20.09.2007

Yeşilyurt Köyü - Bam Teli Yol Konağı'na gittim Mart 2007 de







Efendim şimdi şöyle,

Buradan Atlasjet'e biniliyor ve tam tamına 35 dakika sonra (bir servislik süre yani, sandviçin son lokmasını yutarken kemerlerinizi bağlayın inişe geçiyoruz diyo pilot abi) şıkırttadanak Edremit Havaalanına iniliyor, uçaktan inilip 18 adımda havaalanı!!! na giriliyor, 5 dakika sonra bagaj alınıyor ve karşılamaya gelmiş olan elemanın arabasına binilerek yaklaşık 35-40 dakikalık bir araba seyahati neticesinde Yeşilyurt köyüne varılıyor.

Akşam saat 23:30 suları, köy meydanında araba duruyor, limonata gibi bir hava , ama da hafif serin, minnacık bir rampayla soldaki konağa giriliyor ki, sanırsınız arkadaşınızın evine geldiniz. Sağda mutfak, karşısında bir yemek salonu, şömine çıtır çıtır yanmakta, loş ışık, teypte George Dalaras sonrasında da Cafe del Mar müzikleri çalıyor,

Çok şeker bir hanım ve birkaç köy kelebeği etrafınızda pervane, çanta odaya çıkartılıyor, baş köşeye buyur edildikten sonra "ben bir kahve alabilir miyim" soruma, "biz size mercanköşk çayı hazırlamıştık, ama arzu ederseniz kahve verelim" diyorlar, ben "ayıya bal sormuşlar, hüngür hüngür ağlamaya başlamış , verdiniz de yemedimmi" demiş misali ama ağlamadan!!!!! "şahane valla, onu içerim" diyip, gecenin geri kalanını Otel sahibesi Filiz Hanım, onun arkadaşı Aytaç Bey ve mahallenin kahvesini işleten bir delikanlının sohbeti eşliğinde 5-6 fincan mercanköşk çayı içerekten ruhumu temizleme işlemine nefis bir giriş yapmış oluyorum.

Sonra, odama çıkıyorum, ahşap ve gıcırdayan merdivenlerden, odam şahane, içinde şömine, yatak kocaman, kendimi yatağa atıyor ve nefis bir uykuya dalıyorum.

Sabah kuş sesleri içinde o caanım yatakta uyanma, gerinerek yataktan kalkıp bir duş, giyinme ve kitaplarımla bahçeye kahvaltıya inme,

Güneş sımsıcak, karşımda bir köy meydanı, kendisini en son Hayat Bilgisi kitabında görmüştüm sanırım İlkokul 3. sınıf falandı, ta kendisi karşımda, sağda cami, onun yanında meydana nazır bir Cafe, karşısında bakkal, zeytinci, köy kahvesi,kadınlar kapının önüne birer tahta taburemsi atmışlar, kimi pirinç ayıklıyor, kimi tığ işi yapıyor, kimi kızının saçını örüyor, ben ayakta dikilince "hoşgeldiniiizzz" diyorlar,

Gündüz çalışan kıdemli kelebek Teslime bana mükellef bir kahvaltı getiriyor, köy meydanına nazır bendeniz kekikli mis gibi zeytinyağlı zeytin, nefis beyazpeynir, nane ve zeytinyağına yatırılmış mis kokulu domates, iki çeşit reçel (portakal ve incir - ev yapımı haaa), bal, birkaç çeşit peynir, taze kızarmış köy ekmeği, ince belli bardakta tavşan kanı çay, ve bir de "ısırgan otlu omlet" le kendimden geçiyorum. Teslime herhalde beni gizlice gözetliyor ki, çayımın sonu yudumunu içtiğimde bardağı masaya bırakırken o boş bardağı alıyor ve dolusunu bırakıyor.

Güneş pırıl pırıl ama güneş gözlüğümü takmak istemiyorum çünki renkler o kadar güzel ki, etraf ağaçlık karşısı dağ, güneş gözlerimi sadece okşuyor şefkatle, takmıyorum gözlüğümü.

Köy meydanında yatan köpeklerden biri kalkıp biraz kaşınıyor sonra da karşı köşeye gidip bu kez de oraya yatıyor, onun yaklaştığını gören beyaz patili karakedi yerini değiştirip sağdaki duvara tırmanıyor,

Kitap okuyorum biraz, kahvaltıyı topluyor Teslime ve bana taze elden taze pişmiş taze kahve getiriyor, tazeleniyorum ve yürüyüşe çıkmaya karar veriyorum

Bir ormana giriyorum ve bakın ekte kimlerle karşılaşıyorum.........

Ruhum, hani şu şehirdeki koşuşturma sırasında hep geride kalan ruhum, ormanda yürürken nasıl keyifli, nasıl mutlu, önde koşturuyor ama arada bir de arkaya dönüp bana bakıyor geliyor muyum diye.....

Bir çeşmenin yanından geçiyor ve çeşmeden su içiyorum, su şekerli mi ne....

Miniminnacık bir derenin üstünde atlıyorum, atlarken de dilek tutuyorum (neden mi, bilmem, içimden ööle geldi.....), zeytin ağaçlarının, çılgınca açmış dağ anemonlarının, lavantaların, kekiklerin arasından hepsine selam vererek ve adını bilemediğim , seslerini orada hatırladığım birsürü kuşun sesini dinleyerek, ve en önemlisi YAVAŞ YAVAŞ, ayağımın altındaki toprağın çıtırtısını bile duyarak yürüyorum da yürüyorum..


Yürüyüşümün rahvan temposuna taban tabana zıt süratte kelebekler uçuşuyor etrafımda, birkaç metre biri eşlik ediyor bana, derken, bayrak yarışı sanki, kenara konuyor bana eşlik eden ve oradan yeni bir kelebek düşüyor önüme, hangisine bakacağımı şaşırıyorum, birden hayatımda gördüğüm en küçük kelebeği görüyor ve çığlık atıyorum küçüğünden bir tane....



Sonra bir dereye daha geliyorum, ama bu gerçekten bir dere, üstünde köprü var, artık keyiften aklımı kaçıracak hale gelmişim, "Allahım delirsem de bu köyde deli bir kadın olarak ihtiyarlasam" diyesim geliyor, demiyorum, köprüden geçip hoop soldan derenin yanına iniyorum, orada ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum, su bana bakıyor, ben suya bakıyorum, bunun da suyunu çıkartmamaya karar verip, benim iki çocuklu bir anne olduğumu hatırlayıp oradan kalkıp aynı güzergahı aynı keyifle geri yürüyorum.

Bu yürüyüşüm toplam 2,5 saat sürmüş, konağa vardığımda beni mantı-köfte-bonfile-salata- ne istersiniz ifadesiyle karşılıyorlar, ağzımda yayık bir sırıtmayla "sadece salata" diyebiliyorum ve köy meydanının gözlerinin içine bakmak üzere bahçeye gidiyorum. Bir salata geliyor ki, aman da aman, bütün o yürüyüşte kokusunu duyduğum, rengini gördüğüm, üstlerine basmamak için akrobasi yaptığım yeşillikler salatanın içinden bana bakıyorlar.

Özür dileyerek hepsini mideme indiriyorum,

Hava biraz serinledi mi ne, içeri geçeyim diyorum ve içerde şöminenin karşısında konuşlanıyorum. Bir kadeh "otlu şarap" ikram ediyorlar bana, haydaaaaa, demin salatadaki koku ve lezzetler şimdi de şu "koyu yakut-bordo ve kıvamlı" şarabın içinden sesleniyorlar bana. Aklımı kaçırmaya karar veriyorum ve elimde otlu şarap, karşımda şömine, elimde bir maşa, bir taraftan şarabımı yudumluyor, bir taraftan ateşi eşeliyor, kendimce yarattığım şahane ve büyülü dünyanın içinde keyifle eşeleniyorum anlayacağınız

Bam Teli Konağı’nın kelebekleri Derya (ben değil, bu sahiden ikinci bir Derya..), Gülcan, beni havaalanından arabayla alan Emrah ve esas kelebek Teslime teker teker yanıma uğrayıp sessizce soruyorlar “iyi misiniz, bir isteğiniz var mı” diye, tuhaf bir yer burası, kelimelerle konuşmuyor insanlar, gözlerle de değil, sessizce girip çıkıyor ve o arada bu konuşmalar geçiyor, kelimesiz, sessiz, sahiden tuhaf bir yer burası...

Biraz sonra, Derya mezeleri (bütün o otların farklı farklı versiyonları, anlatılmaz, damağa yerleştirip hissetmek lazım, henüz o lezzetleri tarif edecek kelimeler söylenmemiş, düşündüm ama ı-ıh yok vallahi..), Gülcan şöminedeki yanmamakta direnen koca kütüğü tutuşturacak çıraları, Emrah kızarmış ev yapımı köy ekmeğimi, ardından gene Derya “tavuklu ve ısırganotlu ve yeşilzeytin garnitürlü sigara böreklermi getiriyor. Yedikçe keyifleniyor, keyiflendikçe yayılıyor, yayıldıkça suratımdaki anlamsız sırıtmadan gurur duyuyor, ezcümle ruhum ve kalbim bedenimle “elim sende” oynuyorlar. Tek başımayım henüz ama sıkılmak ne kelime, belki hissettiklerim gürültü bile yapıyor yemek odasının sukunetinde.

Kapı çalıyor, bir gece evvel tanıştığım, aslen Tekirdağ’lı, Eczacıbaşı ve akabinde Hürriyet Muhasebe Müdürlüğünden emekli, Siyasal Bilgiler mezunu, babası çingene Bodur Hasan’ın oğlu Aytaç Bey geliyor. Kendisi otel sahiplerinin çocukluk arkadaşı, oradaki can yoldaşları, saçları neredeyse beline kadar uzun, kocaman da bir Borsalino şapka takıyor, tip bir adam. Sahiden de tip. Tatlı sohbetimiz esnasında anlatıyor, Erol Simavi’nin yadigarı berbere kestirirmiş saçlarını, ama da kestirmek değil, kazıtırmış kafasını, derken berber ölmüş, “işte ondan sonra bir daha berbere gitmedim, böyle oldular, amaaan bana ne, saç da neymiş,” deyiveriyor.

Filiz Hanım da katılıyor bize ve “akşam ekibi toplandı” ismi altında akşam sefasına tatlı bir geçiş yapıyorum. Hiç soru sormuyorlar, ortaya konuşuyorlar, ben de atıyorum ortaya laflarımı, bir güzel dans oluyor ki ortada, serbest laf dansı, yok yok kesin bir efsun var bu memlekette, yahu herşey bir tuhaf, mühür vuruyor insanın hatıralarına.

Ben otlu şarabıma devam ediyorum, onlar rakıya, “güneş rakı burcuna girdi çoktan” diyorlar, vakt-i kerahatin Kaz Dağları versiyonu bu olsa gerek. Nitekim ben de ertesi gün akşamüzeri “güneş otlu şarap burcuna girdi kanımca” diyerek bu jargonu ne kadar benimsediğimi belirtiyorum gururla ve beni aralarına “kabul” törenini derhal koca bir kadeh otlu şarapla oracıkta yapıveriyorlar.

Hayatlar, mutluluklar, hayalkırıklıkları, aslında neyi ne kadar istemediğimiz ama da neyi ne kadar çok isteyip söyleyebildiğimiz/söyleyemediğimiz, iyi ki de sustuğumuz ya da keşke konuşsaydıklarımız, hepsi ortada gecenin sonunda...... Hiçbir ortak tarafı olmayan ama bir şekilde birbirine dokunmuş farklı hayatların içinden kendilerini ortaya atmış kelimelerin serbest dansı sanırım herkes ayrıldıktan, ben gıcırdayan merdivenlerden odama çıkıp kendimi o güvenli ve ama yumuşak yatağıma atıp uykunun bedenime girişine müsaade ettikten sonra bile devam ediyor. Sabah uyanıp gene kendimi bahçedeki köşeme, köy meydanıyle biran evvel gözgöze geleceğim noktaya atmak üzere merdivenlerden indiğimde beni “günaydın Deryaanım, hemen kahvaltınızı getiriyorum” derken hınzırca gülümseyen Teslime’nin gözlerinden anlıyorum ki sabah o geldiğinde dans devam etmiş.....

Bu kez köy meydanındaki kadınlar bana şakalar yapıyorlar, Muhtarın karısı keçi peyniri yapıvermiş de, acep tadarmıymışım, bizim uralarda bulamazmışım böylesini, Teslime’ye de sitem ediyor Muhtarın karısı, “dün muhtarı (kocasından Muhtar diye bahsediyor, şeytan diyor ki git kadını kucakla, yahu biz bu adet ve örnekleri en son Sadri Alışık-Fatma Girik filmlerinde bırakmamış mıydık..?) yolda görmüşsün, selam vermemişsin, sana gönül koymuş” diyor. Teslime gülüyor kıkır kıkır, “e ozman o deyvereymiş gönül koyasıya!!” diye cevap veriyor. Hep beraber gülüyoruz, beni de alıverdiler köy meydanı kadın sohbetlerinin içine birden. Yaaa ben burada yaşlanıp ölmek istiyorum.

“Bugün farklı bir yere yürü Deryaanım” diyor Teslime. Tarifi alıyorum, sahiden de farklı bir yere yürüyorum, bu da çoook güzel, bu da çamların arasında bir yürüyüş, ama hayır, beni dünkü çeşme ve devamındaki anemonlu, kelebekli, kuş cıvıltılı, dalına dilek tutup ot bağladığım zeytin ağacının olduğu yol ve sonundaki dere çağırıyor. Arada köy meydanında bir mola veriyor, Kader, Mevre (kendi adını söyleyemiyor bir de “r”leri , keşke resmini çekeydim!!) ve Ece sırayla gelip önümde ip atlıyorlar, bir tanesinin saçının örgüsü açılmış, “gel düzelteyim” lafımı daha tamamlamadan gelip yaslanıveriyor göğsüme, yaa ben hakikaten burada yaşlanıp kalmak istiyorum.

Bir gün evvelki güzergahıma tekrar koyuluyorum moladan sonra, bu kez tanışıyoruz artık, hem tabiatla, hem de köy ahalisiyle, “genemi aynı yola gidiyon” diyor çakır gözlü yaşını tahmin edemeyeceğim ama da Muhtarın karısı olmadığından emin olduğum bir kadın. “Evet” diyorum ve devam ediyoruz, yüzümdeki salak gülümseme ve ben. Kuşlar, kelebekler, üstünden atladığım dere, çeşme, çeşmenin tatlı suyu, patikanın kenarındaki anemonlar, a-aa bu dün açmamıştı diye farkettiğim yeni açanlar, çok yeni ama hep tanırmışım kadar tanıdık yeni yarenlerimin arasından yürüyorum gene. Gene yavaş yavaş yürüyorum, gene köprüden hoop sola geçip suyun yanına iniyor, gene aynı anlamsız ama ruhuma bin anlam kattığından emin olduğum suyla bakışma ritüelimi yapıyorum.

Geri dönüyorum, ama hiçbiriyle vedalaşmıyorum, bir daha geleceğim biliyorum...

Cafe de Filiz Hanım beni bekliyor, “güneş otlu şarap burcuna girdi mi?” diye soruyorum, koşarak gidip şarabımı getiriyor, Aytaç Bey karides ve fener balığı almış, içerde mutfakta bize özel hazırlamakta onları. Arada gelip , “tamam, karidesleri lüpletirken fener güveç pişecek, zamanlama süper” diyor ve gene kayboluyor. Ayrılmama saatler kaldı ama ruhum kendini çivilemiş oraya, yüzüme bile bakmıyor “kız kalk hazırlanalım” dediğimde....

Ece geliyor, muhtarın kızı. Kolumun altına giriyor, bana rüyalarını anlatıyor, yemek için içeri çağrıldığımda ise bana küsüyor, gözlerim dolu dolu giriyorum içeriye...... Karidesler nefis, ballı hardallı sosa batırıp batırıp yiyoruz bata çıka.... Derken fener balığı güveçte geliyor, bu kısımda hafif bir şuur kaybı yaşadım herhalde zira bir sonraki duyduğum laf “Deryaanım yola çıkalım mı, geç kalacaksınız”, Filiz Hanım ise diyor ki” noolur gitmeyin, bir güncük daha kalın”..... Çantamı topluyorum , Derya ve Gülcan ellerinde su kapları, önce bir sarılıyoruz birbirimize, “sizi çok sevdik” diyorlar, “gene geleceğim” diyorum onlara, sesim biraz çatladı mı ne, Aytaç Bey’le sarılıyor ve öpüşüyoruz “illa ki geleceksin kız” diyor bana, Filiz Hanım bebek baykuşların seslerini dinletiyor arabaya binmeden Hayat Bilgisi kitabında kaldığını zannettiğim köy meydanının bol yıldızlı lacivert gecesinde, ruhum ise köşedeki ağacın dalına tünemiş bana dil çıkartıp el sallıyor, arabaya biniyorum, arkamdan su döküyorlar, sonra kendime geldiğimde Edremit Havaalanında Atlasjet görevlisinden azar işitmekte olduğumu farkediyorum “Hanımefendi insaf, uçağın kalkmasına 4,5 dakika kaldı, lütfen yani, aaaaaaa...”, “çok özür dilerim, bir daha yapmam” diyorum yüzümdeki yılışık sırıtmayla, uçağa biniyorum ve ama bakıyorum ki bu bir rüya değilmiş, hatta şu anda da kendimi çimdikledim, sahiden de rüya değil, gerçek.............................

Derya

2 yorum:

  1. Derya hanım, blogunuzda gezindim. Yeşilyurt köyüne ben de gitmek istiyorum. Çok güzel anlatmışsınız. Şiirleriniz de çok duygulu. Tekrar geleceğim. Sevgiler.Zühal Voigt/Onpunto

    YanıtlaSil
  2. Sevgili Zuhal, Yeşilyurt Köyünü emin ol çok beğeneceksin, yazıda az bile yazmışım aslında. http://www.yolkonagi.com/ 'a da girip bir bakmanı öneririm, kaldığım Oteli de görmelisin..:))

    YanıtlaSil