22.09.2007

UYANANLARIM VIII. BÖLÜM

Teyzemden bahsetmeye başlamışken içimden biraz da diğer teyzelerimden bahsetmek geldi. Efendim, Nazire’nin Hayri Bey’den Lütfiye’den başka bir kızı daha olmuş, anlaşılan Hayri Bey hasta yatağından en az iki kere “saçlarını okşamış” anneannemin. İkinci kızın adı da Muazzez. Sert bir isim, z harfinin irkilten tınısı Muazzez’in kimliğinde ayan beyan görülüyordu zaten.

Muazzez çok akıllı ve devrimci bir kadındı, güzelmiş, herkes öyle diyor, ben eski resimlerine baktığımda bile, belki de o “z” lerin etkisiyle, güzellik pek göremiyorum ama bu da zamana bağlı olarak değişen bir kavram. Neyse, Hayri Bey Muazzez 6 yaşındayken hayatı terkettiğinden anneannem onu “leyli mektebe” göndermiş. Leyli kelimesinin “yatılı” olduğunu bilmeme rağmen bana hep leylek çağrıştırdığından Muazzez teyzemin, “beni küçücük bir çocukken evden gönderdin anne” diyerek anneannemi ağlattığı zamanlarda bile, ben leylekten esinlenen hayalgücümün bana gösterdiği yüksek ve çok güzel manzaralı bir Okul düşler ve teyzemin bunu neden sevmemiş olduğunu anlayamazdım.

Muazzez öğretmen olmuş, Tabiiye ve Beden Öğretmeni. Tabiiye Bioloji demekmiş, Beden öğretmenliği nasıl eklenmiş onu hiçbir zaman anlayamadım. Atletik bir kadındı ama da kocaman bir kadındı, iriydi yani. İsmindeki z harflerinin sertliğine bir de haşmetli bedeni eklendiğinde sahiden de ürkütücü bir teyze idi benim için.

İki evlilik yapmış, ilkini ben hiç bilmiyorum ama ikinci kocası, Hulusi Bey çok sevdiğimiz bir insandı. O kadar severdik ve o da bizi, yani ablam abim ve beni o kadar çok severdi ki, ona “dayı” derdik, bu arada Muazzez teyze de, apaş ve entellektüel kimliğinin bir yansıması olarak, babamı kendine daha yakın hissettiğini söyleyerek bizlerin ona “teyze” yerine “hala” dememizi buyurmuş. Ortaya çıkan durumu, Nazire Hanım’ın ailesi olmamız hasebiyle hayretle karşılamamak lazım.

Teyzemize hala, eniştemize dayı diyen bir aileyiz biz. Annem anlatırdı, “halam, dayım”, annem, Nermin teyzem ve ben, ben pek küçükken daha, taksiye binmişiz ve o zamanlar Yeniköy’de olan Sipahi Ocağı Kulübü’ne gidiyoruz, oradan denize girerdik, taksi şöförü Hacıosman Bayırı’nın başında arabayı sağa çekip durdurmuş ve şöyle demiş anneme:

- Hanımefendi, ben arabayı kullanmaya daha fazla devam edemeyeceğim, konuşmalarınızı ister istemez dinliyorum, arkada oturan bey ve hanım belli ki evliler, yanlarındaki hanım (Nermin teyzemi kastediyor) diğer hanıma abla, Beyefendiye de enişte diyor, siz de öyle, ama kucağınızdaki çocuk size anne, arkadaki tek hanıma teyze, diğer hanımefendiye hala, beyefendiye de dayı diyor. Ben bu işin içinden çıkamadım, lütfen bana izah edebilir misiniz, dikkatim dağıldı, araba kullanamıyorum....

Annem İlkokul Öğretmeni idi, bu sebeple taksi şöförüne en pratik ve en anlaşılır izahatı yaptığından şüphem yok, taksi şöförünün ise bu tuhaf aileyi tüm tanıdıklarına anlatmış olduğundan hiç kuşkum yok.

Annem demişken, hem de annemin İlkokul Öğretmeni olması sebebiyle genel ifade duruşundan bahsetmişken, tam da bu noktada hafızamın derinliklerinden kendini aklıma, oradan da parmaklarımın ucundan sayfaya dökülmek üzere ileriye atmış olan şu anlatacağım olayı engelleyemediğim için, geliyor...

Yıl 1968 sonu ya da 1969 ilk çeyreği, Alman Lisesi’ne girmişim, 6 yaşımda evde okuma yazma öğrendiğim için İlkokula 7 yaşımda 2. sınıftan başlatılmıştım ve doğal olarak Hazırlık sınıfının en küçük talebesiydim. Babam Alman Lisesi’nin Türk Müdür’üydü, ben de Hazırlık A’da okuyan Müdür’ün kızı, sınıf arkadaşlarından en az bir yaş küçük Derya, bu küçük olma kaderimin ısrarla devam ettiği yıllardı, evde tekne kazıntısı, Okulda hem Müdürün kızı hem gene sınıfın en küçüğü...

Neyse, Okula doğal olarak babamla gidip geliyorum, ve fakat o yıllarda Tünel tamiratta olduğu için biz babam arabasını almadığı zamanlarda Karaköy’e Tünel’den Yüksekkaldırım’ı yürüyerek ulaşıyoruz. Babam elimi tutuyor ve koca yokuşu iniyoruz birlikte. O gün, bir bakıyorum, sol tarafta iki bina yıkılmış ve sol paralel sokak gözüküyor, ama bir tuhaflık var, eğlenceli birşey var, ne mi, şu: o gözüken sokaktaki evlerin hepsinin üstünde aynı tabela asılı, üzerinde “Genelev” yazıyor, şaşırıyorum ve hemen babama dönüp, o yaşımın (aslında bugün bile biraz öyleyim itiraf etmeliyim) olmazsa olmazı “sabırsızlık kurbanı bağıran sesimle”

- Aaa, baba bak soldaki sokaktaki apartmanların hepsinin isimleri aynı, nasıl oluyor buuuu?

diyorum. Babam hiçbir anlam veremediğim sessiz bir asabiyetle elimi sıkıyor ve hızlanıyoruz, sürüklüyor beni birşeyden kaçarcasına. Yüzüne bakıyorum hafif eğilip, sinirlenmiş gibi bir hali yok ama hala çekiştiriyor beni ve elimi hala çok sıkı tutuyor. Çok da önemsemiyorum, ilgim hemen başka şeylere kayıyor ve unutuveriyorum.

Akşam yemekten sonra, annem benden sofrayı toplamaya yardım etmemi istiyor, çok gururlanıyorum bana “büyük” muamelesi yapıldığı için ve keyifle tabakları tepsiye toplamaya başlıyorum özenle, mutfağa gittiğimde annem elimden tepsiyi alıyor ve tezgaha koyduktan sonra, kapağındaki dökme harflerden okumayı öğrendiğim “Prestcold” marka buzdolabımızın önünde bana bir izahat yapıyor:

- Deryacığım, bugün babana bir soru sormuşsun, yan sokaktaki apartmanlarla ilgili öyle mi?
- Hıı, ay evet, anneee biliyor musun, o sokaktaki apartmanların hepsinin adı aynıydı, “Genelev” yazıyordu, babama sordum ama cevap vermedi...
- İşte onu diyorum, bak kızım ben şimdi sana anlatıyorum , o soruyu bir daha sorma, , onlar ev değil, onlar bir çeşit Oteldir, ama o Otellere sadece erkekler gider ve ama o Otellerde çalışanlar da sadece kadınlardır. Anladın mı canım?

Ben, gerek annemin sesinin anneannemle Leman Ablanın konuştukları zamanki gibi kısılmasının bu kez, daha da önemlisi ilk kez benimle uygulanıyor olmasının verdiği haklı gururla, gerekse de annemin anlatmaya çalıştığı “ayıp” şeyi bir seferde anlamış olmanın keyfiyle, içimden böbürlenerek ama anneme karşı da kendimce “olgunluk” göstermek amaçlı ciddi bir yetişkin edasıyla

- Anladım annecim, çok iyi anladım,

Diyorum aynı kısık sesle. Annemle böylece hem anneannem-Leman Abla ilişkisine en azından ses volümü anlamında bir giriş yapmış oluyoruz, hem de annem babam, abim ve ablamla , yani ben hariç evin tüm diğer bireyleriyle yapmakta olduğu “mutfak konuşmaları” ritüeline beni de dahil etmiş oluyor, ve tüm bunların neticesinde ben hem “ayrıcalıklı bir bilgi” edinmiş olmanın hem de yukardaki formata dahil edilmiş olmanın etkisiyle aile içindeki “tekne kazıntısı” tarifiyle üzerime biçilmiş olan “küçük Derya” elbisesini soyunarak daha doyurucu bir kimliği giyinme hazırlığına geçmiş olmanın unutulmaz gururunu yaşıyordum, annesinin ayakkabılarını giyip zorla yürüyen kız çocuklarının paytak ve beceriksiz yürüyüşünden sanki kendi ayağıma göre yapılmış topuklu pabuçlarla güven ve dengeyle yürüyen bir küçük kadın gibi. Bunun bir yansıması olarak da, sofrayı o kadar çabuk ve beceriyle topluyordum ki, ilerleyen yıllarda bu sevimsiz işten kendimi soyutlayabilmek için “midem bulandı benim çook” bahanesinin tohumlarının zihnime serpildiğini farketmiyordum bile.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder