22.09.2007

UYANANLARIM V. BÖLÜM

Bahçenin sol köşesinde, bahçeye açılan kapı ile tam karşısındaki, gövdesine fulbahri dolanmış leylak ağacının arasında, bir tahtaperde vardı. Tahtadan perde mi olurmuş sorusunu, cevabını bulamayacağımı anladığım, o tahtaperdenin raylara oturmadığını, sağa sola çekiştirilemediğini keşfettikten sonra belleğimin cevapsızlar bölümüne koyarak “kabulleniş” tecrübeme bir yenisini daha eklemiştim.

İşte bu tahtaperdenin de sol kenarında bir kapı vardı, kapı bizim bahçeden açılıp kapanıyordu, yani anneannem istediğinde açılıyor, istemediğinde ise kapanıyordu, bu bana hep aslında yandaki evin de anneannemin kontrolunda olduğu gibi bir his verirdi ve bu sebeple yan komşuların nezaketle tolere ettikleri bu davranışı kendi kendime ancak böyle izah edebilirdim. Sonraları bu kapının açma-kapama mekanizması çift taraflı olarak değiştirildi ama ne onlar kapattılar, ne de anneannem, kapı çift tarafında kullanılmayan kulp ve kilitleri olan komik ve işlevsiz bir dekor olarak yer almaya devam etti tahtaperdede.

İşte o tahtaperdenin arkasında, bizim eve bitişik Sabire Hanım’ın evi vardı. Sabire Hanım Denizli’liydi ama İstanbul Karagümrük semtinin Keçeciler mahallesinde iki büyük kızı Nezahat ve Vesile evli, isimleri Ayten, Zehra ve Tahir olan üç bekar çocuğuyla anneannemin komşusu olan Sabire Hanım bütün ruhuyla Denizli’de kalmıştı aslında. En çok da konuşması.. Bana göre çok eğlenceliydi kelimeleri telaffuz edişi ve konuşma melodisi. Evet, aynen böyleydi, “eğlenceli”! Çocuk olmanın büyülü bilgeliğinin bir diğer ürünü bu işte. Yetişkin olunduğunda belki de “alay” ya da “küçümseme” olarak algılanabileceği kuşkusuyla farklı konuşan/davranan kişiler karşısında içimizden kahkahalar atarken en ciddi ve anlayışlı tavrımızı takınmak mecburiyetimize patetik bir tezat teşkil eder çocukların “eğlenceli” bulma ve bunu özgürce gülerek, o insanı keyifle dinleyerek, o insan geldiğinde sevinçle karşılayarak verdikleri tepki.

Ne oluyor da kendi kaybettiklerimizi özlerken bir yandan, diğer yandan büyük bir özen ve inatla kendi çocuklarımızın da bu büyülü bilgeliği kaybetmeleri pahasına onları “eğitmek” adı altında doğallıklarını yapay sosyal kalıpların içine hapsedebiliyoruz. Hiç mi dönüp bakmıyoruz kendimize, özlediğimiz duyguların çocuklarımızda aynı saflık ve doğallıkla varolduğunun hiç mi farkına varamıyoruz. Belli ki evet, maalesef evet, hiç göremiyoruz.

Sabire Hanım’ın da evi üç katlıydı ; anneannemin evi gibi. Onların en üst katı ama terastı, ya da balkondu, üstü açıktı yani. Oysa bizim evin en üst katı çatı idi, tavanı üçgen ve alçak hafif, içinde birkaç eşya, önünde ise tahta korkuluğu oymalı “tehlikeli balkon” vardı. Anneanneme göre balkon çoktan çürümüştü ve Allah korusun oraya birisi bastığında çökecekti. Öyle cezbederdi ki bu beni.

Bostan sahibesi Mühübaanım’ın bostancısını, lahanaları yiyen danaları sopasıyla kovalamasını seyredebilmek için tehlikeli balkona çıkıp beklediğimi hayal ederek, kendimi en çılgın korku fantazimin içine atardım geceleri teyzemin koynunda, pilavı yapılamayacağına karar verdiğim “pirinç karyolada” yatarken. Teyzemin sıcaklığı ve pirinç karyolanın güvenli rahatlığının kucağında gizlenmişken bu kendi eserim olan korku filmini seyretmeyi adet haline getirmiştim.

O çocuk halimdeyken bile kendi yarattığım korkuyla alay edebilen ben, ne oldu da bunca yaşayıp tecrübelendikten, kendi gücümün yaşayarak farkına varabildikten sonra, bu yaşımda kendi yarattığımın bile farkına varamadığım korkularımın arasında titrer buluyorum kendimi. Büyümek denen şey aslında bilinen, daha doğrusu hatırlanan ilahi gerçeklerin hafızadan silinmesine verilen isim mi? Bilge doğuyor ve büyüdükçe aklımıza hükmedecek kalıcılıkta dimağımıza, ruhumuza zorla yerleştirilen kalıp kandırmacalar yüzünden bu bilgelik ipuçlarını teker teker kaybediyor, günün koşullarına göre birilerinin karar verip değişmez kurallaştırdığı “sözde doğrular”ın yapay kucağında, bildiklerini hatırlaması engellenmiş “eski bilgeler” olarak devam mı ediyoruz hayatımıza? Buna devam etmek denirse! Aslında kişisel gelişim olarak geri gitmekteyken istemediğimiz ya da kontrol edemediğimiz bir istikamete sürüklüyor muyuz hayatı. Sonra bir gün, hani şu hep dillerde dolaşan “içimizdeki çocuk”, bana göre ise unutturulmaya ve saklanmaya zorlanan bilgelik ortaya çıkıyor. O zaman da evrenselleştik, geliştik, mükemmelleştik gibi kandırıkçı ezberlerle mi ifade ederek aynı aymazlığı devam ettiriyoruz?

Yaşlandıkça çocuklaşmaktan bahsedilir ya hep, peki bu iki eşsiz “bilgelik” yani çocukluk ve yaşlılık arasına sıkıştırdığımız ya da yaydığımız “ömrümüz” neden bambaşka bilgilerle geçirilmesi gereken bir zaman? Başlanılan noktadaki algılama ve formata geri dönülüyor madem hayatın son devresinde, arada yaşananların rolünü nasıl tanımlayacağız? Cevabı olmayan bir soru daha...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder