seyredebilecek miyim bilmiyorum, öğrendiğimde ise geri dönüp anlatacak durumum olmayacak. Koyduk bunu bir kenara o halde.

Seçimlerimiz, önümüze konan "reddedemeyeceğimiz" teklifler/olanaklar, kendi yeşerttiklerimiz, başka hayatlardan ödünç aldıklarımız, tamamını hatırlamak, bilanço çıkartmak kısıtlı hafıza derinliği ve gene kısıtlı duygusal istiap haddi yüzünden mümkün değil. Köşe taşlarını sayabiliyorsak ne ala!

Hayatımda köşe taşı sandığım ama aslında alelade, üstelik de bir de "fani gafletiyle" sınırlı bir tümseği hayatımın profilinden çıkartırken bir yanım buruk, bir yanım dimdik, ama günün sonunda envanter daha net ve daha bana yakışır.

Duygularımı ve kendimce verdiğim değerleri haketmeyenlere bol köşeler diliyorum, "fani gafletlerle" dolu, bol kazançlı köşeler. Benim geri kalan" köşetaşlarım" onur ve iftaharla taşıyacağım değerlerle bezenmiş. Gafletlerle ve fani hırslarla beslenenlerin köşelerinden Tanrı beni ve evlatlarımı korusun!

Son tahlilde, eğer bir ilahi adalet varsa, herkesin canı sağolsun elbette, ama tek şartla, fani hırsların bedelini ödemek şartıyla, bir gün, bir boyutta, bir zamanda, ama mutlaka...

4.10.2010

ANNEMİN HUZUR'DAN HUZURA GEÇİŞİ....

Annem, Cumhuriyet kızı, Çapa Kızöğretmen Okulu'nun gururlu ve ama idealist mezunu, Atatürk derken sesinde Mustafa Kemal, gözlerinde Ata'nın çakmak çakmak menevişleri, yüreğinde ise gözyaşları ha gayret görülen annem.....

2001 yılında bizim evdeyiz, ya Cumhuriyet Bayramı ya da 10 Kasım, annem her milli bayramda olduğu gibi, 1938 10 Kasım'ına gidiyor, 18 yaşına, gözyaşları bile ergen.....

Eren: Güzin Anne, Anıtkabir'e sahiden de gitmediniz mi?
Annem: Ah Eren'ciğim, vallahi söylemeye utanıyorum, gitmedim, gidemedim, olmadı ne bileyim çok mahcubum çok...
Eren: E ben sizi götüreyim o zaman
Annem: Ayyyyy, ciddi mi söylüyorsun (bu sefer dudaklarını büzerek ağlamaya başladı)
Eren: Güzin anneciğim, ağlamazsanız götüreceğim, söz valla....

Aradan aylar geçti..... Ankara'ya gitmek bana çok ama çok sıkıcı geliyordu, bildiğiniz kaytarıyordum. Eren gayet ısrarlı, annem ise mütevekkil ama ümitli bir bekleyişteydi. Alzheimer'ın yavaş yavaş kendini göstermeye başladığı zamanlardı maalesef, ama Atatürk belleklerüstü bir duygu/ruh şifresi olduğundan annemin Alzheimer'ına da galipti.

Mızıklamam, huysuzlanmam, kaytarmaya çalışmam, hiçbiri kâr etmedi, Eren ayağını yere vurdu ve "anneni bu hayatta Anıtkabir'e götüremezsem müsebbibi sen olursun Derya!!" dedi. Haklıydı, annem 81 yaşındaydı ve evet, her an "götürememiş" olabilirdi Allah muhafaza.

Kendime geldim ve yola çıktık. Annem bana çok yabancı bir heyecan ve aşk içindeydi. Yadırgadım bile.... Ankara'ya Eren'in hoşsohbeti, annemin birbirinden leziz anıları ve bendenizin hafif buruk/panik kahkahaları eşliğinde girdik.

Otelimiz Anıtkabir'in çok yakınında idi, annemin o gece kıyafetleriyle uyuduğundan şüpheleniyorum. Sabah kahvaltıda ve sonrasındaki kahve keyfinde bacak bacak üstüne bile atmadı, çoktan "esas duruşa" girmişti ruhu...

Ve Anıtkabir,

Annem ve Anıtkabir...... Dolmakalemiyle gelmişti annem, babamdan ona yadigar Mont Blanc dolmakalemiyle, Ata'nın defterine başka neyle yazabilirdi ki, Çapa Kızöğretmen Okulu muallimelerinden Güzin..... Yazdı..... uzun uzun hem de....

"Müfredatım hala aynı Ata'm" diye de bitirdi.....

Aslanlı yoldan ilerlerken annemin boyu uzamıştı, adımları enerji dolmuştu sanki, Eren'in kolunda aslanları teftiş ediyordu neredeyse.

Merdivenlere geldiğimizde, annem artık bir ceylan olmuştu, tek bir duraksama bile yapmadan, dosdoğru bir çizgi üstünde cetvel gibi nizami çıktı merdivenleri, biz de arkasında efsunlanmış gibi .

İçeri girdik, annem önce oradaki askerleri selamladı, Allahım annem Komutan mı olmuştu.... Evet, bayrağı ilk devralan gençlikti o, Cumhuriyet kızıydı, bayrağı gözlerindeydi, onu getirmişti.... lahitin önüne geldiğinde tuhaf birşey oldu, arkamızdan gelen insanlar durdular, lahitin önünden geçmekte olanlar kenara çekildiler, sanki Atatürk Cumhuriyet kızıyla başbaşa kalmak istemiş, diğer ziyaretçileri eliyle kibarca beklemeye almıştı..... İki yanda insanlar, "pause" düğmesine basılmış gibi, ortada Atatürk - annem ve annemin elindeki gül....

Konuşmaya başladı, gözlerinde yaş, sesinde titreme yoktu, ama tüm duruşunda dimdik bir "inanç" vardı... "Buyum" diyordu tüm bedeniyle, "hep buydum ve hala da buyum işte..." Ardından annem, o zarif ve hafif soylu, belki biraz da kendince kibirli annem, okulunun marşını söylemeye başladı, Çapa Kızöğretmen Okulu'nun marşını..... Yıllarca Cumhuriyet Bayramı'nda, 19 Mayıs'da okulunun bayraktarlığını yapmış Güzin.... bu kez huzurda solo icra ediyordu okul marşını....

Marşı bitirdi, elindeki gülü ilerleyerek lahitin üzerine bıraktı, lahiti eliyle hafifçe okşadı, askerlerin gıkı çıkmadı, bizde ise çıkacak gık falan kalmamıştı, ancak robot gibi arkasından yürüdük.

Annem o gün Anıtkabir'de "huzura çıkmıştı". Ankara il sınırlarından çıkıncaya kadar da huzurdaydı. Sonrasında ise Ata'sını son kez görmenin huzurunda geldi İstanbul'a.

2002 yılının ilkbaharı idi..... Eren annemin gönlündeki tahtını altın kaplatmıştı, hakkıydı.

"Derya, Güzin anneyi bu hayatta Anıtkabir'e götüremezsem müsebbibi olursun...."

Ucu ucuna gitmişiz..... Güzin anne huzura çıkmanın "huzurunu" yaşıyor , hala yaşıyor...., hatırlamasa da biliyor, duruşundan belli....

1.10.2010

TERAZİNİN KEFESİ - GÖĞSÜMÜN KAFESİ

Sol kefede: acı veren haberler, yitip giden hayatlar, "less fortunate" diyerek anglosakson kültürün enfes bir şefkatle sarıp sarmaladığı "özürlüler", annesiz kalan çocuklar, çocuksuz kalan anneler, savaş, bomba, gasp, riya, ihanet, ve...ve....ve....

Sağ kefede: sabah içilen kahvenin boğazdaki ılık teması ve burundan beyne giden mis kokunun hem bedeni hem de beyindeki serotonini kelebek öpücüğüyle uyandırması, gün içinde bir arkadaşa edilen iki çift hoş kelam, "anneciğim" le başlayan sohbet, taksi şöförüne önce "iyi günler" demek, pencerenin içine konan kumru, kavşakta gülümseyerek yolu size bırakan kırmızı arabanın sürücüsü, "afiyet olsun" diyen simitçi, pazarlık yapmadığın için ekstradan bir demet daha papatya veren köşedeki çiçekçi....

duygular bu iki kefe arasında gidip gelirken mutlu bir terazi olmak mümkün mü, hmm evet, şöyle:

sağ kefeye ağırlık vererek,
sağ kefeyi doldurarak,
sağ kefedekilere "layık oldukları" anlamları yükleyerek
sağ kefedeki herbir "hakkı verilmiş" duygunun, soldaki 4 acı verene galip gelmesi

ve

günün sonunda, mesela uyumadan evvel, baş yastıkta, gözler kapanmış, rem'e 5 kala, ufak bir muhasebe, hesap basit, bir sağ elemanı 4 sol elemanını diskalifiye ediyor...

Ben "adil" bir teraziyim, sağı doldurup, solda durmadan benden bağımsız kendini biriktirenleri oyun dışı bırakıyorum.

Hadi sağı dolduralım, soldaki yığılmayı "kontrol edemiyorsak" bile, etkisiz kılalım... Kimbilir, belki birgün sağımızdakilerin gücü galebe gelir ve soldakileri tamamen oyundışı bırakır.

Böylesine "dengesiz" bir terazi olmayı istemez miydiniz...

KUZULARDAN GEÇ KALMIŞ BİR ÖZÜR...

Anneannemin evinde bahçeye bakan küçük odada soba yanardı, kocaman kapısı bu yüzden hep kapalı tutulmalıydı, borusu tütmemeliydi küçük odadaki sobanın, ateşi geçmemeliydi, ama ateşi de sönmeden uyunmamalıydı, ya uykumuzda soba borusu tüter de bizi uyanılmayacak uykuya götütüverirseydi Allah muhafaza. Küçük odanın küçüklüğüne zıt orantılı büyük ve sayıca fazla kuralları vardı ve hepsine de harfiyen uyulurdu.

Küçük oda üç tarafı pencereli, giyotin çerçeveli, çerçevelerin üstünde anneannemin sabun kuruttuğu bir oda idi. Karşılıklı sağ ve solda birer divan vardı. Sağdaki divandan Leman ablanın evi, soldaki divandan ise Sabire Hanım'ın bahçesi gözükürdü, karşıdaki pencerelerden de aşağıdaki bana kucağını açan bahçemiz ve karşıda da Mühübaanım'ın bostanı.

Bayram ve tatillerde anneannemde olurdum hep. Kendi evimizdeki "evin en küçüğü" kimliğimden, anneannemin evindeki "prenses" kimliğime keyifle atlardım.

Bahçeye bakan küçük odanın store'ları bayramlarda indirilirdi sımsıkı.

- Sakın açma, divan örtülerinin rengini solduruyor güneş

derdi anneannem. Oysa ben çoktan keşfetmiştim birkaç gün evvel bahçeye getirilen koyunun mahalle kasabı tarafından kesildiğini, benim de bunu görmemi istemediklerini. Bu sebeptendir ki, bana gerçeği söylemediklerinden yani, onlara inat o vahşeti, dualar ve okşamalar ardından başlayan ve koyunun yan yatmış, gözleri bir bezle bağlanmış bedeninin gırtlağına vurulan bıçak darbesi ve oradan toprağa akan kanlardan sonra birkaç titreyişi takiben hareketsiz kalışıyla son bulan kanlı ritüeli seyredip hem korkar, hem ağlar, koyunun bacaklarının titremesi bittiğinde ise acısının sona erdiğine sevinerek kendimi avuturdum.

Anneannemin, koyunun bahçede kaldığı o birkaç gün içinde onu sevip elleriyle beslediği ve bunları yaparken de hep anlam veremediğim bir acıma duruşuna tezat teşkil eden kesilme sırasındaki sabırsızlığı ve sonrasındaki keyifli telaşını ise kalbimdeki "anlaşılmazlar" arasına koyup hiç sorgulamazdım. Anlayamayacaktım çünki! Aslında kendimi de anlamıyor olmanın bir yansımasıydı bu belki de, zira o dehşet sahnesinin ardından sofraya gelen bol kekikli kavurmayı hiçbirşey olmamışçasına keyifle yerken kendimden de saklanırdım.

Belki de bu yüzden geceleri çatıdaki yasaklanmış tehlikeli balkona çıkıp danaları kovalayan bostancıyla gözgöze gelme fantazisiyle kendimi korkutarak cezalandırıyordum, kimbilir?.......

Koyunlar....kuzular.... geç bir özürü kabul eder misiniz...küçüktüm bilmiyordum, yok yok biliyordum da, aklım ermiyordu karşı çıkmaya... pardon..

TDK - SANA LAFLAR HAZIRLADIM

Televizyon karşısında, tam da altın saatlerde geçgeç yaparken karşılaştığım programda, ünlü tatbilir aksakal yörekent otellerinde uygulanan seçal büfelerdeki yeğni menülerde yemekaltının bulunmamasından bahsederken, ahırdaşı da otelin belirtkesi ile yıldırı örgütü arasındaki bağlantıdan bahsediyordu....

Meali:

Televizyon karşısında, tam da prime-time da zapping yaparken karşılaştığım programda tanınmış gurme duayen, banliyö otellerinde uygulanan self-service büfelerdeki light menülerde ordövr tabağının bulunmamasından bahsederken, ekürisi de otelin amblemi ile terör örgütü arasındaki bağlantıdan bahsediyordu.....


Ey TDK, laf olsun torba dolsun, dostlar alışverişte görsün değil vazifen, adın üstüne, Türk DİL Kurumu, ahırdaş ne? aksakal ne? geçgeç ne? YUH DİYORUM....

ÖKSÜR ÖKSÜR DİZ İPE!!!
Meali: OSUR OSUR DİZ İPE...........

BİR EYLÜL SABAHI BİR ANNE

Yatağımda uyuyorum, uykunun tatlı girdabı beni yavaş yavaş yüzeye fırlatmaya başlamış, sabah yaklaşmış olmalı, ama çalar saatim daha çalmadığı için kaç dakika sonra çalacağına keyifle kaygılanırken uykunun kucağındaki yumuşacık misafirliğime devam etmekteyim.

Odamın kapısı yavaşça açıldı, girdaptan izliyorum gözlerimi açmadan, daha doğrusu kulaklarım sesleri beynimde küçük bulmacalara oradan da olası görüntülere çeviriyor, rüyayla gerçek arasında bir yerlerdeyim.

Kapıdan içeri giren, ufak ve özenli sessiz adımlarla başucumdaki pencereye geliyor, tül perdenin kıpırtısını duyuyorum, ardından da tülün altındaki güneşliğin olabilecek en yavaş frekansı yayması için olabilecek en seri hareketle kapatılmasını, ardından gene minik bir adım, yüzümü belli belirsiz yalayan bir nefes, başucumdaki komodinden kaldırılan saatin miniminnacık bir çınlaması ve odanın kapısına doğru ilerleyen, uzaklaşan gene özenli sessiz ayak tıpırtıları....

Gözümü açıyorum.... Annem....odadan çıkmak üzere, eli kapının kolunda, minimum gürültüyle kapatmaya hazırlanıyor, başımı kaldırarak yüzüme uyku mahmuru dağılmış saçlarımın arasından bakıyorum..

· Anne napıyorsun?

Annem, bir elinde çalar saatim, diğer eli kapının tokmağında,

· Yok bir şey yavrum,
· Anne, saatimi aldın nereye gidiyorsun, uff saat kaç?
· Saat 05:30 Deryacım, sen yat uyu, bugün işe gitmeyeceksin..
· Gitmeyecek miyim , neden ki?
· İhtilal oldu yavrum, sokağa çıkma yasağı var, hadi sen uykunu açma, uyu...

Deli gibi fırlıyorum, yüzüme dağılan saçlarım bile irkiliyorlar.....

Annem güneşlikleri kapattığı için odam loş, odamın ışık/ses yalıtımı uykunun koynunun ta kendisini oluşturmuş annem sayesinde.

Meğer günlerden 12, aylardan Eylül, yıllardan 1980 imiş, meğer ihtilal olmuş, meğer 20. yüzyılın son çeyreğindeyken bir Avrupa ülkesi olduğuna kendimizi inandıramazken bir de üstüne devrim olmuş..... Ne gam....

Çok gam.... ama önce analık gamı.....Afallamıştım....uykunun koynundan ihtilalin soğuk gerçeğine geçme yolunda annemin kucağında takılı kalmıştım. Politik gündemi babamla birlikte büyük bir dikkat ve özenle takib eden, haberleri izlerken/dinlerken neredeyse “iç geçirmemi” bile gürültüden sayan annem, işte şimdi, ülkede devrim olmuşken, hem de henüz olmuşken, hem de duyduktan hemen sonra, ilk iş kızının fazladan uyumasını kendine dert edinmiş, anneliği tercih etmişti.


Nereden mi aklıma geldi,.... aslında sanırım hep aklımda... aktüaliteyi takib ederken ve annemi özlerken...evet..hep aklımda..

Şanslıyım biliyor musunuz, askeri darbeyi böylesine sımsıcak “anne hatırasıyla” sarmalayabilmiş bir şanslı...

Annelerin, anneliğin tarifinin içine “darbe olduğunda evladının uyumasını görev edinen kalp” i de katabilir miyiz lütfen...

14.07.2010

UYANANLARIM DEVAM

Anneannemin akrabası olduğu rivayet edilen, ama aslında kim olduğunu hala bilemediğim bir Ahmet Abi’miz vardı bir de. Ahmet Abi’de anneannemin evinin önemli karakterlerinden biridir. Yaşı hakkında bir fikir edinebilmeniz için annem ve teyzemin Ahmet Abisi olduğunu söylesem, aynı Leman Abla örneğindeki gibi bir yaş aralığında olduğu herhalde anlaşılır. Kısaca, Ahmet Abi koskocaman bir adamdı. Neyse bu teferruat. Ahmet Abi anneannemi muntazam ziyaret eder, her geldiğinde de onun yapması için listelenmiş “angaryalar”dan en az birini hallederdi. Ahmet Abi evliydi. Karısının adı Firdevs (Yenge) idi, anneannem ona Firdevs diye hitab ettiği için onunla ilgili anılarımın başlığı ismiyle yenge arasında gider gelir. Firdevs huysuz bir kadındı, asık suratlı, hiç çocuğu olmamış mutsuz bir kadındı. Arnavutmuş, anneannem söylerdi: “Ayol bugün Firdevs gene zom zom asmış suratını oturuyordu, Arnavut inadı tutmuş besbelli” gibi.. Firdevs’in evi hatıramda o kadar canlıdır ki.

Asık suratlı ve mutsuz olmasına rağmen, hatta konuşurken sürekli geğiriyor olmasından irkilmeme rağmen, Firdevs demek ki kalbimin yumuşak tarafına bir şekilde yerleşmiş. Hatırlamıyorum ama belki bana bakışlarında “keşke benim kızım olsaydın” yakarışını görmüştüm, kimbilir. Firdevs yengenin evi, o mahallenin daha derme çatma evlerinin olduğu sokakta idi. Aslında o sokak benim için çok eğlenceli bir yerdi. Muhtemelen tamamı göçmenlerden oluştuğundan sanırım, rengarenk, bol sesli, bol çocuklu, bana koyulan hijyenik ve adab-ı muaşeret kurallarının işlemediği, bir nevi kurtarılmış bölgeydi. Çok eğleniyordum o sokağa gittiğimizde. Temiz kıyafetlerim ve kırmızı ayakkabılarımla oraya ait olmadığımı ayan beyan belli eden görüntüme rağmen onların zevklerini paylaşabilmenin ayrıcalığını doya doya yaşıyordum.
Firdevs yengenin evine küçük bir avludan giriliyordu, üç beş basamakla çıkılan evin kapısından anneannem başını eğerek girebiliyordu, gerekmemesine rağmen ben de eğiyordum başımı. Firdevs ise adeta iki büklüm oluyordu o kapıdan girip çıkarken, zira o çok uzun boylu bir kadındı. Girdiğimiz odada tam karşıda, camın önünde bir sedir vardı, işte o sedir hayatımda asla unutamayacağım bir konumdaydı. Anlatmaya çalışayım, evin arka tarafı çok büyük bir bostandı, hani şu Mühübaanım’ın uçlu bucaklı bostanının uçsuz bucaksızından. Anlayamadığım ama bayıldığım bir şekilde, pencere bostanın seviyesiyle neredeyse sıfır noktasındaydı. Pencerenin önünde lahanalarla aynı seviyede oturuyorduk. Demek o bölgede kot farkı varmış, bana büyülü geliyordu o vakitler. Uzun boylu Firdevs yengenin birkaç basamakla çıktıktan sonra başımızı eğerek girdiğimiz evinin kapısından koskocaman bostanla gözgöze gelinen sediri.. Alice Harikalar Diyarı’nda gibi, bir tavşanın çıkıp bana saati sorması beni şaşırtmayacaktı, öyle diyeyim.
Firdevs boğuk ama tiz sesli bir kadındı, hep asık suratlıydı, fıkra anlatırken bile. Ben onun fıkralarına gülerdim. Karmaşık bir ilişkimiz varmış Firdevs yengeyle. Dedim ya, kendimce pek severdim ben onu.
Ahmet Abi ile anneannemin ailemizde sürekli anlatılan bir maceraları vardı. Anneannem gene bir gün onu çağırmış ağacı budaması için. Ahmet abi ağacı budarken de, anneannem mutfakta işlerini yapıyormuş, birden bahçedeki hareketliliğin durduğunu hissetmiş, bahçeye bir de çıkmış ki (devamını anneannemin ağzından yazıyorum, babama anlatıyor)
- Oğlum, şeytan dürttü, ayol bahçeden hiç ses gelmiyor, Ahmet ne yaptı acaba diye bir bakayım dedim. Bahçeye çıktım, bir de ne göreyim, Ahmet ağacın dalında asılı kalmış. Eyvah öldü adamcağız diye koştum yanına, gözleri yarı açık. “Ahmet Ahmet” diye sesleniyorum, nafile, cevap yok. Bir de yüksekte asılı kalmış ki, hemen tabureyi kaptım, üstüne çıktım ve Ahmet’i paçasından çeke çeke aşağı aldım. Rengi olmuş kağıt gibi bembeyaz. Kalp krizi geçiriyor zahir dedim kendi kendime, hani bana da olur ya, hemen mutfağa koştum, tabii aklım başımdan gitmiş, henüz bulgur pilavı pişirmiştim, bir tabağa koydum ve Ahmet’e getirdim, zorla yedirdim.
- Bulgur pilavı mı yedirdiniz Validanım?
- Evet, ama inanmayacaksın, yedikçe rengi yerine geldi, nerdeyse tamamını yedi. Ahmet açıldı. “Sağol Nazire abla, kendime geldim valla” demez mi, bir nefes aldım ama ay elim ayağım boşaldı .
- Validanım, size demek bunca sene göğsünüz sıkıştığında Trinitrine’i boşuna vermişiz, bir tabak bulgur pilavıyla halledebilirmişiz……
Anneannemin angine de poitrin’i vardı, hiç beklenmedik zamanlarda nefesi daralır, teyzeciğim her seferinde mucize ilacı Trinitrine’i yetiştirir ve anneannemin hayatını kurtarırdı.
Saçlarım uzundu küçükken, bir de kahküllerim vardı. Anneannemin kahküllerime büyük itirazı vardı, “ayol çocuğun alnına saç yürüyecek, şunları arkaya atsanız, benim lafımın hiç mi hükmü yok aşk olsun” larını annemle babam sevgiyle geçiştiriverirlerdi. Kahküllerime söz geçiremeyen anneannem ondan sonra saçlarıma hükmetmeye karar vermişti, bulduğu her fırsatta arkadan tek örgü yapardı. Gene öyle bir gün, bebeğimle oynarken,
- Derya gel saçlarını öreyim de ensen rahat etsin”,
anneannemin baş ve boyun kısmımla neden bu kadar yakından ilgilendiğini anlayamıyordum elbette. Gittim önüne oturdum. “
- Ben saçını örerken başını dik tut, ben çeksem de arkaya verme başını, verme ki örgün gergin ve muntazam olsun. Bak acıyor diye de şikayet etme, bir öreceğim, akşama kadar tek bir saç teli kıpırdayamayacak. Aaa evladım, ensen açılsın acık, gel.
Önce taradı, ardından örmeye başladı. Birden, saçımı çok ciddi çekmeye başladı, ben ise tembih edildiği üzere başımı, saç diplerim çok acımasına rağmen, öne doğru çekerek gerekli gerginliği sağlamaya çalışıyorum. Arkadan çekimin şiddeti gittikçe artıyordu, canım çok acımaya başlamıştı. Tembihli olduğum için acıya dayanıyor başımı inatla öne çekiyordum. Saçma sapan bir durumdaydık. Tam o sırada kapı açıldı ve teyzem, içeri girmesiyle “Anne!” diye bağırarak tam yanımızda duran etajerin üzerindeki Trinitrine’e saldırdı. Normal değil bu durum. O turuncu metal kutu ortaya çıktığında hep problem ve panik oluyordu. Gene öyle olmuştu işte. Arkadan beni çekiştiren kuvvet yokoldu, başımı bir çevirdim ki, anneannemin ağzı çarpılmış, gözleri belermiş. Teyzem ustalıkla dudaklarını aralayıp minik beyaz ilacı dilinin altına kaydırdı.
Anneannemin göğsü sıkışmış saçımı ondan çekermiş, arkaya kaykılıyormuş nefes darlığından meğer. Kısa zamanda kendine geldi ama ben uzun yıllar saçımı ördürmedim, hala da ördürmem, kendim örerken de hep gözümün önüne bahçeye bakan oturma odası gelir. Hayatımızın, geçmişimizin şifreleriyle gözgöze gelmek böyle oluyor demek.
Anlatmıştım ya, koskocaman anahtarlı koskocaman cümle kapısından içeri girildiğinde sağdan aşağıya inen merdivenlerin sonunda büyük taşlık, mutfak ve hamam vardı diye. Ah o hamam. Pazar günleri kazanlarda sular kaynatılır (ilerleyen zamanlarda odunla yanan termosifona terfi etmiştik), kurnalı hamama tahta takunyalarla girilir, anneannem büyük tabureye oturur, beni de önündeki küçük tabureye yerleştirir, kurnada sözümona ılıtılan su bakır tasla başımdan aşağı boca edilir ve birkaç tas suyla ben yandıktan sonra anneannem eline o sert dikenli bezi geçirirdi. Kese! Vücudum keselenirken dayanırdım da, sonrasında sıra işkenceye gelirdi. Keseden sonra gene tasla üstüme döktüğü o sözümona ılıtılmış sular tenime milyonlarca iğne batırırdı. Kaçmak isterdim, kaçamazdım. Ardından saçım yıkanırken o beyaz sabun gözüme kaçardı, gene canım acırdı. Bütün bu mezalim bittikten sonra ise, lavanta kokulu peştemallara sarılıp kucakta oturma odasına götürülüşüm ve teyzemin o en sevdiğim bardakta getirdiği serin şerbet bunların tamamını unuttururdu.
Pazar günleri ritüelinin devamında, teyzemin Mühübaanım’ın bostanından topladığı pazılarla yaptığı börek olurdu. Kocaman tepside börek hazırlanırdı ve Ahmet Abilerin evine yakın ekmek fırınına pişirilmesi için gönderilirdi. Yaklaşık bir saat sonra, börek enfes kokular içinde gelirdi, yanına muhakkak yoğurt servis edilir, böylece hamam töreni bol C vitaminli karbonhidratla tamamlanmış olurdu.
Ben İzmir’de doğmuşum, ama Kuşadası’nda olmuşum. 1985’de evlendiğim sene Eren’le birlikte bir haftalığına Kuşadası’na giderken annem şöyle demişti:
- Derya, sahilde bir İlkokul vardır, oraya iyi bak, sen orada oldun.
- Nasıl yani anne, ben okulda mı doğdum.
- Hayır kızım, sana doğdun demiyorum, oldun diyorum.
- Nasıl yani anne???
- Valla hesabım tutuyor, o yaz Kuşadası’nda o ilkokula kampa gitmiştik.
- Ay anne tamam, anlatma, hey Allahım tövbe tövbe.
- Ne var kızım, sen hüdayinabit değilsin ki, aaa..
Annem, 1930’lu yılların sonlarına İstanbul Çapa Kız Öğretmen Okulu’nda okurken, anneannem ve dedemin yakın ahbapları Neşat Bey ve Sahure Hanım’ın büyük kızları Destina’nın nişanında babamın gözüne takılıyor. Babam damat Osman Bey’in İstanbul Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden sınıf arkadaşı. Üniversite’yi yeni bitirmiş, Tarih öğretmeni. Annem hakkında damattan bilgi aldıktan sonra cesaretini toplayıp masaya gidiyor ve dedemden annemi dansa kaldırmak için izin istiyor. Dedem bu kararı anneme bırakıyor ve annemle babamın elleri bir valsle birleşiyor. Devamında babam annemi okulunda birkaç kere ziyaret ettikten, arada mektuplar gidip geldikten sonra, gene bir cesaret haber gönderiyor dedeme ve arkadaşı Osman’la birlikte dedemin karşısına oturuyorlar.
Babam dedeme annem ile evlenmeye talip olduğunu söylüyor. Dedem babamı birkaç soruyla tanıdıktan sonra
- Evladım sizin anneniz, babanız, bir büyüğünüz yok mu?
- Efendim bir tek annem var, İzmir’de yaşıyor. Ancak ben karşınızdayım.
demesiyle annemle babamın arasında söz kesiliyor.
Babam İzmir’de Berra Hanım ile Salim Bey’in tek oğulları olarak dünyaya geliyor. Berra Hanım da Salim Bey’de dullar, ikisinin de ilk evliliklerinden ikişer çocukları var. Salim Bey Mısır’ın İskenderiye şehrinden, kızı Hatice ve oğlu Ömer Faruk İskenderiye’deler. Berra Hanım ise Seferihisar’lı, ilk eşinden Müşerref ve Semiha adlı iki kızı var. Adnan, Salim Bey’le Berra Hanım’ın tek ortak çocukları ve birlikte yaşadıkları Müşerref ve Semiha ablalarından oldukça küçük. Salim Bey gıda ticaretiyle meşgul, evine, üvey kızlarına ve öz oğluna ve tabii ki Berra Hanım’a çok düşkün. Akşamları demlenmeyi seviyor, eve gelirken de her akşam muhakkak o dönemin seçkin mezelerinden getiriyor. Sofra kuruluyor, Salim Bey mezelerden birer lokma aldıktan sonra, muhtemelen rakı mezesi olması sebebiyle, kalanları doğruca Adnan’ın önüne bırakıyor. Netice, Semiha ve Müşerref annelerinin yaptığı yemekle yetinirken, Adnan babasının nadide mezelerini mideye indirerek tamamlıyor akşam sofrasını. Bunun doğal bir neticesi olarak ablalarının çocukça husumetini göğüslemeyi de öğreniyor ister istemez.
Adnan’ın bu sefahati ancak 7 yaşına kadar devam ediyor ve Salim Bey hayata veda ediyor. Çoktan birer genç kız olmuş Müşerref Halik Bey ile, Semiha ise Sabri Bey’le evlenerek evden ayrılıyorlar. Adnan Berra Hanım’ın tek gururu, canyoldaşı, sebeb-i hayatı oluyor. Karşıyaka’da oturuyorlar, mahallelerindeki komşularının çoğu Rum, Adnan’a “Athenon” diye sesleniyorlar. Babamın sürekli tekrarladığı tekerleme çocukluğuna dair hatırladığı eğlenceli bir melodiyle şöyle söyleniyor:
Meêrdiven başiinda biir kocakarii
Aldi paralaari cicosçi karii
Anneyy, anneyy, vamos parakiii!
Adnan yaz tatillerini teyze ve dayılarının yaşadığı Seferihisar’da geçiriyor, tütün topluyor, kuzenleriyle birlikte kirpi yakalayıp ters çevirip suya bırakıyorlar ve kirpinin ayakaltlarını gıdıklıyorlar, babam anlatırdı ordan biliyorum. Kirpiler gıdıklanıp cırcır bağırırlarmış, bizimkiler de çok gülerlermiş, ta ki büyüklerden biri bu sesleri duyup gelip kirpiciği kurtarıp bunları kovalayana kadar.
Devamında, Salim Bey’in bıraktığı mirasla yaşayan Berra Hanım oğlunun Lise den sonra İstanbul’da Üniversite okumasına razı geliyor, Adnan’ın tahsili için ayrılan fon Müşerref’in banka müdürü olan kocası Halik enişte’nin kontrolüne veriliyor ve Adnan İstanbul’a geliyor. Yıllar sonra babam bizlere Halik enişteyi hayatı boyunca affetmeyeceğini söyleyerek şunu anlatmıştı:
- O zamanlar tahsilim için ayrılmış miktar çok yüklü bir meblağ idi. Ben İstanbul’a geldikten sonra ilk bir yıl eniştem bana her ay muntazam belli bir miktar yolladı. Sonrasında bir gün mektup yazarak “ben paranın tamamını senin hesabına yatırdım, sen kendin idare et, bu sorumluluğu taşımak istemiyorum” dedi. Bu o zamanlarda bana yapılabilecek en büyük zarar olabilirdi, zira 20 yaşımdaydım, İstanbul gibi bir şehirde tek başıma yaşıyordum ve o paranın tamamını birkaç ay içinde sorumsuzca tüketebilme riskim çok yüksekti. Bunu yapmadım Allahtan, ama eniştemi de hiç affetmiyorum.

Adnan’la nişanlanan Güzin, Çapa Kız Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra ilkokul öğretmeni olarak Adana’ya tayin oluyor.. Henüz 19 yaşında. Dedem anneannemi de yanında gönderiyor annemin. Herhalde tanıdıklar vasıtasıyla bir ev kiralanıyor, anneannemin ilk işi giriş katı olan evin pencerelerine siyah perde dikmek oluyor, sebebini de anneme şöyle izah ediyor:
- Kızım burası yabancı yer, sen nişanlı bir genç kızsın, maazallah lisana geliriz.
Adnan ise Hatay Dörtyol’da 38 ay sürecek askerlik hizmetinde. Büyük bir şans eseri annemin okuldan sınıf arkadaşı olan Mualla da Adana’ya tayin olmuş ve o da aynı model, annesiyle birlikte gelmiş Adana’ya. Anneannem naturel bir kadındı ama sonraki yıllarda benim de tanımak şansını yakaladığım Mualla teyzenin şimdi ismini hatırlayamadığım annesi daha süslü bir kadındı. Gözüne sürme çeker, kaşına rastık sürerdi. Gitmelerinden kısa bir zaman sonra, Mualla teyzenin annesi anneanneme:
- Kardeşim, bu Pazar kızları da alıp bir fayton turu yapalım, şöyle sağımızı solumuzu bir görelim, hem eğleniriz de.
diyor.
Pazar günü sözleşildiği gibi faytona biniliyor ve Adana sokaklarında dolaşırken Mualla teyzenin annesi faytoncuya
- Evladım faytonun üstünü aç da acık hava alalım pek sıcak
demesiyle, annem ve Mualla teyze ve karşılarında oturan anneannem ve Mualla’nın rastıklı sürmeli annesi, annemin tarifiyle Adana sokaklarında “şak şak şak” tur atıyorlar. Ertesi gün annem işe gidiyor, ilk teneffüste hademe gelerek Müdür Bey’in çağırdığını haber veriyor. Müdür’ün odası:
- Güzin Hanım kızım, dün Mualla öğretmen ve validelerinizle birlikte fayton turu yapmışsınız.
- Evet Müdür Bey,
- Kızım, Pazar günleri faytona binmeseniz, rica etsem.
- Anlayamadım efendim.
- Diyorum ki, Pazar günü faytona binmeseniz, hatta faytonun üstünü hiçbir şartta açtırmasanız.
- Müdür Bey, ben İstanbul’da yetiştim, uygunsuz durum ne demektir bilirim, ancak fayton ve üstü, pek anlayamadım. Hem annelerimiz de yanımızdaydı, alt tarafı bir şehir turu attık, saygısızlık etmek istemem ama müdahaleniz pek yersiz geldi bana.
- Kızım, daha açık anlatayım o halde. Adana’da pavyona yeni sermayeler geldiğinde Pazar günü herkes görsün diye faytona bindirip, faytonun da üstünü açıp tur attırırlar.
- Anladım Müdür Bey…….
“Lisana gelmekten” çekindiğinden pencerelere siyah perde asan anneannemin fayton sefası Adana’lıların dağarcığında kaldı mı bilmem ama “ay ne olur anlatmayın, bak hala fena oluyorum” diyerek kızaran anneannemin yanında hep anlatıldı ve gülüşüldüydü.
Anneannemin doğal bir komedyen olduğundan bahsetmiştim, bu özelliği hayat tarafından da onaylanmış olmalı ki, hep en korktuğu şeylerle şaka yapmaya devam etmiş hayat ona. Adana macerasında anneannem bir gün de kömür almaya çıkmış. Binbir zahmetle yolu bulduğunda, tarif üzerine kömürcüye giden kestirme sokağın başına gelmiş, girmek ne mümkün. Sokağın başında bir bekçi.
- Giremezsin Hanım!
- Aaa, neden ayol, kömürcüye gidiyorum.
- Yok, öteden dolan, buradan giremezsin.
- Neden, yangın mı var, aaa kömürlük mü yandı yoksa?
- Yok yangın falan, giremezsin o kadar!
- A, çekil be adam, ne demek giremezsin, börttüm zaten yürümekten.
- Yok hanım, giremezsin, yasak.
- Aa polis çağıracağım, ne yasağı bu böyle.
- Hanım teyze, bak yaşına hürmeten söylemek istemiyorum ama sen de müşkülat çıkartıyorsun, burası Umumhanelerin olduğu sokak, giremezsin…

Anneannem akşam annem gelene kadar bu “utanç”la hercümerc olduktan sonra akşam sofrasında anneme onun hatırına nelerle karşılaştığını, anneliğin böyle bir şey olduğunu, hayatında böyle mahcub olmadığını bu nadide örnekle anlattığında annemin tepkisi ne olmuştu bilmiyorum, ama, yıllarca bu ailede anlatıldı ve anneannemin naiv dünyası bizi gülümsetirken de içimizi ısıtmaya devam etti.

Nişanlılıkları o devirdeki savaş neticesi askerlik hizmetinin 3 yıl sürmesinden mütevellit gereğinden uzun sürmüş olan annem ve babam nihayetinde evlenmişler ve Adana’da annem ilkokul öğretmenliğine devam ederken, babam da önce kısa bir dönem Lise’de Tarih öğretmeni, ardından da o lisenin Müdürü olarak … yıl Adana’da kalmışlar. Yeni evlilerin kalıcı bir misafirleri de olmuş ve devamında bu taze ailenin bir ferdi olarak hayatının sonuna kadar onlarla yaşamış. Babaannem. Berra Hanım.

Düğünü müteakip Adana’da tek göz bir kiralık ev bulunmuş ve ama o tek göz oda evde annem-babam ve babaannem hep birlikte yaşamaya başlamışlar. Durumun saçma uygunsuzluğu, babaannemin evin yakınından geçen trenyolu sebebiyle gürültüden şikayet etmesi fırsat bilinerek derhal yeni ve bu sefer iki odalı bir ev bulunup taşınılarak düzeltilmiş. Gerçi babaannem tren gürültüsü olmayan evi bilinmeyen bir sebepten beğenmemiş ve iki yatak odalı evde uyuyamadığından şikayet ederek eski eve geri dönülmesi konusunda epeyce ısrarcı olmuş, ancak babamın kati ultimatomu sonucu

- Anne, başımızın üstünde yerin var ama bizim şartlarımız ve düzenimiz bu, rahat değilsen İzmir’e Müşerrref Ablama ya da Semiha Ablama rahatlıkla gidebilirsin,
şikayetlerini mırıldanma frekansına indirerek fazla ısrar etmemiş. Babaannemi ben hiç tanımadım. Berra Hanım’ın aklımdaki tarifi annemin eski model bir saygı ve kendine has yumuşaklığıyla kamufle ettiği “usanç” ile abim ve ablamın anlattıkları, onlarla eğlenen, şakalar yapan, tekerlemeler ezberleten, ….. romanını sürekli okuyarak torunlarına arada o romandan kupleler okuyan tonton kadın arasında gidip gelmekte. Sanırım eğlenceli ve muzip tarafını kalbim daha çok benimsedi.

Hemen aklıma gelen bir babaannem anekdotu. Anneannemin “Hacıanne*” dediğimiz bir arkadaşı vardı, daha doğrusu “ahretliği”, ismini hala daha bilmiyorum, adından da anlaşılacağı gibi Hacı idi, ama ne Hacı!! Son derece espritüel, açık fikirli, zaman zaman anneannemden daha avant garde olabilen bir kadındı. Anlatılanlara göre babaannemle pek iyi anlaşırlarmış. Bir keresinde, anneannemin evinde hem babaannem hem de Hacıanne yatıya misafirken, bu iki muzip, çiroz alıp uyuyan anneannemin koynuna atıvermişler. Uykudan kesif çiroz kokusuyla uyanan anneannemin durumu keşfedene kadarki telaşını ve sonrasındaki hayretini kahkahalarla izlemiş ve çok eğlenmişler. Bizler de her fırsatta bunu anneme anlattırır, sonra da dakikalarca gülerdik.

Evimizin, ailemizin geceleri çok güzel geçerdi hep. İştahsız bir çocuk olduğumu anlatırlar. İşte tam da bu sebepten akşam yemeklerinde babamın yanına oturtulur, onun şefkatli otoritesi altında tabağımdaki yemeği bitirmek zorunda kalırdım. Yemek zorunda olduğum yemeklerle ilgili herhangi bir tatsız hatıram yok, sadece en büyük itirazım çorba içtikten sonra su içmeme müsaade edilmemesi idi.
- Çorbadan hemen sonra su içilmez kızım, dişinin minesi çatlar! (sanki diğer yemekleri soğuk yiyormuşuz gibi)
İnadına da çorba içtikten sonra deli bir hararet bastırırdı, su içmek için her seferinde yeltenir, ardından da bu tembihle durdurulur, çorbadan sonra servis edilen yemeğin ilk birkaç lokmasını içeceğim suyun hatrına adeta yutardım. Akşam yemeği hep aynı saatte yenirdi bizde. Kışın akşam 19:00’da, yazın ise yaz saati uygulaması yüzü suyu hürmetine 19:30’da.

Akşam yemeği hazırlanırken, annem muhakkak mutfakta son anda bir şeyler hazırlıyor olurdu. Tedbirli ve organize olmasına rağmen sofraya “taze pişmiş/hazırlanmış” gelmesi gereken bir şey muhakkak olur, annem 19:00 eşiğini geçirmemek için bir telaş içinde olurdu. Annem bu koşturma içindeyken de ya abim ya da ablam annemle özel bir şey konuşmak için yanında olurlar, o da telaşının içine bir de “babamın duymaması gereken konu”nun hassasiyetini ekler, yanakları al al olurdu. Bendeniz ise kapı arkasında değil, ama mutlaka yakınlarında olur, oralarda oyalanır, fısırtıların kaynağını merak ederdim. Duysam da çoğunlukla anlayamadığım konuları bilmek gene de beni tatmin ederdi.
Evin içinde olanları kendimce gizlice izlemek huyumun bir örneği bile var. Babam banyo yaparken evde bir karmaşa oluyor, yanılmıyorsam babamın yeni aldığı ve o gün ilk defa kullanacağı bornozun bir kolu, annemle ablam arasındaki bir çekişme sırasında yırtılıyor. Yaşım epeyce küçük sanırım, 3 ya da 4. Annemin ablama “baban duymasın” dediğini duyduktan sonraki ilk işim banyonun kapısını aralayıp babama “bornozun kolu gitti” deyip kapatıp ortadan yokolmam. Babam banyodan çıktıktan sonra anneme “Ne oldu bornozun koluna” sorusu ve annemin şaşkınlığı, ve ardından deşifre olmam!!
Bunu neden yaptığımı tam olarak hatırlayamıyorum ama bir tahminim var. Ablam Üsküdar Amerikan Koleji’nde okuyor, yaptığı her şey, giydiği her şey benim için çok cazip. Karıştırılacak çok eşyası var. Günlerden Pazar, ablam odasında şeffaf bir kağıda renkli kalemlerin uçlarını toz haline getirerek çizdiği bir şeyi (aydınger kağıdına yaptığı Türkiye haritası) boyuyor, değil bakmama, yanına yaklaşmama dahi müsaade etmiyor, aklım orada. Annem börek yapmış. Etrafında dolandığımdan olsa gerek, bana kenarından bir dilim kesip vermiş ve ben böreği afiyetle yedikten sonra ablamın odadan çıktığını görüp doğruca hedefe ilerlemişim. O şeffaf kağıt şahane renklerle boyanmış, masanın üstünde duruyor. Yakından bakmam lazım. Ellemekten ne çıkar ki. Anlamaz bile ablam. Elime alıp her tarafını inceliyorum, pek bir şey anlamıyorum ama renkler çok güzel, bir gün ben de böyle güzel resimler yapabilecek miyim acaba. İyice bakıp her tarafını inceledikten sonra ilgim bitiyor, masaya bulduğum şekilde bırakıp odadan çıkıyorum.
Devamında ablamın “haritam mahvoldu, Derya yaptı, ona elleme demiştim” diye bağırmasına çok şaşırıyorum. Nasıl anladı ki. Ablam hiddetle haritayı buruşturup, bir top haline getirip yere fırlatıyor. Annem devrede “Kızım dur, o kadar uğraştın, ne oldu?”, “Anne yağlı elleriyle tutmuş haritada yağlı parmak izleri her yerinde, offfffffffff”. Şimdi anladım, tevekkeli annem hep “ellerini yıkadın mı” diye sorar yemeklerden sonra, demek iz bırakmamam için uyarıyormuş beni, hay Allah.
Devamını hatırlamıyorum, zira muhakkak biryerlere gizlenmiş ya da hiçbirşey olmamış gibi babamın hoşuna gidecek cümlelerimi kurarak onun dizine yerleşmiş olmalıyım. Fırtınanın geçtiğini zannediyor iken, ablamın “hadi banyoya” dediğini hatırlıyorum, gerisi acı dolu. Ablam beni olabilecek en sıcak suyla haşlayarak yıkadı, sesimi çıkartamadım, banyo bittikten sonra da, ince telli ve uzun saçlarımı olabilecek en ince telli tarakla taradı (çok acımıştı canım çok), gene sesimi çıkartamadım. Bütün bu acı bittiğinde tamamen içgüdülerimle o güzel resmi bozmamın bedelini ödediğimi biliyordum. Ne annem ne de babam canımın ne kadar yandığını hiç bilmediler

24.06.2010

İlhan Selçuk yaşıyor muydu ki ölsün! demiş birisi

İlhan Selçuk yaşıyormuydu ki ölsün?
Diye sorarak başladığı yazısına nefret kusarak devam etmiş.. Arkasından tören, anma düzenleyenlere de boşuna uğraşmayın dercesine. ‘ ..o gövde çürüktür artık, içi boştur, dediğim gibi kurtludur.’ Diyerek son noktayı koymuş...
Kim mi bu kifayetsiz muhteris? Engin Ardıç denen köşe yazarı...
Buyrun okuyun önce...
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ardic/2010/06/23/yasiyor_muydu
....
Bir insan, bir gazeteci, bir meslektaş... Daha toprağa verilmeden bir ölünün ardından bu kadar saygısızca nasıl konuşur diye kendinizi boşuna harap etmeyin. Yazdıklarının hiç biri ne geçmişten gelen bir husumete, ne de köşeleri birbirine ters iki medyanın dayanılmaz ucuzluğuna bağlı değildir. Son derece basit bir sebebi vardır bu öfke dolu zamansız zırvaların... Son derece basit ve küçük bir sebep... Bir gece önce elinde kalan çükünün hıncıdır bunları ona söyleten. Çünkü bu adamın çükü ne zmaan elinde kalsa böyle çirkefleşir. Köşesinden zehir saçmakla tehtid eder, kabalaşır. Nereden mi biliyorum? Bizzat yaşadım da ordan...
Hikayeyi uzun uzun yazıp, matah bir anıymış gibi süslemeye kalemim el vermez, ancak biraz detay yazmazsam da durum tam kendini ele vermez.. Biraz kısa, biraz uzun o günü yazmalıyım.
Bu zatın büyük bir ulusal kanalda haber sonrası yorum yaptığı yıllar. 95 Haziranı olabilir, emin değilim ama öyle olmalı.. Kuruçeşme Zihni barda karşılaştım bu zatla... İğrenç bir anımdır, ilk defa anlatasım geldi. Farzedinki dün öldü ve şu an cenaze namazı kılınıyorken ona veda yazısı yazmam gerekti.
İzmir’den gelen bir kız arkadaşımla, eski sevgili olan zihni’nin barına gitmeye; son zamanlardaki aşırı zayıflığın altında bir marazi durum olup oladığına yarı şaka yarı ciddi bir endişe ile bakmaya karar verdik. Birkaç yıl aynı reklam ajansında meslek gereği şık ve bakımlı giyinen iki İzmirli arkadaştık. O kendini Marmaris’in Turunç koyuna attığından beri bir meczupa dönüşmüştü. Ya da bana öyle geldi.
Uzun zamandır ilk defa bir aradayız. Eski günleri yad ederken ona dedimki.. Kızım bu hain ne? Gel berbere gidelim, biraz bakım falan... O, düz olan saçlarını kıvır kıvır, ben kıvırcık olan saçlarımı altın sarısına açtırarak dümdüz yaptırıverdik... Tırnalar??? Kırmızı!!! Hiç sürmeyiz oysa... Dudaklar??? Kırmızı!!!! Hayatımda sürmedim. Sürmem aa, o kadar da değil... Kot pantalon gömlek, hafif makyaj, hazırız.
(Haziran yağmuru o günde vardı ne hikmetse... Bu adam bana Haziran yağmuruyla yağmaya devam edecek anlaşılan, neyse...) Açık havada oturuken birden inanılmaz bir yağmur indirdi. Aceleyle bütün müşteriler alt kata indik. Haliyle içerisi sıkış tepiş bir hal aldı. Zihni eski enişte olduğundan kıyak çekip barda bir köşeye iliştirdi bizi... Oturup, birbirimizi görünce ikimizde deliler gibi gülmeye başladık. Onun kıvırvık saçları sopaya; benim düz fönler kıvırcık antenlere dönüşmüştü. Gerçekten komiktik bize göre. Birden bir viski bardağı tutan bir el uzandı aradan ‘ Pardon, koymamda bir sakınca var mı?’ dönüp baktım iyi giyimli bir bey.. ‘Tabii’ dedim. (Tamamen bardağı kast ederek elbette.) Ardından bir tekila bardağı uzandı... Sen de koy hadi, diyecektim ki bu sefer arkadaşı tanıdım...Hayli minik minyon izmirli bir gazeteci arkadaş... (isim vermiyim anlayan anlasın) Onu tanımam, ardıç kuşunu tanımamam birinci dereceden beni hedef yaptı sanırım... Adam hedefe kitlendi dakkasına.. Kulağıma kendini tanıtan cümleler kurmaya başladı, vır vır... Döndüm... ‘Tamam kim olduğunuzu anladım. Ama sizinle ve düşünceleriniz ile ilgilenmiyorum, erkek dergilerinde kadın anlatan birisiniz beni hiç ilgilendirmiyor sizin fikirleriniz. Arkadaşımla uzun zamandır görüşmedik onunla ilgilenmek istiyorum izninizle’ dedim... Vayyyyy!! Sen misin bunu diyen... ‘Saçları sarıya boyayıp buralara geldiysen seninle kimin ilgilenmesini istediğin açık.’ Demesin mi? O zamanlar daha deliydim, lafımı sözümü hiç esirgemden konuşmam meşhurdu.
‘Çok iğrençsin... Kes sesini’ diyiverdim. Ben bunları konuşurken benim arkadaş İzmir’den geldiğini İzmirli olduğumuzu hemşehrimiz yazara yumurtlayıvermiş bile... Bunu duyar duymaz. İizmirli kadınları bilirim, hepsi orospudur; sen de bu gece bana vereceksin boşuna nazlanma’ dedi... Bar taburesinde tam dizime denk gelen şeyinide dizime dayadı. ‘ O tekila bardağını dizimden çek!’ diyiverdim.
Adam hepten zıvanadan çıktı. Geleceksin!!! Seni sabaha kadar s.... falan noktasına vardı iş. Ben artık iyice adamı sözümle dövmeye başladım, daha detay anlatmıyım siz hayal edin. O sırada barda kayınbraderimin patronu ile karısı ve daha önce beraber çalıştığımız, o günlerde sabah gazetesinde çalışmaya başlayan Uğur isimli eski asistanım var... Barmen de durumu anlayıp Zihni’ye haber uçurdu anında. Uzaktan bizi izliyor o da. Dışarıya nasıl bir elektirik verdiysem artık, Uğur durumu anlamış olmalı, yanıma geldi. ‘ Yaseminler gelmişler aşağıda bizi bekliyorlar hadi gidelim’ dedi... Benim saftirik arkadaşım ‘Yasemin kim? Dediğinde gözlerimi öyle bir açmışım ki hemencik anladı yasemini, sümbülü... ve biz apar topar giderken bana döndü dedi ki, ‘ yarın yorumumda seni anlatacağım, herkese rezil olacaksın!’
Uğur bizi aşağı kadar indirdi taksiye bindirdi eve yolladı... Ve uğur sabah beni aradı, arkanızdan bardan atıldılar, dedi.. Akşam geçtim ekran karşısına...
Ardıç kuşu gecenin ve gündemin yorumunu yapıyor... İstanbul’da eğlence yerlerinin çivisi çıkmış,, sarışın hafifmeşrep kadınlar herif götürmeye gelip, işine gelmediğinde evliyim diye kendilerini namuslu sınıfına koyuyormuş falan da filan...

Faşist şey içinde kalan son kurtları da böyle döküyordu.
...ama o çük çürüktür artık, içi boştur, dediğim gibi kurtludur.

Mehtap Akdeniz
24.6.2010

4.01.2010

HEY HAYAT

Bir yanım buruk
Bir yanım umutlu

Kalbim diyor unutma
Ruhum diyor hatırlarken de yaşa

Bir ona bakıyorum
Bir bunu dinliyorum

Hatıralarımı kadife keseyle göğsüme basıp
Umutlarımı atlasla paketleyip sırtıma vuruyorum

Hayat sana küskün değilim, inanıyorum
Bana verdiklerin tevekkülüm, vereceklerin kabulüm

Aldıklarının hesabını sormadan
Vereceklerinin hevesiyle içindeyim

Hayat.... seninleyim
Sıra sende
Göreyim seni
Hayat..... hadi...

Derya Ongun
1.1.2010