22.09.2007

UYANANLARIM II. BÖLÜM

Gene dönüyorum anneannemin zamanlarına. O zamanlarda, Karagümrük semtinin Keçeciler mahallesinde üç katlı, bahçeli, ahşap kagir bir evi vardı anneannemin. Bugün edindiğim bilgilere göre kagir tuğla ev demekmiş, ahşap kagir ise hem tuğla hem de ahşapla yapılmış olması sebebiyle zaten zamanının iddialı binalarındanmış anlaşılan. Giriş kapısının, anneannem ona “cümle kapısı” derdi, neyse işte o kapının kocaman, demir, siyah bir anahtarı vardı, ürkütücü ama tok bir ses çıkartırdı kilitte dönerken anahtar, ve o kocaman evin gene kocaman cümle kapısının ahşabı o ürkütücü sesi emer, dışarıya derinlerden gelen, güven verici, bir bariton frekansında, sahiplenici bir şekilde şöyle derdi sanki:

- Hoşgeldiniz, girin içeri, burası çok güvenli, ben olduğum müddetçe içerde emniyettesiniz.

İşte bu koskocaman kapının hemen yanında anneannemin kiracısı Bakkal Hikmet, bana göre Hikmet Abi’ni dükkanı vardı. Hikmet abi belki ve büyük bir ihtimalle aslında o zamanlar 20’li yaşlarındaydı, ama benim için Hikmet abi idi, hem de aslında “Hikmet amca” olması gerekirken malsahibinin torunu olmam ayrıcalığıyla Hikmet abi! İşte o Hikmet abinin dükkanı, anneannemin evini çocuk değerlerimle öylesine önemli yapardı ki... Koskocaman ev, koskocaman kapısı, koskocaman kapısının gene koskocaman siyah demir anahtarı, evin içinde merdivenleri, üstelik inip çıkarken de konuşan merdivenler (evin tamamı konuşuyordu benimle), çok yüksek tavanları, odaların kapıları koskocaman, onların da anahtarları var, o anahtarlar da kocaman. Ben ise daha küçük bir kız çocuğu. Boyutlardan azami etkilendiğim, hayatı ancak “küçükler ve büyükler” olarak kategorize edebildiğim yaştayım, ama her çocukta olduğu gibi bedenimin küçüklüğüne ters orantılı kocaman bir kalbim ve onun içinde zıplayan duygularım, hepsinden daha önemlisi o zamanlar henüz farkında olamadığım büyük algılamamla, yürüyen/yaşayan bir paradoksum.

Şimdi görüyorum ki, aslında bütün çocuklar birer paradoks. Fiziksel ve ruhsal paradoks şöleni çocuklar. Şaka gibi. Çok zekice yapılmış ve her hatırlandığında insanı kalpten güldüren dünyanın en tatlı ve vazgeçilmez şakaları.

İşte bu tarif etmeye çabaladığım “şaka” Derya, anneannesinin kiracısı Bakkal Hikmet Abi’sinin dükkanında keşfettiği Çokella tüpünü de, evvelce anlatmış olduğum aceleyle, bir seferde ağzına alıp, bitirene kadar ağzından çıkartmazdı. O krema çikolatanın ağzında bıraktığı eşsiz lezzeti, çiğnenme zahmetini bile yüklemeksizin, damakta gönüllüce dolaştıktan sonra ağızda tarifsiz bir tad bırakarak boğazdan mideye akışının, o anın ayinsel keyfini bile kaçırırdı. Acele neydi, oysa diğer çocuklar tüpten bir ağız dolusu çikolatayı emdikten sonra tüpü ellerine alır, ağzılarındaki kremayı yavaş yavaş içerde döndürüp boğaza yollama ve damaktaki o muazzam lezzetin tadını çıkartma işlemini ellerindeki tüpü, bir sonraki emmeye karşı yüreklendirmek istermişçesine seyrederek, arada bir de etraflarındaki diğer çocuklara gururlu ve bir o kadar da “acaba kiminki önce bitecek, en son ben bitireyim” kaygısıyla bakarak süslerlerdi bu ritüeli, kiminkinin önce bittiğini söylemeye gerek var mı? Elbette benimki... Hiç ağzımdan çekmeden, bir yandan da dibinden sıkarken çene kaslarımla emerek koordine sömürdüğüm tüp tombulluğunu hızla kaybedip elimde buruşuk ve ihtiyar bir aluminyum levha haline geldiğinde sindirim sistemime yüklenmiş olmakla kalmayıp, hala daha keyifle Çokella’larının tadını çıkartan diğer çocukların yanında, menzile herkesten evvel erişmiş ama aniden olayın aslında yarış değil keyifli bir gezinti olduğunu geç anlamış bir yaban atının hüzünlü yanlızlığında kalakalırdım. Bundan ders alır mıydım? Elbette hayır!

Yaşım 49, bir miktar törpülenmiş olduğunu söyleyebilrim, ama itiraf etmeliyim ki bu kendi irademle ulaştığım bir sonuç değil, sadece ve sadece hayatın kafama vura vura öğrettiği geç kalmış ve henüz hala natamam bir eğitim olarak yer almakta bugüne kadarki yaşam yolculuğumda.

İlerleyen zamanlarda benzer, hatta bazen tıpa tıp aynı şeyleri neden tekrar tekrar yaşadığımıza şaşırıyoruz ya hani! Aslında şaşıracak da fazla birşey yok, öğrenene kadar yaşamak zorundayız. “A” harfini düzgün yazana kadar yazdırılmak zorunda bırakılıyoruz. Bunu anlamak A harfini ilelebet düzgün yazma alışkanlığını yerleştiriyor mu sistemimize, bilemem, bunun cevabı hala daha o harfi yazmak zorunda olup olmadığımızda! A harfi burada sadece bir semboldü gerçi, ama hoş bir “tesadüf” olmuş alfabenin ilk harfi olması bakımından, bunu derhal kullanıyor ve demek istiyorum ki, kimilerimiz “b” harfine bile ilerleyemiyor, kimilerimiz “g” de takılıyor, kimilerimiz ise “z” harfini dahi erken dönemlerde halledip başka alfabelere geçiyorlar.

İmrendim diyemeyeceğim, olay “geçmek, ilerlemek” olduğunda genetik bir şifre olduğundan kuşkulandığım “hayatımın duraklarını biran evvel ziyaret etme” dürtüsü derhal uyuduğu yerden kalkarak beni kuşatıyor, işte gene geldi, kollarındayım onun! Ama artık şikayetçiyim bu içgüdümden, bana sadece “git, durma, koş, onu da bitir, bir sonrakine yetiş!” diyor. Tamam yapacağım bunları,yapıyorum da zaten, ama artık bilmek istiyorum, ya bir gün artık gidecek hiçbiryer, yapacak hiçbirşey, yetişecek hiçbir olay, varacak hiçbir durak kalmazsa, o zaman bu içimde beni sürekli dürtükleyen içgüdüm belki de huzurlu bir uykuya geçecek ve ben yapayanlız ve çaresiz mi kalacağım? O zaman da, beni bilmediğim yeni bir açılımın “başlama noktasına” mı bırakacak, yoksa bıraktı mı bile? Ah benim sabırsız ruhum, huzurlu sabırsızlığı kendine şiar edinmiş benliğim, ondan öyle tatlı şikayetçiyim ki!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder